Erdoğan bir gece yarısı kararnamesiyle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldığını duyurdu.
Aslında sözleşme, imzalandığı andan itibaren gerici-şeriatçı kesimlerin, tarikatların tepkisini çekmiş; 2020 Temmuz’unda Ayasofya’nın dinci propagandaya alet edilmesinden bu yana daha açıktan hedefe oturtulmuştu. Erdoğan, başlatılan bu süreci tamamlamış oldu.
Onun bu hamlesi, iki yönüyle çok önemli bir saldırı ile karşı karşıya olduğumuzu gösterdi. Birincisi, Türkiye İstanbul Sözleşmesi’ni 2011 yılında TBMM’de 247 vekilin 246’sının oyu ile kabul etmişti; bugün ise bir tek Erdoğan’ın oyu ile sözleşmeden çıkıldı. Yani uluslararası sözleşmelerle bağlanmış, anayasada kayda geçirilmiş çok temel haklar bile, Erdoğan’ın bir kalem darbesiyle ortadan kalkabiliyordu.
İkincisi, son derece çarpıtılmış demagojik söylemler eşliğinde bu sözleşmeden çıkılması, kadın haklarına dönük çok önemli saldırıların başlangıcı olma niteliği taşıyordu.
İstanbul Sözleşmesi nedir
“İstanbul Sözleşmesi” 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” metnidir. Metni imzalayan ve onaylayan ilk ülke Türkiye olmuş, Avrupa Konseyi üyesi olan 45 ülke ve AB de sözleşmeyi imzalamıştı. Türkiye, bu sözleşmeye uygun olarak 6284 sayılı yasayı çıkartarak, sözleşmenin Türkiye’ye uyarlanmasını da sağlamıştı.
Sözleşme, toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesine dayanıyor. Kadına yönelik şiddeti, “kamuda ya da özel yaşamda” uygulanan “her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet, şiddet tehdidi ve ayrımcılık” olarak ayrıntılı biçimde tanımlıyor. Yani salt fiziksel saldırı değil, genellikle “şiddet” kapsamında ele alınmayan psikolojik ve ekonomik şiddet de sözleşmede net olarak tanımlanmış durumda.
Sözleşmenin kadınları korumak için ileri sürdüğü 4 temel maddesi var. Birincisi, önleyici tedbirler alınmalı, kadına yönelik şiddetin cesaret bulamayacağı eşitlikçi bir toplum yaratılmalıdır. İkincisi böyle bir toplumu yaratmak hemen mümkün olmadığı için, devlet tehdit sözkonusu olduğunda kadınları etkin ve aktif olarak korumalıdır. Üçüncüsü, ilk iki şart gerçekleşmediğinde, yani kadın korunamadığında, devletin etkin bir kovuşturma ve etkin ceza sistemi oluşturması zorunludur. Dördüncüsü, tüm bu şartların sağlandığı koşulda bile bu yeterli değildir; kadınları geleceğe dönük olarak güçlendirme politikası izlenmelidir.
Bu sözleşmenin etkili biçimde uygulanmasını sağlamak amacıyla, GREVIO olarak bilinen, “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Eylem Uzmanlar Grubu” adlı bir izleme ve denetleme komitesi oluşturuldu.
Gerici-faşist düşünce, kadına düşmandır
İnsanın insanı sömürmeye başladığı günden bu yana, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayeti vardır. Köleci toplumun köle sahipleri kadar, Ortaçağ’ın “şövalye” düzeni kadar, kapitalizmin burjuva demokrasisi de, kadını ikinci sınıf sayar, kadın sömürüsünü pervasızca gerçekleştirir. Yani gelişkin “Batılı demokrasiler”de de, kadına yönelik şiddet, cinayet, tecavüz, küçük yaştaki çocuklara dönük cinsel şiddet vardır. Ancak bu ülkelerde kadınların mücadelesinin ve genel olarak sınıf mücadelesinin düzeyine bağlı olarak, bu şiddet rakamları görece daha düşük, kapsamı daha sınırlıdır.
Diğer taraftan, dinci-gericiliğin kıskacındaki ülkelerde, kadına dönük saldırılar daha pervasız, saldırganlar için cezasızlık daha açıktır. Hatta bu şiddeti ve cinsel saldırganlığı örtük (kimi zaman açık) bir teşvikten bile sözedilebilir.
Bizim ülkemizde AKP’li yıllarda, özellikle son yıllarda bu durum açıkça görülmektedir. İstanbul Sözleşmesi’nin hükümleri, gerici-şeriatçı kesimlerde, tarikatlarda büyük bir öfke yaratmaktadır. On yıl önce, dönemin oluşturduğu siyasi baskı altında bu sözleşmeyi imzalayan AKP, sonrasında bundan kurtulmak için her yolu-yöntemi denemiştir.
Kullanılan yöntemlerden biri, sözleşmenin hükümlerine ilişkin demagojik söylemlerle kitle maniplasyonu oluşturmaktır. “Bizim aile yapımıza, geleneklerimize uygun değil” cümlesi, en çok kullanılan demagojidir. En başta tarikatların “bizim aile yapımız”dan ne anladığına bakmak gerekir. Onların “aile yapısı”nda, kadın kendi özgür iradesi, fikirleri, hedefleri olan bir insan değil; erkeğin her istediğini yerine getirmekle yükümlü bir eşyadır. Uysal, boyun eğen, itaatkar bir rol biçilmiştir kadına. Ve bu rolü hızlıca kabullenmesi için, evin sınırları içine hapsetmek isterler. Hem de daha gözünü açıp hayatı tanımadan, okul okuyup meslek sahibi olmadan… Özgüveni gelişmeden, kendi ayakları üzerinde duramadan… En kısa yoldan çocuk yaşta evlenip, peşpeşe çocuklar doğurup, ev işlerinin alıklaştırıcı etkisi içinde boğulması, dini hurafelerle kafasının bulandırılması hedeflenir. Ancak böyle olduğunda kadınlar, üzerlerinde kurulan baskıya, uğradıkları şiddete, tarikat yurtlarındaki çocuk tecavüzlerine sessiz kalırlar.
Gerici-şeriatçı toplumlarda, kadın zaten yoktur. Toplumsal yaşamda görünmez, söz hakkı olmaz. Ev dışında çalışmak zorunda kaldığı zaman da, tıpkı evdeki erkek gibi, iş ortamındaki erkek de ona her tür saldırıyı hak olarak görür. Çünkü kadın “mülk”tür, erkeğin “kullanımı”na “sunulmuş”tur.
Son yıllarda kadın cinayetlerinin sürekli artmasının, kadının toplum içindeki konumunun sistemli biçimde düşürülmesinin, kadınlara dönük cinsel saldırıların yaygınlaşmasının sebebi, toplumsal yaşamda gerici-şeriatçı yaşam tarzının giderek artan ağırlığıdır.
Bu ağırlık, kadına yönelik saldırılara karşı önce görmezden gelen bir tutum aldı, sonra “töre”, “kıskançlık” gibi gerekçelendirmelerle hoşgörüyü büyüttü, giderek teşvik eder hale geldi. Öyle bir noktaya geldik ki, İstanbul Sözleşmesi’nin feshedildiği gün, ilk defa ülkemizde, kendisinden boşanmak isteyen Rabia Doğan’ı katleden bir erkek, polislerin arasında adliyeye getirilirken, arkadaşı “adamsın sen adam” diye tezahurat yaptı, katile açıktan destek oldu.
Yanısıra İstanbul Sözleşmesi’nin feshedildiği gün, sadece bir gün içinde 6 kadın birden katledildi; hapisteki kadın katilleri, sözleşme feshinden dolayı tahliye olmak için başvuruda bulunmaya başladı.
İstanbul Sözleşmesi, imzalandığı günden bugüne doğru düzgün uygulamaya konmadı bile. Ama feshediliği gün, kadın cinayetlerinin nasıl artacağının çarpıcı bir tablosu serildi önümüze.
Kadının kurtuluşu için tek yol mücadele
İstanbul Sözleşmesi, burjuva demokrasilerinin kadınlara bahşettiği bir hak değildir. Kadın hakları mücadelesinin ve genel olarak sınıf mücadelesinin ürünü olarak bu haklar, sömürücü sistemden söke söke, kan ve can bedeli alınmıştır. Onu korumak da, kıran kırana bir mücadele ile gerçekleşecektir.
Kadın toplumsal yaşam içinde yer alarak, üretime katılarak, erkek sınıf kardeşleriyle birlikte mücadele ederek, üretimden gelen gücünü kullanarak mücadele etmelidir.
Bugün verilecek mücadele içinde, bu düzen sınırları içinde belli haklar kazanmak; kadının yaşam-toplum-üretim içindeki konumunu güçlendirmek elbet mümkündür ve bu mücadele verilmelidir.
Ancak kesin çözüm çok daha zorlu bir mücadelenin ürünü olacaktır. Kadının ikinci sınıf haline getirilmesinin ve sömürülmesinin tek nedeni, toplumu sınıflara bölen sömürücü sistemdir. Kadının kurtuluşu da ancak sınıfsız-sömürüsüz bir dünyanın kurulmasıyla mümkün olacaktır.