AKP’li yıllarda KÜRT SORUNU-V

Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nden

bir bölümü, güncel ve tarihsel öneminden dolayı yayınlıyoruz.

 

SALDIRILAR ÇOK YÖNLÜ SÜRÜYOR

 

ABD’nin yönlendirmesiyle AKP, ellerinde tutsak olan Öcalan üzerinden sadece PKK’yi değil, bölgedeki Kürtleri tahakküm altına almayı hedefledi. Barzani-Talabani ile iyi ilişkiler geliştirip Irak Kürtlerini, Öcalan aracılığıyla da Suriye’deki Kürtleri yönetebileceklerini ve bölgede söz sahibi olabileceklerini düşündüler. I. emperyalist savaşta olduğu gibi “Kürtlerin hamiliğini” üstelenerek, bu kapışmadan karlı çıkacaklarını umut ettiler. Özal’ın “bir koyup üç alma” hayalinin sürdürücüsü oldular. “Açılım”, “çözüm” vb. politikalarını da bu doğrultuda devreye soktular; bir kaç hak kırıntısıyla amaçlarına ulaşabileceklerini sandılar. Ancak emperyalist ağababaların kapıştığı kurtlar sofrasında Türkiye’ye kırıntı bile düşmeyeceği dün olduğu gibi bugün de görülecekti.

Ayrıca her emperyalist savaşta olduğu gibi halkların direnişi, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin birçok planını alt-üst ediyordu. Gerek Irak, gerekse Suriye savaşı bu gerçeği yeniden teyit etti. Erdoğan yönetimi, Kürtlere dair planlarının işe yaramadığını gördüğü noktada, şoven saldırıların düğmesine bastı. Yüzyıllardır süren katliamlara yenileri eklendi.

Kürt illeri yaklaşık bir yıl boyunca (2015’te 7 Haziran seçimleri sonrası) faşist abluka altına alındı. Bu süre içinde en vahşi saldırılar, katliamlar gerçekleşti. Saldırılar sadece Kürt illeriyle de sınırlı kalmadı. Türkiye’nin değişik bölgelerinden Kürt illerine giden yolcu otobüsleri çeteler tarafından durdurulup yakıldı, kimliklerinde doğum yeri Kürt şehirleri yazan insanlar dövüldü, hatta Kürtçe konuştuğu için öldürülenler oldu. HDP binaları basılıp ateşe verildi. Cezaevlerinde görüşe gelen ailelerin tutsaklarla Kürtçe konuşması dahi yasaklandı. Kürt basını, televizyon kanalı, dernekleri, birer birer kapatıldı. vb…

Sonuçta Kürt hareketi, “çözüm süreci”yle elde edilen hakların resmileşeceğini, yeni haklarla genişleyeceğini beklerken, varolanların da gaspedildiği bir döneme girildi. HDP’li belediyelerin parklara, caddelere, kültür merkezlerine koyduğu Kürtçe isimler kaldırıldı. “İki dilli belediyecilik” tümden bitirildi. Bir çok Kürt kentinde fiilen başlayan “özyönetim” uygulamalarından, yani “ikili iktidar” döneminden, seçimle kazanılmış belediyelerin kayyumla ellerinden alındığı bambaşka bir süreç başladı.

 

Kayyum darbesi

Faşist ablukanın ardından gelen kayyum darbesi, Kürt halkının yılların mücadelesiyle elde ettiği kazanımlara vurulan büyük bir darbe oldu. Kürt hareketi ‘80’li yılların sonlarından itibaren ve giderek artan oranda Kürt kentleri belediye başkanlıklarını kazanmıştı. (12 Eylül öncesi de Diyarbakır’da Mehdi Zana belediye başkanı olmuştu ve darbeyle görevine son verilmişti.) 12 Eylül askeri faşist darbesinden sonra ilk kez kayyum uygulamasıyla karşı karşıya kalındı. 2016 yılının Eylül ayından itibaren Kürt hareketinin kazanmış olduğu 101 belediyenin 95’ine kayyum atandı.

15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen darbe girişiminin ardından AKP hükümetinin saldırıları daha da arttı. 15 Temmuz’u “Allah’ın bir lütfu” olarak niteleyen Erdoğan, OHAL yönetimine geçerek işçi ve emekçilere, Kürt halkına karşı büyük bir saldırı başlattı. HDP eşbaşkanlarının ve bazı HDP milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı, hapse atıldı. Aynı zamanda belediye başkanlarını, belediye meclis üyelerini tutuklamaya başladılar. 4 Kasım 2016’da tutuklanan HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş başta olmak üzere o dönem tutuklanan milletvekilleri, belediye başkanları halen cezaevindeler. Üstelik farklı farklı cezaevlerine ve hücrelere koyularak; birbirleriyle ve aileleriyle iletişimlerini zorlaştırarak…

Bütün bunlar, faşist abluka ve katliamların devamı niteliğindeki saldırılardı. Kürt hareketinin yasal kazanımlarını da yok etmeyi amaçlıyordu. Ne var ki, bu saldırılara ciddi bir karşı koyuş gerçekleşmedi. En azından “kazanılmış mevzileri direnmeden terketmeme” tavrı izlenmedi. Belediyelerin önüne halkı yığmak, başkanların odasından çıkmaması, zorla çıkartmaya kalktıklarında direnmesi gibi, savunmaya dönük pasif biçimler dahi gösterilmedi. Kimi yerlerde gerçekleşen protesto eylemleri de çok cılız kaldı. İlk andaki tepkiler giderek azaldı, adeta bu durum kabullenildi.

Mart 2019’daki yerel seçimlere HDP, kayyum atanan belediyeleri yeniden kazanma hedefiyle girdi. Fakat kazanılan yerlere bir kez daha kayyum atandığında ne yapacaklarına dair bir politika üretmediler. Bu koşullarda kitleleri sandığa çağırmak anlamsızdı. Çünkü verilen oyların arkasında durulmuyor, kayyum tehlikesine karşı bir önlem alınmıyordu. Buna rağmen kayyumlardan kurtulmak isteyen halk, yine HDP’ye oy verdi. Abluka döneminde kendilerini yalnız bırakan HDP’ye öfkeliydiler, fakat devletin baskılarına karşı partiyi sahiplenme duygusuyla hareket etmişlerdi.

Mart 2019 seçimlerinde estirilen teröre, yapılan hilelere rağmen HDP 69 belediyeyi yeniden kazandı. (Öncesinde 101 belediyeye sahiptiler.) Kazanılan belediye sayısı ve oy oranında belli bir düşüş olmuştu, fakat o koşullarda bunu elde edebilmek bile başarı sayılırdı. Ne var ki, seçimlerin hemen ardından 6 belediye başkanı, KHK’lı oldukları gerekçesiyle görevlerinden alındı. 15 Temmuz sonrası çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile işten atılmış olmak, “suç” sayıldı. Hem de bu kişiler aday olmadan önce YSK’ya başvurdukları ve onay aldıkları halde. Yani önceden hazırlanmış bir kumpas sözkonusuydu. HDP’li başkanları görevden alıp, onlardan çok düşük oy alan AKP’li adayları başkan yaptılar. Sonrasında bu tür oyunlara da gerek duymadan diğer belediyelere kayyum atamaya devam ettiler.

HDP bu defa ilkinden daha fazla tepki göstermeye, protestolar örgütlemeye çalıştı. Fakat saldırıların boyutuna denk düşecek, AKP yönetimini zorlayacak biçimlere yükseltemedi. Örneğin belediyelerden birer birer atılmaktansa, toplu istifa etmek; hatta belediyelerle de sınırlı kalmayıp meclisten tümden çekilmek gibi önerileri yaşama geçirmedi. Oysa bunların gündeme gelmesi, tartışılması bile egemenleri ürkütmüştü. HDP ilk kez kendisine yapılanları protesto ile yetinmeyip karşı hamle geliştirecekti. Meclisten çekildiğinde “erken seçim” gündeme gelecek, AKP-MHP yönetimi zora girecekti. Burjuva medya “HDP sine-i millete mi dönüyor” manşetiyle uzun bir aradan sonra ilk kez HDP’den sözetmeye başladı. Fakat HDP bu beklentiyi boşa düşürdü. Mecliste kalacaklarını, orayı bir “mücadele alanı” olarak değerlendirmeye devam edeceklerini söylediler. Sanki ortada bir meclis ve bir “mücadele alanı” kalmış gibi!…

Kayyumlar, göstermelik seçimlerin de hiçleştiği bir noktaydı artık. Önceleri “sandık demokrasisi” olarak adlandırılan tırnak içindeki “demokrasi” de ortada kalkmıştı. Değişen bir şey yokmuş gibi düzen kurumlarına, kanunlara sadık kalarak, kayyumlara ve diğer saldırılara karşı konulamayacağı açıktı. Hal böyleyken HDP, muhalif partilere yükleniyor, CHP gibi partilerden destek bekliyordu. Oysa saldırının asıl muhatapları olarak kendileri harekete geçmeden başkalarından destek beklemek boş bir hayaldi. Nitekim başlangıçta kayyumla atılan belediye başkanlarına destek veren CHP’li yöneticiler, “kayyumlara karşıyız ama, teröre bulaşmışsa…” diye başlayan cümlelerle AKP’nin yalan ve demagojilerine ortak oldular.

Buna karşın HDP, saldırılara karşı kitleleri harekete geçirmek yerine, emperyalistlere ve işbirlikçilerine çağrılar yapmaya devam etti. Türkiye’yi NATO’ya şikayet etmek, ABD’nin “arabulucu” olmasını, AB’nin baskı yapmasını istemek gibi yollara başvurdu. Diğer yandan savaşa karşı içi boş “barış” çağrılarını yineleyip durdu; işe yaramayan “barış blok”ları oluşturdular, bunlar da birkaç açıklama ve mitingle görev savdılar.

Kayyumlar, çoğunlukla vali ve kaymakamlardan oluşuyordu. Yani yerellerde devleti temsil eden en üst yetkili olarak belediyelerin de başına geçirildiler. Bu vali ve kaymakamların –özellikle 15 Temmuz sonrası- AKP veya MHP’ye yakınlığına göre atandığını gözönüne alırsak; belediyelerin gerici-faşist blok tarafından gaspedildiği kendiliğinden anlaşılır. Nitekim kayyum olarak atananların ilk yaptıkları iş, Kürtçe tabelaları indirmek, Kürtleri temsil eden heykel, büst vb. her şeyi kaldırmak oldu. Sadece şoven saldırılarla yetinmediler; açılan onlarca kadın yaşam merkezi, sığınma evi, kreş ve bakımevleri, kültür-sanat kurumları kapatıldı. Diyarbakır başta olmak üzere şehir tiyatrolarında çalışan sanatçıların işlerine son verdiler. Kayyum atanan tüm belediyelerde büyük bir işçi kıyımı yaşandı. Binlerce işçi, işsiz kaldı. DİSK’e bağlı Genel İş üyesi 2 bin 200 kişi, ilk atılanlardan oldu. Buna karşı direnişler de yaşandı, bir kısmı yeniden işlerine dönebildi, ama genel olarak büyük bir hak gaspı yaşandı.

Kayyumla AKP, sadece Kürt illerinde seçilen belediyeleri gaspetmekle kalmadı, Kürt işbirlikçilerini palazlandırdı; “bal tutan parmağını yalar” misali kayyum sisteminden nemalanan Kürtleri kendine bağlayarak sistemini sağlamlaştırmaya girişti. Zaten başından beri dini duyguları kullanarak Kürt-İslamcı kesimleri yedeklemeye çalışmıştı. Kayyumlarla beraber kapatılan kurumların yerine onlarca kuran kursları açıldı, dinci gericiliğin güçlenmesi için önlerine her tür olanak serildi.

Esasında ABD’nin “ılımlı İslam” projesi, Kürtler için de geçerliydi. Sadece Türkiye’de değil, Kürdistan’ın diğer parçalarında da dinci gericiliği yaygınlaştırdılar. ABD’nin işgalinden sonra Irak’ın Kürt bölgesinde arka arkaya Fetullah Gülen okulları açılmıştı mesela. Keza radikal İslamcı örgütler güçlenmişti. Kürdistan İslami Birlik Partisi (KİP), Kürt yerel meclisinde 11 milletvekili bulunduruyordu. Kürt-İslam sentezini savunan KİP’in Türkiye ile ilişkilerinin çok eskiye dayandığı, son dönemde ise AKP’yi desteklediği söyleniyordu. AKP’nin HDP’den sonra bölgede ikinci parti olmasında, bu desteğin önemli bir rolü vardı. Kayyum darbesiyle birlikte Kürt illerinde dinci-gericiliği arttırmak, HDP’yi bölüp parçalayarak güçsüzleştirmek, PKK’nin kitle tabanını eritmek ve devletin Kürt bölgesindeki hakimiyetini güçlendirmek gibi birçok amacı içeren bir planı yaşama geçirmiş oldular.

Fakat kayyumların yolsuzlukları ayyuka çıkınca, halkın tepkisi de artmaya başladı. 31 Mart 2019 seçimlerinde kayyum atanan belediyelerin çoğunu HDP’nin yeniden kazanmasında, bu yolsuzlukların da payı vardı. Kayyumdan devralınan belediyelerde, tuvaletlerin bile altın kaplama yapıldığı, milyonlarca liranın lüks yaşama ve yandaşlara harcandığı, bu şekilde belediye kasasının boşaltıldığı görüldü. Yeni seçilen belediye başkanlarına, borçlanmış bir belediye bırakıldı; öyle ki, işçilerin ücretlerini bile ödeyemez durumdaydılar. Yeni başkanları başarısızlığa mahkum etmek gibi bir amaç güttükleri de ortadaydı. Sonrasında yapılanlarla bunu pekiştirdiler. Belediyelerin bağışlarla topladıkları paralara el koymaktan, bankalardan kredi almalarını engellemeye kadar her yola başvurdular. Kaybettikleri her yerde belediyelerin yetkilerini kısmaya ve iş yapamaz hale getirmeye uğraştılar.

Sonuçta kayyumlar yolsuzluklarıyla da teşhir olmasına rağmen, seçilmişleri yeniden görevden alıp kayyumları atamaya devam ettiler. Bu asıl olarak HDP’li belediyelere yapıldı, fakat CHP’li belediyeler de bundan nasibini aldı. Kayyum sistemi belediyelerden işletmelere ve üniversitelere kadar her yerde uygulanmaya başlandı. “Seçilmişler” güzellemesiyle işbaşına gelen AKP, ülkeyi tamamen “atanmışlar” ile yönetmeye başladı.

 

Ekonomik sömürü ve talan

Kürt halkına dönük saldırılar sadece siyasi-demokratik alanla sınırlı değildir. Esas olarak ekonomik sömürü ve talan ağırlaşarak sürdü, sürüyor. Ne var ki, Kürt hareketinin en az ilgilendiği alan da burasıdır. Görmezden gelmenin ötesinde, bu sömürüyü adeta teşvik eden yaklaşımları vardır. (Çözüm sürecinde TÜSİAD heyetini memnuniyetle karşılamaları hatırlansın.) Bu durum, Kürt ulusal hareketinin sınıfsal olarak Kürt burjuvalarına, toprak ağalarına dayanmalarıyla bağlantılıdır kuşkusuz.

Bilindiği gibi Kürt illeri, Türkiye’nin diğer bölgeleriyle kıyaslandığında en geri kalmış bölgedir. Bu rastlantısal, ya da “bölgenin coğrafi yapısı”ndan kaynaklanan bir durum değildir. Bilinçli bir tutumdur; ulusal ayrımcılığın ekonomik alandaki yansımasıdır.

Bu bilinçli tutum AKP döneminde de sürdü. Kürt bölgesi “Türkiye’nin Çin’i” olarak adlandırıldı. Böylece Kürt işçi ve emekçilerini “ucuz işgücü” olarak görüldüklerini, diğer bölgelere kıyasla daha ağır sömürüye tabi tuttuklarını açıkça itiraf etmiş oldular. Dahası, Kürt bölgesi için “düşük ücret” demek olan “bölgesel asgari ücret” gündeme geldi. Uygulamaya geçmese de, fiiliyatta Kürt illerindeki ücretler zaten belirlenen asgari ücretin çok altındaydı.

AKP döneminde sürdürülen bir diğer devlet politikası ise, “Güneydoğu Anadolu Projesi” GAP oldu. Erdoğan, Diyarbakır’da gerçekleştirdiği bir mitingle (27 Mayıs 2008) şaşalı gösterilerle GAP’ı canlandırma ve geliştirme programını açıkladı. GAP’la ekonomik eşitsizliğin ortadan kaldırılacağı, işsizliğin son bulacağı, halkın refah düzeyinin artacağı gibi bildik yalanları tekrarladı. GAP’ın yeniden parlatılması, tam da ABD’nin Irak işgali sonrasına, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin kurulma aşamasına denk getirilmişti. ABD’nin o dönemki büyükelçisi Robert Pearson, “Kürdistan’ın tümünün tek bir ekonomik pazar olarak ele alınması gerektiğini” söylüyordu. GAP bölgesinin Irak ve Suriye ile sınırdaş olması, bu projenin ABD Büyükelçisi’nin belirttiği gibi “Kürdistan’ın tümünü” hedeflemesi yönüyle de çakışıyordu. “Verimli Hilal” veya “Yukarı Mezopotamya” olarak adlandırılan bu bölge; Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Antep, Kilis, Mardin, Siirt, Urfa ve Şırnak olmak üzere toplam 9 ili kapsıyordu.

GAP’ın yeniden gündemleşmesi Irak işgali sonrası olduysa da, tarihi TC’nin kuruluş yıllarına dayanıyor. 1936 yılında “Elektrik İşleri Etüd İdaresi” adıyla başlayan ve Keban Barajı ile start alan bu proje, ’77 yılından itibaren GAP adını almış. ‘80’lerde çok sektörlü bir kalkınma planına dönüşmüş. Türkiye’nin en büyük, dünyanın ise 8. büyük projesi haline gelmiş.

Böyle bir projeye emperyalist tekellerin ilgisiz kalması düşünülemez tabi. Başta ABD olmak üzere, İtalya, Almanya, Fransa, Kanada, Japonya vb. birçok emperyalist ülkenin girişimleri bulunuyor. AB, OECD, BM, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar da kredi ve yardımlarla bölgede etkinlik kurmuşlar. Yanı sıra İsrail’in GAP bölgesinde yaklaşık 500 bin dönüm toprağa “aracılar” vasıtasıyla sahip olduğu söyleniyor. İsrail’in sadece tarımda değil, enerji ve sanayi alanına da yatırımları var. Ayrıca Koç, Sabancı, Çukurova, Uzan, Yaşar Holding gibi “yerli” tekeller de bölgeye üşüşmüş durumda. Sabancı, Çukurova ve Yaşar Holding’in yıllar öncesinden ‘aracılar’ ile yüz binlerce dönüm sulanabilir arazileri kapattıkları biliniyor. Kürt burjuvazisi de bunlardan nemalanmaya çalışıyor. Zaten TÜSİAD, Antep ve Diyarbakır’dan kimi işverenleri kendi bünyesine kattı. GAP bölgesine yatırım yapanların içinde 69 ortaklı “Doğu Holding” de bulunuyor.

Esasında GAP, başından itibaren emperyalist tekellerin elinde şekillenen bir proje. Keban barajının inşasını İtalyan firması, Karakaya barajını ise İtalyan-İsviçre müteahhitlik firması üstenmiş. Atatürk barajının türbinleri, EJVA adlı uluslararası bir konsorsiyum tarafından yapılmış. Bu konsorsiyum, Alman, İtalyan ve İsviçreli firmalardan oluşuyor. Barajda yer alacak elektrik santrali ihalesini de Alman Siemens firması kazanmış. Pek çok emperyalist ve işbirlikçi tekelin yatırımları bulunuyor.

Özellikle ABD, tekelleri aracılığıyla bölgeyi denetimi altında tutmaya çalışan ülkelerin başında geliyor. Irak işgali ile birlikte ABD’nin GAP’a olan ilgisi daha da arttı. Ortadoğu’nun petrol rezervlerinin korunması açısından GAP, stratejik bir noktada duruyordu çünkü. ABD, “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında AKP hükümeti eliyle birçok adım attı ve GAP için Antep’te “özel büro” kurdu. Bu büronun, Nitelikli Sanayi Bölgeleri (NSB) için veri tabanı oluşturma gibi bir görevi de bulunuyor. Keza “tarımsal işbirliği” adı altında emperyalist tekellerin yerleştirdikleri mühendis, danışman, askeri yetkili, diplomatlar ile CIA’den MOSSAD’a istihbarat kuruluşları bölgede cirit atıyorlar.

İşgal sonrasında Irak, GAP Bölgesi’nden en fazla ihracat yapılan ülke oldu. Irak’a çeşitli gıda ve temizlik maddelerinin yanı sıra büyük oranda çimento satıldı. Elbette bunlar GAP bölgesinde bulunan tekelleri ihya etti. ABD’nin bombalarıyla yıkılan, aç ve açıkta bırakılan Irak halkı, bu tekellerin gıda maddelerine muhtaç bırakılmıştı. Aynı durum Suriye savaşı sonrası Suriye halkı için de geçerli olacaktı.

GAP gündeme geldiği günden bu yana Kürt bölgesinin geri kalmışlıktan kurtulacağı, halkın ekonomik ve sosyal refah seviyesinin artacağı, işsizliğin önleneceği söylenmişti. Ama hiç öyle olmadı. Örneğin “GAP Master Planı”nda yaklaşık üç buçuk milyon kişiye iş olanağı yaratılacağı belirtiliyordu. Tamamlandığı kadarıyla bile, bu amaca hizmet etmediği görüldü. Atatürk Barajı, Urfa Tüneli gibi büyük projelerin inşaatlarında 14 bin civarında işçi çalıştığı halde, bu işçiler daha çok Karadeniz’den getirildi. Trabzon ve Toroslardan yüzbinlerce kişinin bölgeye göç etme başvuruları olumlu karşılanmış, küçük üreticiler lehine kullanılması gereken Ziraat Bankası Fonları’ndan yararlanmaları özendirilmişti. Buna karşılık barajın sular altında bıraktığı Kürt yerleşim yerlerinden yüzbinlerce kişiye farklı bölgeler adres gösterildi. (Aydın-Söke gibi) Köylülerin bunu reddetmesi üzerine tazminat da ödenmedi. Bu köylülerin çoğu Urfa’da amele pazarında iş beklemek zorunda kaldı. Zaten köylüye toprağını satıp işçi olmak dışında başka seçenek bırakmayan sistem, onları istihdam da etmeyince, işsizlik sorunu iyice depreşmişti.

Türkiye Ziraat Mühendisleri Odası’nın yaptığı bir araştırmaya göre, bölgenin en önemli sorunu işsizliktir. GAP’ın halkın refah seviyesinde bir değişim yaratmadığı, aksine toprak sahipleri ile yoksul halk arasındaki gelir adaletsizliğini arttığı, araştırmanın bir diğer sonucudur. Küçük bir azınlık dışında çok büyük bir çoğunluk bolluk içinde kıtlığı yaşamaktadır. GAP bölgesinden ülkenin dört bir yanına elektrik, su ve gıda giderken, Kürt halkı elektriksiz, susuz ve açlık tehlikesiyle yüz yüzedir. Yol ve kanalizasyon sorunları devam ettiği ve temiz su bulamadıkları için, birçok hastalığa yakalanıyorlar. Yani GAP’tan Kürt emekçilerinin payına düşen; işsizlik, açlık, hastalık olmuştur, bir de ucuz işçilik… Bölgedeki işletmelerde, işçiler sendikasız, sigortasız olarak ve çok düşük ücretle günde 12 saat çalıştırılıyor. Özellikle kadın işçilere rağbet ediliyor, çünkü kadınları daha fazla ve kolay sömürüyorlar.

Kısacası GAP’la amaçlanan; bir yandan tekellere yeni pazar alanları açmak ise, bir yandan da kırdan kente göçü hızlandırarak ucuz işgücü yaratmak, Kürt halkının kültürel özelliklerini yitirmesini, daha hızlı asimile olmasını sağlamaktır. Yanısıra demografik yapısını değiştirmek ve bütün bunların sonucu olarak, Kürt ulusal hareketini boğmaktır. GAP’ın  “köye dönüş”, “istihdam”, “emek yoğun” olmak üzere üç temel projesi bulunuyor. Ayrıca “toplu konut” projesi var. GAP bölgesinde bulunan 3551 köy ile 1538 daha küçük yerleşim birimi merkezi köylerde toplanıyor. Keza GAP kapsamında yapılan işlere başta Karadeniz olmak üzere değişik bölgelerden işçilerin getirilmesi, bölgeye yerleşmelerinin teşvik edilmesiyle, bölgenin demografik yapısını değiştirmeyi hedefliyorlar.

Ekonomik saldırı ve talan GAP’la sınırlı değil kuşkusuz. Esasında “geri kalmışlığı aşma” amaçlı tüm projeler, öncelikle Kürt sorununun inkârı, sonra da bölgenin ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan farklı hesaplarla kullanılması anlamını taşıyor. GAP bir prototip olduğu için onun üzerinde duruyoruz. Ve GAP, başlangıcından bu yana yaklaşık 70 yıl geçmesine rağmen bir türlü bitmeyen, sürekli ertelenen bir proje oldu. En son Erdoğan, bitiş tarihini 2012 olarak vermişti, tabi ki ne o yıl ne de sonrasında bitirildi. Üstelik GAP’a yatırım yapacak tekellere “işsizlik fonu”ndan teşvik verdikleri halde… Resmi açıklamalara göre GAP’a bugüne dek 19 milyar dolar harcanmış; tamamlanması için 13 milyar dolar daha gerekiyor. Elbette bu paralar işçi ve emekçilerin vergilerinden ödeniyor. Bu yetmiyormuş gibi, “işsizlik fonu” da GAP’a yatırım yapan burjuvalara akıtılıyor. Yani GAP, Türk Kürt tüm işçi ve emekçilerin sırtından yükselen, ama ona hizmet etmeyen bir proje olarak 70 yıldır sürdürülüyor.

Geldiğimiz noktada (2019 yılı itibarıyla-nba) projenin tamamlanması şöyle dursun, iyice tavsadığını hatta darbelendiğini söyleyebiliriz. Özelleştirme ve rant ekonomisini ifrada vardıran AKP hükümetleri, GAP kapsamındaki kamu yatırımlarını da özelleştirme yolu ile satarak tasfiye etmeye başladı. Diğer yandan yılda dört ürün verebilecek verimli ovalar, tarım alanları arsaya dönüştürdü; yeni imar planlarıyla ranta açıldı. GAP’ın en verimli arazileri üzerinde şimdi fabrikalar, siteler yükseliyor.

2015-16 yılları asında Kürt illerinin yakılıp yıkılmasının ardından başlatılan “yeniden inşa” süreci de emperyalist ve işbirlikçi tekellere yaradı; onlara yeni kar ve rant alanları açıldı. Öyle ki, Diyarbakır’ın Sur ilçesi tamamen yıkılıp yeniden yapılıyor. Cizre, Şırnak, Hakkari, yerle bir edilen bütün Kürt illeri başta TOKİ olmak üzere AKP yandaşı tekellere açılmış durumda. Yani sadece GAP bölgesiyle sınırlı olmayan tüm Kürt bölgesini kapsayan bir yağma sözkonusu.

Özcesi AKP dönemi, yalnızca artan baskı ve terörle değil, ekonomik sömürü ve talan yönüyle de diğer hükümetlere rahmet okutan bir dönem oldu.

 

Sorun ne sadece ekonomik,

ne sadece kültürel

Hal böyleyken Kürt hareketi, “ekonomik kalkınma” adına bölgenin emperyalist tekellere açılmasını destekleyen açıklamalar yaptılar, yapıyorlar.

2008 yılının Mayıs ayında Diyarbakır’da Erdoğan, GAP’ı yeniden canlandırma sözü verirken, dönemin Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, emperyalist ve işbirlikçi tekellere şöyle sesleniyordu: “Eğer bir fabrikanız varsa, biz bunun on olması için ne yapmamız gerekiyorsa onu yapmanın iddiası içindeyiz. Önümüzdeki on yıllık zaman dilimi içerisinde kentimiz Diyarbakır, bölgenin motor gücü olacaktır. Tam da bu noktada bugün kentimize gelecek olan sermaye, on yıl sonranın devi olacaktır. Onun için biz biz olalım bu zaman dilimini kaçırmayalım.” Konuşmasının devamında; “Türkiye dışında İran, Irak ve Suriye’deki Kürt nüfus düşünüldüğünde Kürt bölgesi, taze pazar ve büyük bir potansiyel taşıyor” diyerek, sadece Türkiye’deki Kürt bölgesini değil, diğer Kürt bölgelerini de içine katıyordu.

Bu yaklaşım Baydemir’e özgü ve onunla sınırlı değil tabi ki. Kürt hareketinin “siyasi çözüm” kulvarına girdiği ‘90’lı yılların ortalarından itibaren giderek artan bir eğilimi ifade ediyor. Bu eğilim, Kürt sorununu ekonomik gerilik ve bölgesel farklılıkla açıklayan resmi propagandayı güçlendiriyor. Fakat asıl vurgu “kültürel haklar” üzerine oldu. Kimi Kürt siyasetçileri “Anadolu’da herhangi bir şehir ile Kürt şehirleri arasında bir fark olmadığını” söyleyerek, esas sorunun Kürt dili ve kültürünün önüne dikilen engeller olduğunu savundu. Bu engeller kaldırıldığında Kürt sorunu çözülecekmiş gibi bir hava yaratıldı. AB’nin “Kopenhag kriterleri” referans alındı, vb…

Sorunun “kültürel haklar”la çözüleceğine dair görüşler yeni değildir. Kürt reformistleri yıllar öncesinden bu görüşleri savunmuştu. Onlara göre ulusal faktörlerden kaynaklanan ekonomik-sosyal eşitsizliklerden söz edilemezdi; bunlar varsa bile, coğrafi etkenlerden ve kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasından kaynaklanıyordu! Türk halkı ile Kürt halkı arasındaki eşitsizlik, siyasal-hukuki alanla sınırlıydı! Bu yönde düzenlemeler yapıldığında sorun çözülecekti! Dolayısıyla devrime gerek yoktu, reformlarla Kürt sorununu çözmek mümkündü!

Egemen ideologlar, Kürt sorununu “ekonomik gerilik” ve “bölgesel farklar”la açıklarken, Kürt reformistleri de “kültürel” alanla, “siyasal-hukuki” düzenlemelerle sınırladılar. Tek yanlı ve indirgemeci bu yaklaşımlar, ters yönlerden hareket ediyor görünse de parçayı bütünden, nedeni sonuçtan, ekonomiyi siyasetten koparan eklektik yaklaşımlardı. Sonuçta her ikisi de Kürt sorununun düzen-içi iyileştirmelerle çözüleceği noktasında buluşuyordu. PKK kurulduğu ilk yıllarda bu görüşlerle ideolojik mücadeleyi başlattığı için farklı olmuş ve halkın ilgisini çekebilmişti. Ne var ki sonrasında, egemen ideolojiden apartılmış görüşleri, Kürt reformistlerinin yanlış savlarını tekrarlayan bir noktaya geldi.

Oysa sorun, ne sadece ekonomik-sosyal ne de sadece kültürel-siyasaldı. Böyle niteleyenler, sorunun gerçek boyutlarına gizlemekte, dolayısıyla onu çözme niyetine ve iradesine sahip olmadıklarını göstermekteydi. Çünkü gerçekte tüm alanları kapsayan ulusal bir baskı ve sömürü sözkonusuydu. Ve devrim olmadan bunların değişmesi mümkün değildi. Bu görüşlerimizi yıllar öncesinde legal, illegal yayınlarımızda ifade etmiştik. (Bkz: Emperyalist savaş ve Kürt Sorunu- Yediveren Yay.)

Özetleyecek olursak; Kürt bölgesinin ekonomik, sosyal ve kültürel geriliğinde kapitalizmin eşitsiz ve dengesiz gelişim yasasının da payı vardır. Kapitalist bir toplumda kent ile kır, sanayi ile tarım, çeşitli sektörler ve bölgeler arasında eşitsizlikler her zaman olacaktır. Ama ulusal baskının altında yatan ekonomik çıkarları yok saymak, egemen sınıfların yapısından hiç bir şey anlamamak demektir. Çünkü hiçbir sınıf, hiçbir devlet, belli bir amacı ve çıkarı olmaksızın, baskı olsun diye baskı yapmaz. Türk egemen sınıflarının da devlet olarak örgütlenme hakkı üzerinde kurdukları tekelin altında yatan dürtü, Kürdistan’ın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamaktır. Türkiye’deki bölgeler arasında yapılan bir karşılaştırmada, ulusal ayrımcılığın izlerini yaşamın her alanında görmek mümkündür. Sanayiden tarıma, ticaretten bankacılığa, sağlıktan eğitime kadar uzanan eşitsizlikler vardır. Zaten Kürdistan’ın ‘mahrumiyet bölgesi’ sayılıp, buraya tayin edilen memurlara ‘zorunlu hizmet’ getirilmesi ve ek ücret verilmesi de bundan kaynaklanır.

Örneğin kötü ve dengesiz beslenmeden, susuz ve elektriksiz barınaklardan, kirli içme sularından dolayı salgın hastalıkların en yaygın olduğu yer Kürt bölgesidir. Keza çocuk ölümleri, Türkiye ortalamasının çok üzerindedir. Sağlık hizmetlerinin az ve yetersiz olması, bu durumu ağırlaştırmaktadır. Kürt illeri Türkiye’de hekim, hemşire, ebe, sağlık ocağı, eczane başına düşen insan sayılarının en yüksek rakamlara ulaştığı yerlerdir. Benzer bir durum eğitim alanında da geçerlidir. Okullaşma ve okuma oranı, Türkiye ortalamasının çok altındadır. Kürt bölgesindeki nüfusun yaklaşık yarısı ya ilkokul mezunu, ya da hiç okumamış durumda. Halkı cehalet içinde bırakma; ağaların, şeyhlerin, aşiret reislerinin gerici-dini ideolojilerin bombardımanına açık hale getirme politikasıyla uyumludur. Cehaletin sürmesinden ve eğitim düzeyinin en alt seviyede kalmasından büyük yarar sağlamışlardır çünkü. Türkçe eğitim yapan okulların işlevi ise, asıl olarak asimilasyon sürecini hızlandırmaktır.

Kısacası, Türk egemenlerinin Kürt halkı üzerindeki vantuzlarını yaşamın her alanına uzattığı, ulusal baskı ve soygun sistemi sözkonusudur. Bu durum Kürdistan’ı bir hapishaneye çevirmiştir. Bu hapishane temelinden yıkılmadıkça, Kürdistan’ın siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel hiç bir alanı düzelmeyecektir.

 

Sonuç yerine

Kürt ulusal hareketi 2000’li yılların başından itibaren çok zikzaklı bir çizgi izledi. Milat olarak 1999’da Öcalan’ın tutsak düştüğü yılı baz alırsak, o günden bu yana yaklaşık 20 yıldır birbiriyle çelişen pek çok şeyin savunulduğunu görürüz. İdeolojik-politik hattın yüzseksen derece değiştiği, sonra rötuşlandığı, son dönemlerde ise eski hedeflerin yeniden dillendirildiği önemli bir kesittir bu. Örneğin “bağımsız-birleşik Kürdistan” hedefinden vazgeçip AB’nin “kültürel haklar”ına kadar gerileyen bir döneme şahit olduk. Keza “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” (UKKTH) dahil olmak üzere en temel ML tezlerden, Kemalizm, sömürgecilik gibi politik çizgilerinin esaslarını oluşturan görüşlerin değiştirildiği, bunların yerini burjuva liberallerden apartılmış teorilerin aldığı bir dönemi yaşadık. Bu ideolojik-siyasi savruluşa paralel bir şekilde örgütsel yapılanmalarını, isimlerini de değiştirdiler.

Sonra yeniden aynı isme dönmeleri, ya da “kültürel haklar”dan “özyönetim”e sıçramaları, hatta yeniden “bağımsız Kürdistan”ı telaffuz etmeleri, UKKTH’nı savunmaya başlamaları, tabi ki eski çizgiye döndükleri anlamına gelmiyor. Bir ulusal hareket olarak PKK’nin ne kadar pragmatik olduğunu, amaca giden her yolu “mübah” saydığını, bu doğrultuda her tür ilkeyi rahatlıkla çiğneyebildiğini gösteriyor.

‘99’dan bugüne bir U dönüşü sözkonusudur ama başlangıç noktasından çok farklı bir yere gelinmiştir. Küçük-burjuva devrimci bir hareketten, emperyalistlerle ve işbirlikçileriyle uzlaşan, yer yer işbirliği yapan reformist bir harekete dönüşmüştür. Bu süre zarfında birçok kez “ateşkes” yapmış, hatta silahları bırakma noktasına varmışsa da, nesnel gelişmeler buna engel olmuştur. Barış görüşmeleriyle tasfiye edilen küçük-burjuva hareketlerden biri durumuna düşmemesini, bu gelişmelere, Kürdistan’ın jeo-stratejik konumuna borçludur. Fakat silahlı mücadeleyi halen sürdürüyor olması veya Suriye’de önemli başarılara imza atması, yaşadığı ideolojik-siyasi savruluşu ortadan kaldırmıyor.

Silaha sarılmanın, tek başına devrimcilik, militanlık ve ‘olumluluk’ sayılmayacağı, dünya devrimleri tarihinde sayısız örneklerle ispatlanmış durumda. Silahın pekala reformist çizgiyi kamufle aracına dönüştürüldüğü ya da ‘silahlı reformizm’ yapılabildiği kimse için sır değil artık. Önemli olan, silahların hangi hedefe yöneldiği ve hangi amaç doğrultusunda kullanıldığıdır. Namlusunu emperyalizme ve işbirlikçilerine çevirmediği koşulda, emperyalistler ve egemen klikler arasındaki çekişmelerin aleti olmaktan kurtulamaz; halklar da köle olarak kalmaya mahkum olur.

AKP hükümetleri döneminde (2002 Kasım’ından bugüne) Kürt sorunun çözümü doğrultusunda birbiriyle çelişen pek çok politika uygulandı. AKP, kendinden önceki hükümetlerin Kürtlere bakışını sürdürmekle birlikte, resmi devlet politikasının dışına çıkan adımlar da attı. Bunda en önemli faktör, bölgemizde süren emperyalist savaşın yarattığı sonuçlardı. Savaşın asıl olarak Kürt coğrafyasında yaşanıyor olması, Kürt sorununun uluslararası niteliğini büyütürken, Kürt örgütlerinin önemini de arttırmıştı. ABD, Kürt sorununu kendi amaçları doğrultusunda kullanmak için işbirlikçilerini harekete geçirdi. Bunların başında da Türkiye geliyordu.

AKP’nin kurulması ve 6 ay gibi kısa sürede tek başına hükümet olması, ABD’nin Ortadoğu savaşıyla doğrudan bağlantılıdır. AKP, gerek Irak’ta gerekse Suriye’de ABD’nin çıkarları doğrultusunda pek çok adım attı. Bunların içinde Kürt sorunu en başat olanıydı. Fakat ABD’nin yaşadığı güç kaybı ve savaşı istediği şekilde sürdürememesi, Türkiye’deki işbirlikçilerin manevra alanını genişletti. Diğer yandan Kürt hareketinin Suriye’de elde ettiği kazanımlar, Türk egemenlerinin korkularını iyice büyüttü. Bütün bunlar uzlaşma ve yumuşama politikalarından yeniden şoven saldırganlığa, baskı ve şiddet politikasına geçişi getirdi.

Sonuçta AKP’li yıllarda, Kürt sorununda o güne dek ulaşılabilen en geniş hakların kullanıldığı, fiili kazanımların özerklik ilanlarına kadar genişlediği; bununla birlikte en büyük yıkımın, baskı ve şiddetin, sömürü ve yağmanın gerçekleştiği bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. Kürt hareketi açısından ise, arka arkaya “ateşkes”ler, “barış görüşmeleri”, “silahlara veda” söylemleri ve yasal alanda büyüyen yapısıyla, daha fazla düzen içine çekilen; bununla birlikte savaşın yarattığı fırsatları değerlendirip Suriye’de fiilen “devlet” kurabilen, kuruluşundan itibaren en büyük kazanımları elde eden, emperyalist devletler tarafından “muhatap alınan” bir hareket haline geldiği bir dönem oldu. Kürt halkı çok büyük sevinçleri de yaşadı, çok korkunç acıları da… Umut ve beklentiden hüsran ve hayal kırıklığına, duyguların bir uçtan diğer uca hızla savrulduğu günleri yaşadı.

Elbette Kürt halkının en büyük sevinç kaynağı, Kürt hareketinin ise en büyük kazanımı Rojava oldu. Ne var ki Rojava’daki kazanımların ne kadar kalıcı olacağı ve halkın yaşamını ne oranda düzelteceği halen belirsizdir. Rojava’nın kuruluşundan bugüne geçirdiği evre, bu yöndeki kaygıları arttırmaktadır. Bunun nedenlerini “Rojava devrimi” başlığı altında ele alacağız.

Rojava da dahil yaklaşık son on yıllık gelişmeler, Kürt hareketini bir kavşağa, bir yol ayrımına getirmiştir. “Emperyalist çelişkilerinden yararlanma” adına, bir o emperyaliste bir bu emperyaliste yaslanma çizgisi, bir yerde tıkanmaya mahkumdur. Bugüne dek asıl olarak ABD ile zaman zaman da Rusya ve diğer emperyalistlerle uzlaşarak bir yere kadar gelindi. Ama bu şekilde daha fazla gidilemeyeceği açıktır. Elbette doğru yaklaşım, bir bütün olarak emperyalizme karşı durmak, kendi gücüne dayanan bağımsız bir politika izlemektir. Ancak PKK’nin bugüne dek izlediği çizgi, bizi bu konuda umutvar olmaktan alıkoyuyor. Ya emperyalist güçlerden birini tercih edecektir; (ki bunun ABD olma ihtimali yüksektir) ya da kendi içinde bölünme yaşayacaktır. Bu bölünmenin; şu ya da bu emperyalistin tercihi şeklinde değil de, halkın gerçek kurtuluşundan yana olması umut edilendir.

Kürt sorununun çözümünü devrim ve sosyalizmde gören bir yaklaşım, Kürt halkının gerçek kurtuluşunu sağlayacaktır. Çünkü kapitalist-emperyalist sistemde, diğer tüm ezilen uluslarda olduğu gibi Kürt ulusal sorunu da şu ya da bu emperyaliste dayanarak ve reformlarla çözülemez.

Emperyalizmle birlikte gericileşen burjuvazinin ulusal sorunu çözme gücü kalmamıştır. Ondan dolayıdır ki, ulusal sorunun çözümü de proletaryanın önderliğinde gerçekleşecek devrimlerle mümkün olacaktır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …