Geçtiğimiz Nisan ayı, mültecilere dönük arka arkaya katliamlar yaşandı. Batan bir teknede 300, bir başkasında 700 insan birden hayatını kaybetti.
BM rakamları, tablonun ne kadar korkunç olduğunu ortaya koymaya yetiyor. BM bünyesindeki Uluslararası Göç Örgütü’ne göre, 2014 yılında tüm dünyada 4 bin 868 mülteci yaşamını yitirdi. Bu rakam, geçen üç yılın toplamına eşit. 2015’in ilk aylarında ölenlerin sayısı ise şimdiden 2 bine yaklaştı.
Aslında bu rakamlar bile, tam olarak gerçeği yansıtmıyor. Mülteci akınlarında kayıt tutmak, kimlik tespiti yapmak gibi olanaklar yok. Mesela İMKANDER’in hazırladığı rapora göre, 2014 yılında dünyanın çeşitli savaş bölgelerinden Avrupa’ya deniz yoluyla ulaşmak üzere yola çıkan göçmen sayısı 207 bin. Avrupa Sınır Dairesi Frontex’in kayıtlarına göre, 182 bin 156 göçmen Avrupa kıyılarına ulaşabildi. Resmi rakamlara göre bu yolculuk sırasında ölenlerin sayısı ise 3 bin 419. Bu tabloda, yaklaşık 20 bin kişinin kayıp olduğu görünüyor. Ve bu 20 bin kişinin, kayda girmeyen göçmen ölümleri olduğu düşünülüyor. Tüm göç yollarında bu türden “kayıp”lar olduğu düşünülürse, resmi rakamlar gerçek durumun çok küçük bir bölümünü ifade ediyor demektir.
Oxford Üniversitesi Mülteci Araştırmaları Merkezi, mülteci sayısının II. Emperyalist Savaş sonrasındaki en yüksek seviyeye ulaştığını tespit etmiş. Ve bu durum “küresel bir mülteci felaketi” olarak tanımlanıyor. Dünya genelinde evini ve yurdunu terketmek zorunda kalan 50 milyonun üzerinde insan var. Halihazırda 1 milyon civarında göçmen, Libya’dan İtalya’ya gelmek üzere hazır bekliyor. Savaş ve açlık koşulları, bu sayıları her geçen gün artırıyor.
Savaştan kaçmak için mültecilik
İnsanların kendi doğup büyüdüğü toprakları terketmesi ve neyle karşılaşacağını bilmeden bambaşka bir yaşama doğru, üstelik de ölüm tehlikesini göze alarak yola çıkması kolay değildir. Kendi ülkesindeki ölüm tehlikesi, çıkacağı yolculuktan daha büyük; kendi ülkesindeki yaşam koşulları, en büyük belirsizlikten bile daha kötü durumdaysa, ancak o koşullarda yollara düşülür. Ancak bu kadar büyük bir çaresizlik durumunda, insanlar aşamadığı, değiştiremediği koşulları terketmek zorunda kalıyorlar. Üstelik de en ağır koşullarda gerçekleşecek bir ölüm yolculuğunu göze alarak…
Dünya genelinde “göç yolları”nın yoğunlaştığı yerler belli aslında. Libya üzerinden İtalya, Türkiye üzerinden Yunanistan, Avrupa’ya giden en kestirme yollar. En büyük göç dalgası bu yol üzerinde yaşanıyor. Güneydoğu Asya’da Bangladeş ya da Myanmar’dan Tayland, Malezya ya da Endonezya’ya geçiş için her yıl onbinlerce kişi harekete geçiyor. Keza, Karayipler üzerinden Amerika’ya giden göç yolu da, bir başka umut kapısı.
Son yıllarda bu yolculuğa çıkanların sayısında çok önemli bir artış var. Suriye, Irak ve Libya, son 2-3 yıldır savaşın hızla tırmandığı, bu nedenle mülteciliğin de çok arttığı ülkeler. Üstelik bu topraklardaki savaşlar, sadece genel olarak savaşlara özgü bir yıkım ve insanlık dramı getirmekle sınırlı kalmıyor; ayrıca ülkenin önceki toplumsal yaşamını alt-üst eden bir biçimde dinci-gerici vahşeti de güçlendiriyor. IŞİD saldırganlığında somutlanan bu vahşet, ülkeyi terketmek isteyenlerin sayısında büyük bir artış yaratıyor.
Benzer bir biçimde, başta Somali olmak üzere birçok Afrika ülkesinin insanları, hem ülkedeki siyasi baskıdan, hem de IŞİD’in türevlerinden kurtulmak için yollara dökülüyorlar. Keza Afganistan ve Pakistan halkı da, bir taraftan ABD işgaline karşı (Pakistan, Afganistan’daki işgalin dolaylı sonuçlarını yaşıyor), diğer taraftan Taliban gericiliğine karşı hayatta kalma savaşı veriyor.
Ölümler neden arttı
Artan şey sadece mültecilerin sayısı değil; mültecilerin ölümlerinde de çok hızlı bir artış sözkonusu. Bunun birden fazla nedeni var.
En başta gelen nedeni, elbette mülteci sayısının artması. Yola çıkan insan sayısı ve bu insanların çaresizliği arttıkça, insan tacirlerinin açgözlülüğü de artarken, güvenlik önlemleri bir o kadar azalıyor. Yollar daha tehlikeli ve daha güvensiz hale geliyor. BM rakamlarına göre, 2011 yılında Libya savaşı bütün şiddetiyle sürerken 70 bin kişi Akdeniz’i geçmeye çalışmıştı. 2015 yılında Ocak ayından bu yana ise, Akdeniz’i geçmeye çalışanların en az 348 bin kişi olduğu tahmin ediliyor.
İkincisi, Avrupa’ya ulaşmada en etkin yol olarak görülen Libya’nın IŞİD’in kontrolünde olması oldukça önemli bir sorun. IŞİD’in doğrudan yönettiği insan kaçakçılığında, mültecilerin ödediği paralar fahiş düzeylere yükselmekle birlikte, ulaşım için giderek daha küçük ve güvensiz tekneler kullanılıyor. İnsanlar, IŞİD’in hem Libya’daki hem de başka ülkelerdeki vahşetinden kaçmak için, yine IŞİD’in kullandığı bir yola girmek zorunda kalıyorlar. Bu çaresizlik, IŞİD’i daha pervasız hale getiriyor. Ve hatta, mültecileri, üstelik paralarını da peşin alarak, doğrudan ölüme göndermekten çekinmiyorlar.
Üçüncü neden, sadece insan kaçakçıları değil, emperyalist ülkeler de soruna kendi karları üzerinden bakıyor. Emperyalistler, neden oldukları savaşların sonuçlarının kendi ülkelerine taşınmasını istemiyor, bunu durdurmaya çalışıyorlar. Avrupa ülkeleri, göçmenliği kendi ülkelerinin “dokusunu ve huzurunu bozan” bir unsur olarak görüyor. Ve mülteciliği durdurmak için, hem yasal hem de fiili çeşitli önlemler alıyorlar.
İtalya, kendi ülkesine dönük mülteci akınında, faciaları önlemek amacıyla Mare Nostrum (Bizim Deniz) adını verdiği kurtarma operasyonları gerçekleştiriyordu. Ancak bu operasyonları, AB (Avrupa Birliği) maddi destek vermediği gerekçesiyle, 2014 yılı Kasım ayında bitirdi. Öncesinde, su alan, kaptanı tarafından terkedilen, fırtınaya kapılan ya da çeşitli nedenlerle batma tehlikesi geçiren mülteci teknelerine müdahale ederek kurtarma operasyonları düzenlerken, Kasım ayından itibaren, bu tekneleri kaderine terketmeye başladı. Libya’nın IŞİD’i mültecileri yola çıkarırken ölüme terkettiği gibi, İtalyan sermayesi de bu mültecileri “görmeyerek” Akdeniz’in mezarlığa dönüşmesine göz yumdu.
Akdeniz’deki mülteci akını aslında AB’nin Avrupa Sınır Polisi Frontex’e bağlı olarak hayata geçirdiği Triton adlı operasyonlarının da gündeminde yer alıyor. Ancak Triton operasyonlarının amacı, insanları kurtarmak değil, AB sınırlarını korumak, kara sularında önlem alarak mültecilerin girişini engellemek. Oysa en çok ölümler uluslararası sularda gündeme geliyor.
Keza bazı ülkelerin karasularına giren mülteci teknelerini uluslararası sulara ittiği de bilinmeyen bir durum değil. Mesela Yunanistan’ın batmakta olduğunu gördüğü tekneleri Türkiye karasularına ittiği, çeşitli raporlarda yeralan bir durum.
Emperyalistler açısından, mülteciler bir insanlık dramı olarak değil, kendi topraklarını işgal edecek fazlalıklar olarak görülüyor. Üstelik mülteciliğin temel sebebi, kendi emperyalist politikaları olduğu halde.
Kimler “mülteci”dir
Burada hukuksal bir ayrımı da belirtmek gerekiyor.
Ülkesinde ulusal, sosyal, dinsel ya da siyasal nedenlerle baskı altında olduğu için başka bir ülkeye “sığınma” talebinde bulunan kişilere “sığınmacı” adı veriliyor. (Suriye sınırını geçip Türkiye’ye giriş yaparak kamplarda ya da akrabalarının yanında kalan Suriyeliler gibi)
Sığınma talebi kabul edilerek sözkonusu ülke tarafından “kabul” edilen kişi “mülteci” statüsü kazanıyor. (Avrupa’da oturum alan Türkiyeli siyasiler gibi.)
Siyasal-sosyal nedenlerin dışında, genellikle ekonomik nedenlerle başka bir ülkede, o ülkenin bilgisi ve izni ile yerleşen kişilere ise “göçmen” deniyor. (’60’lı yıllarda Almanya’ya işçi olarak giden Türkiyeliler gibi) O ülkenin bilgisi ve izni olmadan, ülkenin resmi kayıtlarına girmeden yaşayanlar, “kaçak göçmen” olarak tanımlanıyor.
Göç hareketlerinde asıl neden, savaştan kaçmak gibi siyasi nedenler olduğu için, göç edenler bu hukuksal ayrımlardan bağımsız biçimde, genel olarak “mülteci” adıyla ifade ediliyor. Bu nedenle biz de yazımızda öyle kullandık.
Mültecilerin dramı
Hangi statüyle olursa olsun, gittikleri yerlerde de bu insanları bekleyen, insanlık dramından başka birşey değildir. Savaştan ve ölümden kaçmışlardır, ama insanlıkdışı koşullarda yaşamaya mahkum edilirler. Son iki yıldır Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin yaşadıkları gözlerimizin önünde.
AKP hükümeti sınırları açtı ve bir anda yüzbinlerce insan Türkiye’ye aktı. Bunların Esad’a karşı savaşmak üzere kamplarda eğitim alanları ve zengin oldukları için kent içinde ev tutarak rahat yaşayanları bir kenara bırakalım. Kamplarda kalanlar, doğru düzgün yemekten ve ihtiyacı karşılayacak sudan yoksundurlar. Önemli bir kısmı, günde 5 TL’ye tarlada çalışmaya götürülüyor. Kadınlar ve küçük kızlar fuhuşa zorlanıyor.
Ya da Afganistan’dan Pakistan’dan İstanbul’a kadar gelebilen insanları duyuyoruz bazen haberlerde. Küçücük bir evde yüzlerce kişi hapsedildiklerini, aç ve susuz kaldıklarını, kendilerini Yunanistan’a geçirecek tekneyi bu “hapishanede” beklediklerini anlatırlar.
Genel olarak mülteciler, gittikleri yerlerde ırkçı saldırılara maruz kalırlar. “Farklı” olmaları, dışlanmalarını kolaylaştırır; çok düşük ücretlerle çalışmayı kabul ettiklerinden, yerli halk tarafından işsizliğin sorumlusu olarak algılanır. Barınma ve günlük ihtiyaçlarını giderme olanakları son derece sınırlıdır. 11 Eylül 2001 saldırılarından itibaren, gerek ABD’de gerekse AB ülkelerinde göçmenlik yasaları değiştirilmiş, şartlar ağırlaştırılmıştır.
Ve göçmenlik başvurusu kabul edilmediği koşulda, sınırdışı tehdidi de, başlarının üzerinde sallanan Demoklesin Kılıcı’dır.
Mülteci sorunu nasıl çözülür
Emperyalist ülkeler, ölenlerin ardından timsah gözyaşları döküyor, üzüntülü açıklamalar yapıyor ve böylece kendilerinin de bu durumu istemediklerini gösteriyorlar. Oysa onların istemedikleri tek şey, yaratmak için çok uğraştıkları “demokrasi” ve “medeniyet” algılarının bozulmasıdır. Zengin Batılı dünyanın gözlerinin önünde, çaresiz, aç, yoksul insanların ölüme gönderilmesidir. Gözleri önünde olmadığı sürece, “karakafalı” göçmenlerin ölmeleriyle ilgili bir sorunları yoktur aslında.
Bu nedenle emperyalist sistem mülteciliği ve genel olarak göç sorununu çözmek için doğru adımları atmaz. Sınırlara daha fazla güvenlik, daha fazla jandarma, daha sert yasalar dışında bir “çare” bulamaz.
Oysa kendi yaşadığı toprakları bırakıp gelen insanların ya siyasal nedenlerle ya da açlıktan, ölümle karşı karşıya oldukları gerçeğini hiç akıldan çıkarmadan “çözüm” aramak gerekir.
İnsanca barınma-çalışma koşullarının sağlanması, eğitim ve sağlık hizmetlerinin verilmesi, çocukların bakımı ve eğitimi için özel düzenlemeler yapılması gibi, ilk elde somut adımlar atılması zor değildir.
Ama daha önemlisi, göç edenlerin neden yollara düştüğünü bilmek; sınırlara örülmüş duvarlarla, mayınlarla, tel örgülerle, jandarma kurşunlarıyla, su alan teknelerle bu göçü engellemeye çalışmaktan vazgeçmek gerekir.
Ve en önemlisi; göçe neden olan unsurları ortadan kaldırmak gerekir. Emperyalist savaşları, emperyalist hegemonya ve yıkım saldırılarını yoketmek, göçü yoketmenin en önemli unsurudur. Emperyalistlerin müdahalesi olmadığında, kapitalizmin kar hırsından uzak kaldığında, her bölgede yaşayan insanların kendisine yeterli gıdası da vardır, kendi iç barışı da. Açlığın sorumlusudur emperyalistler… İç savaşların ve kan deryasının sorumlusudur…
İnsanın insanı sömürüsü var olduğu sürece, siyasi ve ekonomik göç hareketleri bu sömürünün kaçınılmaz sonuçlarından birisi olacaktır. Göçmenliği yoketmenin tek yolu, sömürücü toplumsal sistemi yoketmek, “çitlerin olmadığı bir dünya” yaratmaktır.