2005 yılında 8 Mart Platformu’nun yaşadığı ayrışmanın temelinde, kadın sorununa bakıştaki ideolojik ayrım yatıyordu. 2005 8 Martı, devrimcilerle feministleri, son derece devrimci bir tarzda ayrıştırmıştı. Ayrışmanın biçimi bile bu içeriğe uygundu. Devrimci 8 Mart Platformu, Saraçhane ve Beyazıt meydanlarında, “izinsiz” ama meşru bir tutumla, devletle çatışmalı, gaz bombalı ve coplu bir biçimde, ama son derece büyük bir irade ve kararlılıkla 8 Mart etkinliğini gerçekleştirmeyi başarmıştı. Diğer tarafta ise, Kürt kadın hareketinin başını çektiği feministler vardı.
Bu ayrışma sırasında, rüzgar devrimcilerden yana esiyordu. Öyle ki, aslında kadın sorununda hızlı biçimde Kürt hareketinin çizgisine savrulan ESP, 2005 8 Martında iki tarafa da katılmadan kendi mitingini örgütlemek zorunda kalmıştı.
Ancak geçen süre içinde, devrim saflarında feminizmin etkisi arttı. Kürt hareketinin güç kazanmasının ve reformistlerle birlikte kimi devrimci-demokrat yapıları da kendi çatısı altına çekebilmesinin bunda büyük bir rolü oldu. Geçen süre içinde, feminist söylem ve argümanlar, devrimci saflarda bile yankı bulmaya başladı. Bazı devrimci yapılar açıktan feminist saflara doğru kayarken, kimileri devrimci saflarda görünmesine rağmen, çeşitli biçimlerde teorize ederek, gözünün ve aklının diğer tarafta olduğunu ortaya koydu. En önemlisi ise, temel konularda feministlerle arasında ayrım çizerken, kapıdaki küçük sızıntıları farketmeden feminizmden etkilenmeye, örtük biçimde feminizmi savunmaya, onun argümanlarını kullanmaya başladılar.
Bu durum, feminist düşüncenin ideolojik temellerini iyi çözümlemeyi, kadın sorunu konusundaki temel ML görüşleri her platformda bıkmadan savunmayı, her yazıda vurgulamayı, her konuşmada eksene oturtmayı daha zorunlu hale getirdi. Temel doğruların çarpıtılmasını, sulandırılmasını önlemenin tek yolu buydu çünkü.
Feministlerle temel ayrım noktaları
ML görüşle feminist görüş arasındaki farkları üç temel başlık altında özetlemek mümkündür.
Birincisi; kadın üzerindeki sömürü, “sınıfsal, cinsel, ulusal” sömürüdür; ve bu üçü birbirinden ayrılmadan ele alınmalıdır. Kadın sorunu anlatılırken, bunun üç temel kategoride “sınıfsal, ulusal, cinsel” başlıkları altında toplanmakta olduğu, her tür sorunun bu üç başlıktan birinin altına girebileceği unutulmamalıdır.
Kadın sorununu ele alan metinlerde sorun güncel görüngülere indirgenmekte, kadın sorunu bu güncel görüngüler üzerinden ifade edilmektedir. Geçmişte ev kadınının ev işlerine hapsedilmişliği, bugün ise kadın cinayetleri, bu güncel görüngülerdir. Ve kadın sorunu adeta bunlarla sınırlıymış gibi davranılmaktadır.
Oysa bu doğru değildir. Mesela kadın cinayetlerinin bu kadar artmasının en önemli nedeni, sınıf mücadelesinin son yıllarda geriye düşmüş olmasıdır. Sömürünün yoğunlaşması, bir taraftan ezilen sınıf üzerindeki ekonomik sömürüyü artırırken, “ezilenin ezileni” emekçi kadın üzerindeki sömürüyü iki kat daha güçlendirmektedir. Bu, iki yönlü gerileme getirmektedir. Birincisi mücadelenin geriye düşmesi “mülkiyet” bağlılığını güçlendirirken, kadını da “mülk”leştirme saldırısını katmerlendirmektedir. Kadın cinayetleri de kadını kendi “mülkü” olarak tanımlayan erkek egemenliğinin saldırısıdır. İkincisi, mücadele gerilediğinde, kadınların mücadeleye katılımı ve örgütlülük düzeyi daha da sınırlı ve sorunlu hale gelmektedir. Örgütsüz kadın, sınıfsal sorunları için mücadele edemeyen kadın, evdeki şiddete karşı çıkmak konusunda da son derece çaresizdir.
Bu nedenle, cinsel sömürü de sınıfsal sömürünün düzeyinden bağımsız değildir, bu bütünlük içinde ele alınmalıdır.
İkincisi; kadın sorununun çözülmesi için kadın ve erkeğin birlikte mücadele etmesi gerektiği gözden kaçırılmamalıdır. Genel olarak kadınların mücadeleyi yükseltmesi, kadının ezilmişliğine karşı başkaldırması gerektiği üzerine vurgular her dönem yapılırken, bu mücadelede erkeklerin de olması gerektiği arka planda kalmaktadır.
En çarpıcı görüntü, kadın sorununa ilişkin eylemlere erkeklerin alınmamasıdır. 2005 yılı öncesinde 8 Mart eylemlerine erkeklerin katılması büyük tartışma konusu yapılmış devrimci erkeklerin arkadan yürümesi ya da kortejden çıkması üzerine tartışmalar yürütülmüş, hatta 8 Mart yürüyüşüne katılmak isteyen erkeklere saldırılması gündeme gelmişti. Bugün de kadın cinayetlerine karşı yapılan eylemlere erkeklerin katılması engellenmektedir.
Daha örtük biçimi ise, 8 Mart eylemlerinin örgütlenmesinin de, programdaki ağırlığın da kadınlara bırakılmasıdır. Adeta “anneler günü” gibi, yılda bir defa kadına temsiliyet ve kürsü hakkının verilmesi için özel olarak uğraşılmaktadır. Diğer taraftan 1 Mayıs gibi önemli gündemler sözkonusu olduğunda, temsil ve karar hakkı tartışmasız biçimde erkeklerin elindedir. Oysa asıl “pozitif ayrımcılık”, devrimci kadınların sadece kadın sorununda değil, mücadelenin tüm sorunlarında söz hakkının olması, temsil yetkisinin bulunması, devrimci kadın ile erkeğin, kolektifin eşit birer parçası olarak hareket edebilmesidir. Mücadelenin her alanında olduğu gibi, 8 Mart’ın örgütlenmesi de kadın ve erkek devrimcilerin ortak faaliyeti olmalıdır.
Kadın ile erkeği ayrıştırmak, araya mesafeler koymak, birbirlerine karşı “anlaşılmaz” kılmak ve birbirlerine yabancılaştırmak, burjuvazinin işidir. Klasik “böl ve yönet” taktiğinin bir parçasıdır. Komünistler için ise, işçi-emekçi kadın ile erkek, sınıf mücadelesinin tartışılmaz ve vazgeçilmez iki unsurudur. “Göğün yarısı” olan kadınlar, mücadelenin eşit ortağı olarak içinde yer almadığı sürece, hiçbir toplumsal hareket başarıya ulaşmamıştır.
Üçüncüsü; kadının kurtuluş mücadelesinin cinsel içerikte ve erkeğe karşı değil, sınıfsal içerikte ve egemen sınıfa karşı yürütülmesi gerektiği mutlaka öne çıkartılmalıdır. Feministlerin bütün hedefi “erkek ve erk’eklik”tir. Öyle ki feminist etkiler altındaki partilerin erkek kadroları, “biz erkek değiliz” sloganıyla eylemler yapmaktadır.
Feminist propagandanın tüm vurguları “erkek egemen sistem” üzerine yoğunlaştırılmakta, hedefe “erkek olma durumu” çakılmaktadır. Oysa “erkek egemen sistem” aynı zamanda “sınıflı toplum”dur ve hedefe çakılması gereken “egemen cins” değil, “egemen sınıf”tır. Kadın devrimciler, “erkeklere” karşı savaşarak değil, burjuvaziye karşı savaşarak güçlenecek, üzerlerindeki cinsel sömürüyü de ortadan kaldıracak, erkeklerle eşit hale gelecektir. Erkek devrimcilerin yapmaları gereken ise cinsel kimliklerini inkar etmek değil, sınıfsal kimliklerini güçlendirerek komünistleşmek, sınıf mücadelesine daha etkin katılmaktır.
Tekel işçilerinin direnişi, en çarpıcı örneklerden biridir. İşlerine geri dönme mücadelesinin içinde, polisin gazına-copuna, havanın ayazına-karına, sendikanın oportunizmine, her türden saldırıya karşı birlikte direnen kadın ve erkek işçiler, direnişte eşitliği yakaladıkça güçlenmişlerdir. Tekel direnişi, çadırda kalan en gerici işçilerin bile kadına bakışını değiştirmede önemli bir rol oynamıştır.
Feminizmin ince türevleri
Mücadelenin geriye düşmesi, burjuva ideolojik bombardımanın çeşitli biçimlerde devrim saflarına da sızmasına neden olmaktadır. Burjuva bombardıman öylesine güçlüdür ki, sağlam biçimde ML argümanlara tutunmayan devrimciler, bundan etkilenebilmektedir. Ve “kadın sorununa duyarlılık” adına, burjuva görüşleri savunabilmektedir.
“Kadın” olma halleri üzerinden yapılan övgüler bunun en bariz sonuçlarından biridir. Pekçok devrimci yapı “siyasete kadın elinin değmesi”, “kadın duyarlılığının hakim hale getirilmesi”, “kadın renginin katılması” gibi söylemleri rahatlıkla kullanabilmektedir. Adeta “kadın olmak” tek başına bir övgü nedeni haline getirilmektedir. “Kadın olmak”, devrimci olmak için, komünist olmak için yeterli kriter olarak algılanmaktadır.
Geçmişte “genç olmak” üzerinden, bir dönem “alevi olmak” üzerinden, ‘90’lardan bu yana “Kürt olmak” üzerinden yapılan övgüler, bugün “kadın olmak” üzerinden yapılmaktadır. Oysa gençlerin içinde faşistler, alevilerin içinde gerici-bağnazlar, Kürtler içinde işbirlikçiler her dönem vardır, olacaktır.
Çünkü hiçbir sınıf, hiçbir tabaka, hiçbir katman, hiçbir cins, hiçbir ulus, otomatik olarak kendiliğinden devrimci değildir, olamaz. Her sınıf, katman, cins, ulus vb. sınıf bilinciyle donandıkça, sınıf mücadelesine katıldıkça, ML ideoloji doğrultusunda kendisini DEĞİŞTİRİP DÖNÜŞTÜRDÜKÇE devrimcileşir, komünistleşir, erdemlerle donanır.
“Kadın” olma durumunu tek başına “ortamı daha iyi hale getirecek” bir unsur olarak görmek, tersten cinsiyetçi bakış açısını güçlendirmeye, kadın ile erkek arasına uçurumlar koymaya, kadının ikinci sınıf konumunu pekiştirmeye, kimi durumlarda erkeklerin de kadın özellikleri edinmesini istemeye götüren çarpık bir anlayıştır. Bu aslında sorunu “bağrına basarak boğmak”tan başka bir şey değildir. Olması gereken, erkekleri kadınlaştırmak, ya da kadınları putlaştırmak değil, hem erkek hem de kadın emekçileri devrimcileştirmektir. İhtiyacımız olan, erkeklerin “kadın duyarlılığını” kazanması değil; hem kadınların hem de erkeklerin, sınıf mücadelesinin militanlığını, sınıf bilinçli proletaryanın disiplinini, çalışkanlığını, fedakarlığını, mertliğini, dürüstlüğünü, savaşma gücü ve kararlılığını kazanmasıdır.
Kadın kotası da, burjuvazinin kadın sömürüsünün örtük biçimlerinden biridir. Çünkü hem kadına dönük örtük bir aşağılama içermektedir, hem de kadının geri konumunun tescillenmesini sağlamaktadır.
Kadın kotası, kadınların bir siyasi yapı içinde yönetici konumlara gelmesinin tüzüksel garantisi olarak görülmektedir. Ancak zaten sorun da buradadır. Demek ki o siyasi yapı içinde kadınlar, yönetici konumlara gelecek düzeyde gelişememektedirler. Bu durumda, yönetici konumlarda kadınlara yer verse bile, kota uygulayan bir siyasi yapı, kadınlara gerçekten gelişmeleri için uygun koşulları yaratmıyor demektir. Bu yanıyla kota, gelişimi ve kadın sorununun çözümünü değil, tersine sorunun derinleşmesini ve kronikleşmesini getirmektedir.
Yakın tarihte yaşanan çarpıcı bir örneği verelim. HDK’nın (Halkların Demokratik Kongresi) Kasım ayında gerçekleştirdiği kongrede, meclis seçimlerinde kadın kotası uygulama kararı almıştı. Seçimler gerçekleştirildi, 101 kişi Kongre Meclisi’ne seçildi. Ancak yüzde 50 kadın kotası sağlanamamıştı; meclis üye sayısı 120’ye çıkartıldı ve böylece kota dolduruldu. Sonradan alınan 19 kadın, gerçekten o organda mıdır, gerçekten yönetici midir?
Çünkü kota özünde bir “icazet” niteliği taşımaktadır ve “hakedilmemişlik” yönü baskındır. Kota ile yönetici konumda görevlendirilen kadın, bulunduğu yeri hakettiği, gerçekten o göreve layık olduğu için değil, sözkonusu siyasi parti, kadın sorununa duyarlıymış gibi görünmek istediği için oradadır. En küçük bir tartışmada, itirazda, karar alma sürecinde farklı bir görüşü savunduğunda, kendisine bu durumu hatırlatılacaktır. Kota nedeniyle göreve gelen bir kadın yönetici, kendi içinde eziklik duygusunu hiçbir zaman aşamayacak; konumunun gerektirdiği cesaret ve kararlılığı gösteremeyecektir. Ya da tersten, yükselişi onda bir başdönmesi yaratacak ve daha kötü bir duruma savrulacaktır. Çünkü bir konuma gelmek ile ona layık olmak arasında büyük bir fark vardır. Ayrıca yönetici organlarda yer almak, tek başına gelişmek için yeterli değildir.
Oysa aslolan, kadınların gelişimini sağlamaktır. Yönetici konumlara kadınlar, sayı doldurmak için değil, kendi bileğinin hakkıyla, gelişim düzeyleriyle, verdikleri sınavlar ve geçtikleri eşiklerle gelmelidirler. Aldığı kararların, savunduğu görüşlerin hayata geçmesini sağlamanın tek yolu budur. Parti kadınların gelişimini gerçekten sağlamalı, bunun olanaklarını yaratmalıdır. Mücadele içinde militan, ML eğitim düzeyi yüksek, özgüveni sağlam, savaşta kararlı kadın kadroları yetiştirebilmelidir. Bunu başaramıyorsa, kota ile nitelikli kadın yöneticiler yetiştiremez, parti içindeki kadın sorununu çözemez.
“Pozitif ayrımcılık”, aynı göreve aday ve denk niteliklere sahip bir kadın ile bir erkek arasında, kadından yana tercih kullanmakla sınırlı olmalıdır. Hakeden bir erkeğin yerine haketmeyen bir kadını görevlendirerek değil!.. Aksi halde bu durum, parti içinde çok daha ciddi sorunlara yol açacaktır.
Ancak kota sorunu öylesine abartılmaktadır ki; adeta kadın sorununun tek çözümü buymuş gibi gösterilmektedir. Mesela MLKP’nin yayın organı Partinin Sesi’nin 69’uncu sayısında, “Kadının kurumsal gücünü yaratmak” başlıklı yazıda şu sözler sarfedilmektedir: “Kadın komünistler, bilinç düzeyi, birikimi, örgütsel geçmişi ne olursa olsun, çalışma alanının aktif bir öznesi olma, yönetim birimlerinde yarı yarıya yer alma hakkı olduğunun bilinciyle yürümelidir.”(abç) Bu bir dil sürçmesi midir, yoksa gerçekten “kadın” olmak, artık MLKP içinde yönetici olmak için tek kıstas haline mi gelmiştir? Gerçekten nitelikleri “ne olursa olsun” kadınlar, MLKP içinde yönetici konumlara getirilmekte midir? O zaman MLKP’nin yönetici komitelerinin (ve dolayısıyla MLKP’nin) nitelikleri mi düşmektedir, yoksa o komitelerdeki erkek kadroların, kadınların yarattığı yönetme zaafını da giderecek kadar yetkin olduğu mu varsayılmaktadır? Her iki durumda da parti içinde kadının konumu zayıflarken, kadın sorunu büyümektedir. Oysa gerçek bir devrimci partide, kadrolar sadece ve sadece “bilinç düzeyi, birikimi, örgütsel geçmişi” gibi kriterler dikkate alınarak konumlandırılmalıdır; cinsiyetleri değil.
“Kadın dayanışması” kavramı da tıpkı “kadın kotası” konusunda olduğu gibi sorunu çözen değil, derinleştiren sorunlu ifadelerden biridir. Bu kavramı en çok kadına yönelik şiddet konusu gündeme geldiğinde duyuyoruz. Kadına yönelik şiddeti durdurmanın en etkili yönteminin “kadın dayanışması”nı güçlendirmek gerektiği söylenmekte; şiddet gören kadına ÖNCELİKLE kadınların sahip çıkması savunulmaktadır.
İşin bir yanı, kadına yönelik şiddeti durdurmak için, erkeklerin de kadınlar kadar şiddete karşı olması gerekmektedir. Yani şiddet gören kadınla “dayanışmak”, kadınlar kadar erkeklerin de görevidir. Ancak feminist akımlar, şiddet karşıtı eylemlerinden erkekleri dışlamaktadır. Bu tam da, şiddetin kaynağı olarak sınıflı toplumu değil, erkeği gören bakış açısından kaynaklanmaktadır.
İşin diğer yanında ise, kadınların dayanışması kavramının yanlışlığı vardır. Bilinçsiz kadınlar arasındaki ilişkide hakim olan duygu “dayanışma” değil, “rekabet”tir. Çünkü sınıflı toplum kadınları birbirine “rakip” olarak tanımlamaktadır. Kadına yönelik ahlak cinayetlerinde bizzat kadınların, hatta annelerin ortak olduğu durumlar az değildir. Sınıf bilinçli olmayan ve erkek egemen kültürü taşıyan kadınların genel olarak tutumu, yaşananlar konusunda hemcinslerini suçlamaktır.
Devrimci ve komünist kadınların görevi ise, şiddet gören kadınla ‘dayanışmak’ değil, onu bilinçlendirmek, yaşadığı boğucu cendereden kurtulmasına ve mücadeleye katılmasına ‘önderlik’ etmektir. Komünist kadınlar, salt acısını paylaşmak ya da “dayanışmak” için değil, sorunu çözmek için harekete geçerler. Bu nedenle, “kadın dayanışması” sözü, feministlerin yaygınlaştırdığı burjuva demagojiden başka birşey değildir.
Kadının kurtuluşu, sınıf mücadelesinden geçer
Kadın erkek eşitliği, mücadele içinde kazanılır ve kadın sorunu, kadınlar mücadeleye daha aktif olarak katıldıkça çözüme yaklaşır. Buradaki yanılgı, kadınların kadın olmaktan kaynaklanan sorunları doğrultusunda mücadeleye çekilmesi çabasıdır. “Kadınların mücadeleye çekilmesi” konuşulduğu zaman, ilk akla gelen, kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarıdır. Kreş sorunu, doğum izni sorunu, taciz ve şiddet gibi sorunlar… Oysa kadınlar genel olarak mücadeleye daha geç ve daha zor katılırlar. Sorunlarını çözmek için mücadele etme alışkanlıkları yoktur; bireysel-geçici çözümler bularak idare etme yolunu seçerler. Bu nedenle, mücadelenin genel olarak dışında duran bir kadının, kendisine özgü sorunları çözmek için harekete geçme ihtimali son derece düşüktür.
Mesela sendikalaşma mücadelesinin verildiği bir işyerinde, kadınların ağır çalışma koşulları için de mücadelenin yükseltilmesi olanağı vardır. Ya da kıdem tazminatının gaspedilmesine karşı hareket yükseldiğinde, kadınlar doğum izni için de mücadeleye katılabilirler. Ancak genel bir yükseliş sözkonusu olmadığında, kendi yaşadıkları sorunları, ya bireysel olarak çözmeye kalkmakta, ya da önemsiz görmektedir. Bu nedenle, kadınların sınıf mücadelesinin bir parçası haline getirilmediği koşullarda, cins olarak yaşadıkları sorunlara çözüm bulmak olanaksızdır.
Sınıfsal mücadelenin yükselmesi, işçi sınıfı üzerindeki ağır baskı ve sömürüyü azalttığı gibi, kadınların hak kazanımlarını da arttıracaktır. 12 Eylül öncesinde büyük fabrika direnişlerinin, kadın işçilerin haklarını da koruyup geliştirdiği bilinmektedir.
Tam bu bu nedenle kadın sorunu, sınıfsal mücadelenin bir parçası olarak çözülecek bir sorundur. Egemen sınıfların sömürücü düzenine karşı mücadele yükseldikçe, kadın hakları da genişleyecektir. Ezilen ve sömürülen bir cins olarak kadının kurtuluşu, ezilen ve sömürülen sınıfın kurtuluş mücadelesinden bağımsız değildir. İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesi, kadının kurtuluşu mücadelesi ile içiçe yürüyecektir. Sömürünün nedeni sınıflı toplumdur, sınıfların ortadan kalkması, kadın üzerindeki sömürüyü de sonlandıracaktır. Bu mücadeleyi, işçi ve emekçi kadınlarla erkekler birlikte-kolkola vereceklerdir.
Tarih boyunca baskı ve sömürüye karşı bütün direnişler, kadınla erkeğin birlikte mücadelesiyle gerçekleştirilmiştir. Ancak bugün bu mücadele yoksayılmakta, kadınlar “suskunluk” ile suçlanmaktadır. Kadının bugün yaşadığı bütün sorunlar “suskunluk” ile açıklanmakta, mücadeleye çağırırken “sesini yükselt”, “suskunluğunu parçala” türü çağrılar yapılmaktadır.
Oysa emekçi kadınlar, sınıflı toplumların ve sömürünün ilk ortaya çıktığı andan itibaren buna direnmişlerdir. Tarihteki bütün önemli kitle hareketlerinin, ayaklanmalarının, direnişlerinin içinde kadınlar aktif olarak rol oynamışlardır. İşçi kadınların eylemleri ya da eylemlerde işçi kadınların rolü, son derece önemlidir. Keza devrimci hareketin içinde çok sayıda yiğit kadın şehit vardır. Bugün yaşanan ise bir “suskunluk” değil, genel olarak yaşanan “geri çekilme” hali olarak tanımlanabilir. Devrimci hareketin yaşadığı yenilgiden emekçi kadın hareketi de payını almakta, emekçi kadınlar da eskisine göre daha örgütsüz ve daha eylemsiz kalmaktadırlar. Bu nedenle de üzerlerindeki baskı artmaktadır.
Sadece kadınların değil, genel olarak kitlelerin mücadeleye çekilebilmesi için, olumsuzdan bir dil kullanmak doğru bir yöntem değildir. Kitlelere, mücadele etmezse yaşayacaklarının anlatılmasından daha önemli olan, mücadele edenlerin neler kazandığının anlatılmasıdır. Özellikle yenilginin bu kadar ağır olduğu bir dönemde, “mücadele etmezsen kaybedersin” söylemi, yılgınlık ve güçsüzlük duygusunu artıran bir söylemdir. Tersten, “mücadele ederek şu hakları kazandılar” söylemi, istek ve kararlılığı artıran, yürünecek yolu gösteren, somut örneklere dayandığı için de kazanma ihtimalini güncelleyen bir söylemdir.
Bu durum kadınlar için çok daha önemlidir. Kendi dar dünyasında hapsolmuş kadın emekçiler için; kadın direnişçileri, kadın işçilerin fabrikada başardıklarını, kadın devrimcilerin mücadele içindeki özgürleşmelerini görmek, daha fazla teşvik edici ve cesaretlendirici bir unsurdur.
Mücadele geriye düştüğünde, emekçi kadınlar çok daha fazla uzaklaşıyorlar. Çünkü genel olarak daha tutucu ve yaşam standartlarına bağlı olan kadınların yaşamlarında radikal değişiklikler yapmaları, harekete geçmeleri, çok daha zor oluyor. Bu yüzden mücadele gerilediğinde, kadınlar üzerindeki baskı ve sömürü katmerlenerek artıyor.
Ancak bir kere mücadelenin, özgürleşmenin tadına varan kadınlar, çok daha kararlı, militan ve direnişçi oluyorlar. Bu nedenle emekçi kadının sahiplendiği kavga yenilmiyor; bu nedenle kadınların kararlılıkla öne çıktığı direnişler mutlaka başarıya ulaşıyor. Ve bu nedenle, emekçi kadınları örgütlemek, kadınlardan sağlam komünist kadrolar yaratmak, bugün her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor. Bunu başarmak ise, öncelikle feminist ideolojik bombardıman ile aramıza kalın ve kesin sınırlar çekmekten, kadınları ML bilinçle donatmaktan ve savaşım içinde çelikleştirmekten geçiyor.