Yeni yıla girerken…

ik 76 kapak

 

Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) Merkez Yayın Organı “İhtilalci Komünist”in Kasım-Aralık 2012 tarihli sayısının başyazısını güncel öneminden dolayı kısaltarak yayınlıyoruz. Ara başlıklar tarafımızdan konulmuştur.

 

 

Bir yılı daha geride bırakıp yeni yıla girerken, dünyada ve ülkemizde yaşanan belli başlı olayları hatırlamak, oradan yeni yıla dair öngörülerde bulunmak ve görevlerimizi saptamak; önümüzdeki döneme daha hazırlıklı girmek açısından, yapılması gereken/yapılmasında fayda olan değerlendirmelerdir. Bu bakış açısıyla her yılın sonunda böyle bir değerlendirme yapıyoruz.

Esasında geleceğe dair beklentileri, planları olan her kurum ve kişi, bunu yapıyor. Uluslararası tekellerden, büyük işletmelere, emperyalist kurumlardan devletlere kadar, burjuvazi de kendi açısından geçen bir yılın “kar-zarar bilançosu”nu çıkarıyor, devletler, “gelir-gider dengesi”ni gözeterek bütçelerini hazırlıyor, emperyalist düşünce kuruluşları, gelecek yıllara dair kehanetlerini sıralayarak efendilerini uyarıyor vb…

Kısacası burjuvazi, bu işi, daha sistemli bir şekilde ve son derece kapsamlı olarak ele alıyor, kendince sonuçlar çıkarıyor, tedbirler alıyor. Ne var ki, sistemin açmazları, kendi içindeki handikapları, tüm bu çabalarına rağmen, onları krizlerden, savaşlardan, buna bağlı olarak gelişen direnişlerden, isyanlardan kurtaramıyor, kurtaramayacak da…

Bu sistemi yıkma misyonuyla kendini ortaya koyan komünist ve devrimcilerin, -en az burjuvazi kadar- geçen dönemi artıları ve eksileriyle değerlendirip sonuçlar çıkarması ve geleceğe bu dersler ışığında hazırlanması, olmazsa olmazdır. Sınıf olarak burjuvazi, elindeki tüm olanakları seferber ederek, böylesine ciddi bir hazırlık yaparken; işçi ve emekçilerin ve onları temsil eden örgütlerin, bunu yapmaması akıl karı değildir. (…)

Kapitalizmi ve onun kurumlarını ne gözlerde büyütmek, ne de iç zaaflarını düşünerek küçültmek doğrudur. Her ikisi de kaderci, kendiliğindenci yaklaşımdır ve sonuçta burjuvazinin değirmenine su taşırlar. Devrimci bir yaklaşım, Lenin’in söylediği gibi “hastalığı doğru bir şekilde tedavi edebilmek için, doğru teşhis koyma” yaklaşımıdır… O yüzden ML’ler, dönemi çok yönlü bir şekilde değerlendirmeye tabi tutar, devrim lehine onlardan nasıl yararlanmak gerektiği üzerinde ciddiyetle dururlar. Sistemin açmazlarını, her somut gelişmede yeniden irdeleyip, işçi ve emekçilere göstermeye çalışırlar. Kapitalizmin ve onların akıl hocalarının “çözüm” diye sunduklarına, “sorun” diye bakar ve bu “sorunların” da ancak sistemin yıkılmasıyla ortadan kalkacağını bilerek hareket ederler.

“Hastalığın teşhisi”, dönemin her yönden irdelenip kavranması, kuşkusuz çok önemlidir. Bu, onun yıkılması için en doğru yöntemleri, en doğru silahları bulup, kullanma olanağı sunar. Ama yeterli olmadığı/olmayacağı aşikardır. Bundan sonrası, öncünün bu yöndeki becerisine, ısrarına, kararlılığına, kadrolarını şekillendirmesine vb. kalmıştır. Bilindiği gibi, ML’ler, dünyayı sadece yorumlamakla kalmaz, aynı zamanda değiştirirler. Bir başka ifadeyle, değiştirmek için yorumlarlar. Yapılan tüm değerlendirmeler bunun içindir.

Değiştirmek içinse, elimizdeki en güçlü silahımız örgütümüzdür. Örgütümüzü yetkinleştirmek, onu daha geniş kesimlere doğru taşımak, hem nicel, hem nitel olarak büyütmek; devrimi o oranda yakınlaştırmak, işçi ve emekçilerin çıkarlarını korumak demektir. Kongre ve konferanslarda yaptığımız dönemsel değerlendirmeler, ya da her yıl sonunda en öz haliyle ortaya koyduğumuz yıllık değerlendirmeler, ancak bu yönde bir gelişim sağladığı oranda, bir anlam taşır. Doğru bir şekilde ele alınmış ve amaca uygun davranılmış olur. (…)

 

I- Dünyada savaş ve kriz

Dünyada ve ülkemizde, bu yılın en belirgin özelliği, kriz ve savaşın etkilerinin daha fazla hissedilir olmasıdır. Bu, emperyalistlerin kendi aralarındaki ilişkilerden işbirlikçilerine kadar, tüm sistemi kapsadığı gibi, işçi ve emekçilerin giderek daha da zorlaşan yaşam ve çalışma koşullarını da belirlemekte, direnişlerin ve halk hareketlerinin temel nedeni olmaktadır.

2008’de ABD’de başlayan kriz, son iki yıldır AB ülkelerinde olanca yıkımıyla devam ediyor. İzlanda ve Yunanistan’la başlayan bu yıkım, İspanya, İtalya, Portekiz, Güney Kıbrıs gibi ülkeleri de içine alarak, tüm Avrupa’yı sarsan bir nitelik kazandı. Emperyalist burjuvazi, krizi ötelemek ve krizin yükünü işçi-emekçilere yıkmak için yeni yasa ve uygulamalarla, kazanılmış hakları gaspetmeye, daha yoğun sömürü ortamı yaratmaya çalıştı. Buna karşılık, işçi ve emekçilerin de eylemleri, direnişleri, genel grev-genel direniş boyutları kazanarak büyüdü. Özellikle Yunanistan’da son iki yıl içinde 23 kez genel grev yaşandı. Yılın son aylarında İspanya, Portekiz ve İtalya’da da genel grev ve direnişlerle hayat durdu.

Sadece Avrupa’da değil, Afrika’dan Asya’ya tüm dünyada krize karşı eylemler, isyanlara, halk ayaklanmalarına dönüştü. Hindistan’da 50 milyon işçi sokaklara çıktı. Hindistan, tarihinin en büyük genel grevlerinden biri yaşandı. Endonezya’da 2 milyon işçi genel grev yaptı. İki yıl önce Tunus ve Mısır’da başlayıp Ortadoğu’ya yayılan Arap halklarının direnişi, bu yıl da sürdü. Ayaklanmalar, emperyalistler tarafından farklı bir yöne kanalize edilince, kitleler yeniden sokakları doldurdu. Bu ülkelerde yıkılan diktatörlerin yerine, İslamcı hükümetler işbaşına gelmişlerdi. Diğer kesimlere göre daha örgütlü olan ve dünya ölçeğinde gücü ve prestiji artan İslamcı akımlar, Arap ayaklanmalarını kendi lehlerine değerlendirmeye çalıştılar. Başta ABD olmak üzere emperyalistlerle olan bağlarını da kullanarak seçimlerden birinci parti olarak çıktılar ve hükümeti kurdular. Emperyalistler ise, bu ülkelerde denetimi tümden yitirmemek ve bir halk devrimini önlemek için İslamcıları tercih etti. Türkiye’de AKP gibi bir misyonu oynamalarını tavsiye ederek, İslamcılara olur verdiler. Hatta AKP’yi özel olarak görevlendirip, bu ülkedeki İslamcı partileri yönlendirmeye çalıştılar.

Fakat kitleler, “devrim” isteği ile mücadeleye atılmışlardı, beklentilerinin karşılanmadığı noktada, bu kez “devrimimizi çaldılar” diyerek sokakları doldurdular. Bu yıl ise, Mısır’ın yeni başkanı “Müslüman Kardeşler”in lideri Mursi’nin, Mübarek’ten bile fazla yetkiye sahip olmaya çalışması, kitleler tarafından “yeni Firavun” olarak nitelendirildi ve büyük tepkilere yol açtı. Hazırlanan “yeni anayasa taslağı”nın Enver Sedat döneminde hazırlanmış olan yürürlükteki anayasadan tek farkı, İslami vurguların daha fazla artmış olmasıydı. Öyle ki Mısır, teokratik bir devlet haline getiriliyordu. Mısır halkı, bu girişime karşı bir kez daha Tahrir Meydanı’nı doldurdu, günlerce meydanda oturma eylemi yaptı. 15 Aralık’ta gerçekleşen anayasa referandumunda, “İslamcı anayasa” çoğunluğu aldı; fakat seçimlerin hileli yapıldığı söyleniyor ve eylemler devam ediyor.

Kuzey Afrika’dan Türkiye’ye uzanan yeni bir “yeşil hat”la karşı karşıyayız. ABD, kendine bağımlı “ılımlı İslam” modelini yaygınlaştırmaya, “Sünni ekseni” denilen, Ortadoğu’da İran’a karşı bir eksen oluşturmaya çalışıyor. Fakat Mursi başkan seçildikten sonra, emperyalistler arası dengeyi koruyan bir politika izlemeye ve İslami bir anayasa yapmaya girişti. ABD, devrim tehdidine karşı İslamcılarla uzlaşma yapmıştı, ancak son gelişmeler onu da rahatsız etmeye başladı. Ne var ki, şu anda farklı bir seçeneği de bulunmuyor.

Benzer biçimde Tunus’ta da İslamcı partinin öncülüğünde kurulan koalisyon hükümetine karşı tepkiler yükseldi. Sendikalar, genel grev kararı alarak, bir günlüğüne yaşamı durdurdular. Halk, yeniden sokakları doldurdu. Bunun üzerine “teknokratlar hükümeti” kurulması yönünde çağrılar arttı…

İki yıl önce Tunus’ta başlayıp diğer Arap ülkelerine doğru yayılan halk hareketleri, esas olarak krizle birlikte artan işsizliğe ve yoksulluğa bir tepkiydi. Tunus’taki ayaklanma da, zaten işsiz bir gencin kendini yakmasıyla başlamıştı. Mısır’da ise, uzun süre direnen Mübarek rejimi, halk hareketine işçi sınıfının da katılmasıyla, genel grevin başlamasıyla birlikte devrilmişti. Ne var ki, komünist, devrimci bir önderlikten yoksun olmaları, bu halk hareketlerinin devrime ulaşmasını engellemiş ve emperyalistlerin hamleleriyle yolundan saptırılmıştı. Son gelişmeler, yaşananların devrim olmadığını gösterdiği gibi, bu tür hareketlerde öncünün rolünün önemini bir kez daha ortaya koydu.

Krize karşı Afrika kıtasının sadece Kuzeyi değil, Güneyi de hareketlenmiş durumda. Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki madencilerin direnişi aylarca sürdü. Direnişi kırmak için polisin gerçekleştirdiği saldırılar, katliama dönüştü. Tam 34 işçi katledildi. Ama direniş devam etti. Direnişi öne çıkaran bir diğer etken, Güney Afrika Cumhuriyeti yönetiminin saldırgan tutumuydu. Ki bu yönetim, Mandela’nın önderliğinde, ırkçı “Aparthied” rejimine karşı yürütülen mücadeleler sonucunda iktidara gelmişti. Yönetimde beyazların ya da siyahların olmasının, sömürünün ve zulmün devam etmesi yönüyle hiçbir değişiklik yaratmadığının, en açık göstergesi oldu madenci direnişi. Sömürü ve zorbalık düzeninin ortadan kalkması için, ırksal-ulusal-mezhepsel değişikliklerin değil, sınıfsal değişimin gerekliliği, madenci direnişine yapılan saldırılarla bir kez daha gözler önüne serildi.

Krizin işçi ve emekçilerin sırtına yıkılmasına karşı tüm dünyada gelişen bu eylem ve direnişler, burjuvaziyi zor durumda bırakıyor. Yunanistan’da olduğu gibi birçok ülkede düzen partileri iyice eriyor, seçimler çare olmuyor, birbiri ardına kurulan hükümetler, aldıkları kararları yaşama geçiremiyorlar. Son çare olarak başvurulan “teknokratlar hükümeti” de eylemleri durdurmayı başaramadı. Bir demokrasi örneği olarak sunulan AB, her yanından dökülmeye başladı.

En bariz haliyle AB’de görülmekle birlikte, ABD ve diğer emperyalistler için de değişik boyutlarda kriz sürmektedir. Ve bu ekonomik kriz boyutuyla da sınırlı kalmayan, siyasi, toplumsal, kültürel, ahlaki, çok yönlü bir krizdir. Peş peşe devrilen hükümetler, artan cinayetler, katliamlar, cinnet geçirmeler, yozlaşmanın ve düşkünleşmenin geldiği boyut, bu çok yönlü krizin sonuçlarıdır.

 

Krizi aşmanın en etkili yolu olarak savaş tırmanıyor

Burjuvazi, krizlerini ancak, aşırı üretimle elde edilen ürünleri ve üretim araçlarını imha ederek aşabilmiştir. Bu imhayı da asıl olarak savaşlar üzerinden gerçekleştirmiştir. Bölgesel savaşlar bir yana, I. ve II. emperyalist savaşlar, böylesi kriz dönemlerini aşma çabasıdır aynı zamanda. Bir yandan varolan ürünlerin ve üretim araçlarının imhası gerçekleşirken; bir yandan da yeni pazarlar ve sömürü alanlarıyla nefes alma olanağına, bu sayede ulaşırlar. Dolayısıyla kriz, savaşların ebesi gibidir. Yaşanan krizin ’29 bunalımı ile kıyaslandığı düşünülürse, sadece bu bile, yeni bir emperyalist savaşın kaçınılmaz olduğunu gösterir.

Elbette her iki emperyalist savaşta olduğu gibi, savaşlar devrimleri de tetikler ve sömürü alanlarının daralmasına  yol açar. Fakat emperyalistler için savaş, tıpkı kriz gibi, önünü alamayacağı yapısal bir sorundur. Eskisinden çok daha ciddi sorunlarla karşılaşacağını bilse bile, bundan kaçınamaz. Dahası, pazar alanlarını kaybetmenin verdiği sıkışma ve savaşta yeni pazar alanlarına ulaşma umut ve beklentisi ile bu yönde çabaları ve girişimleri artar.

Esasında ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleriyle başlattığı savaş, uzatmalı ve kesintili bir şekilde de olsa devam etmektedir. Önce Libya’da, sonra Suriye’de gerçekleşenler, bu savaşın farklı biçimlerle sürdüğünün göstergesidir. ABD, Irak ve Afganistan’da aldığı yenilginin de etkisiyle, Libya ve Suriye’de doğrudan işgal yerine, işbirlikçileri aracılığıyla hakimiyet kurmaya çalıştı. Hem bu ülkelerin komşularındaki işbirlikçilerini harekete geçirdi; hem de bizzat ülkeyi mezhepsel-ulusal temelde bölerek, bir kaos ve iç savaş yarattı. Libya’da olduğu gibi, Suriye’yi de benzer yöntemlerle ele geçirmek istedi. Ancak Suriye’nin arkasında yeralan İran, Rusya ve Çin gibi ülkelerin tutumları ve Suriye halkının işbirlikçi çetelere prim vermemesi, bu amacına ulaşmasında büyük bir engel olarak karşısına dikildi.

ABD’nin Ortadoğu’daki asıl hedefi İran’dır. Suriye savaşı, İran ile yapılan örtülü bir savaştır. İran’ı Ortadoğu’da yalnızlaştırma ve çevreleme politikasının devamıdır. Ama Suriye aşamasında çakılıp kalmıştır. Diğer yandan Irak’ı işgal etmesine ve orada kendi işbirlikçilerini işbaşına getirmesine rağmen, Irak’ta bile hakimiyetini kurabilmiş değildir. Maliki hükümeti, İran’la ilişkileri geliştirmekte, hatta Rusya ile silah anlaşması yapabilmektedir. Her ne kadar ABD’nin uyarısı ile bu anlaşma iptal edilmişse de, Irak’ta sular durulmamaktadır. Irak Merkezi Hükümeti ile Kürt Federe Devleti arasında bir süredir devam eden “soğuk savaş” her iki tarafın askeri birliklerini harekete geçirmesiyle “sıcak” günler yaşamaktadır. ABD, Irak’ı, “Bağımsız Kürt Devleti” ile korkutmakta ve kendisine bağlı kaldığı oranda buna izin vermeyeceğini duyurmaktadır. Fakat Irak Merkezi Yönetimi ile iplerin koptuğu noktada, Kürt devletine vize verecektir. Bu yönde hazırlıklar da yapılmaktadır. Türkiye’de AKP hükümeti ile Barzani arasında son dönemde artan ilişkiler, bu doğrultudaki adımlardır.

ABD, sadece Ortadoğu’da değil, geçmişte “arka bahçesi” sayılan Latin Amerika’da da güç kaybetmeye devam ediyor. Son on yıl içinde arka arkaya yönetimlere gelen “Bolivarcı” hükümetler, Çin ile ilişkileri geliştiriyorlar. Bu yıl yapılan seçimleri de bu hükümetler kazandı. Varolanlar yerlerini korurken, buna yenileri eklendi. ABD’nin büyük paralar finanse ederek desteklediği muhalefetler başarılı olamadı. Bir zamanlar ABD’nin mutlak hakimiyetinde olan bu bölge, şimdilerde Çin’in “arka bahçesi” durumunda. Öyle ki, Venezüella Başkanı Chavez, Çin’in sözcüsü gibi davranıyor ve başta İran olmak üzere Ortadoğu ülkeleriyle de ilişkilerini geliştiriyor.

Kısacası, 2000 yılından itibaren ABD’de baş gösteren irtifa kaybı, bu yıl da devam etti. Başkan Obama’nın ikinci kez seçimleri kazanması ile, “yumuşak güç” adını verdikleri, “içte ve dışta daha ılımlı bir görünüm sergileme politikası”, giderek yerini sertleşmeye bırakacaktır. ABD başkanların ikinci (son) dönemleri, genel olarak saldırıların daha pervasız bir şekilde yapıldığı dönemlerdir. Nitekim Obama da ikinci kez seçildiğinde, Suriye muhalefetini güçlendirmek ve Suriye’de kesin sonuca ulaşmak için daha fazla işin içine girmiştir.

ABD’nin en önemli rakibi olarak yükselen Çin ise, krizden en az etkilenen ülke olarak büyümesini sürdürmektedir. ÇKP’nin 10 yıllığına yaptığı seçimler bu yıl gerçekleşmiş ve yeni yönetimle Çin’in emperyalist bir süper güç olarak ilerlemesinin süreceği belli olmuştur. Yıllardır sessiz ve derinden ilerleyen Çin, dünyanın “yeni imparatoru” olma yönünde önemli bir mesafe katetmiş durumdadır. Ayrıca ABD’nin her yenilgisi, Çin hanesine artı puan olarak geçmekte, Çin’in dünya üzerindeki etkisini ve prestijini arttırmaktadır. Ortadoğu’da Suriye ile kilitlenen savaşta da Çin’in BM’de veto yetkisini kullanması ve İran üzerinden desteği, önemli bir rol oynamaktadır.

Özcesi, dünya ölçeğinde emperyalist-kapitalist sistemin krizi sürmektedir ve bu krizi aşmanın önemli bir aracı olarak emperyalist savaş devrededir. Bu durum emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin kendi aralarındaki çelişki ve kavgayı derinleştirmekte, yer yer öne çıkarmaktadır. Bununla birlikte işçi ve emekçilerin, ezilen halkların mücadelesi de büyümekte, devrim ve karşı-devrim, krize ve savaşa karşı mücadelede somutlaşmaktadır. Bu yılki tüm gelişmeler, dönemin bu karakteristik özelliklerini belirginleştirmiş ve adeta altını bir kez daha çizmiştir.

 

II- Türkiye’de krizin ve savaşın etkileri

Türkiye, emperyalist-kapitalist sistemi saran krizin etkisi altındadır. Her ne kadar ekonomik veriler şişirilerek ve demagojik açıklamalarla resmi ağızlardan krizin olmadığı söylense de, krizin temel belirtileri ortadadır. Bunların başında işsizlik oranı gelir ki, resmi rakamlarda bile bu oran, yüzde 10’dur. Gerçekte ise bunun iki katı bir işsizlik olduğu bilinmektedir. Daha önce yüzde 4 olarak saptanan “büyüme oranı”, yüzde 3’lerin altına düşmüş durumdadır.  Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı Avrupa’da yaşanan kriz, ihracatı da etkilemiştir. Bunu Ortadoğu ülkeleri ile dengelemeye çalışırken, Suriye savaşı ile birlikte, bu olanağı da zayıflamıştır.

Bütün göstergeler, Türkiye’de krizin varlığını ortaya koymaktadır. Şimdilik dışarıdan gelen “sıcak para” ile çarklar döndürülerek bu durum perdelenmektedir. Fakat bu kez de “cari açık” sorun olmakta, cari açığı indirmek için “ekonomiyi soğutmak” adına üretimi azaltma yoluna gidilmektedir. Bu da işsizliği daha da artırmaktadır. Diğer yandan Türkiye tarihinde en büyük özelleştirmeler, bu dönemde gerçekleşmiştir. Öyle ki köprüler, otoyollar bile satışa çıkarılarak, büyük tekellere altın tepside sunulmuştur.

Her özelleştirme, yeni işçi kıyımı ve yeni zamlar demektir. Zamlar artık rutine bağlanmıştır. Elektrik ve doğalgaza yapılan zamlar, zaten otomatikman diğer mallara da yansımakta ve başta gıda olmak üzere temel ihtiyaç maddeleri sürekli biçimde zamlanmaktadır. Buna karşılık asgari ücret başta olmak üzere, işçi ve memurların ücretlerine yüzde 3-4 gibi komik oranlarda zamlar yapılmaktadır. TÜİK gibi resmi bir kurum bile “açlık sınırı”nı 1000 (bin) lira olarak belirlemişken, asgari ücret bunun çok altındadır.

Kısacası işçi ve emekçiler, krizin sonuçlarını bizzat yaşamlarında giderek ağırlaşan biçimde hissetmektedirler. Dışarıdan “sıcak para” aynı şekilde gelmeyecek, ya da gelse bile onun da kapatamadığı noktaya varılacaktır. İşte o zaman krizin boyutu, kendini tüm şiddetiyle her yerde gösterecektir.

Böyle bir durumda işçi-emekçi hareketinde büyük bir patlama olacağını çok iyi bilen burjuvazi, AKP hükümeti eliyle art-arda yasalar çıkarmakta, bugünden önünü almaya çalışmaktadır. Kıdem tazminatını gaspetme girişimi, tabandan gelen baskıyla, işçi sendikalarının grev tehdidi karşısında şimdilik geriye çekildi. Ancak “sendikalar ve TİS kanunu” ile, sınıfın örgütlenmesine çok büyük bir darbe vuruldu. 30’dan az işçi çalıştıran işyerlerinde, “sendikal tazminat hakkı” gaspedildi. Sendikal tazminat, sendikalı işçiyi attığı durumda, patronlara işçinin bir yıllık ücret tutarından az olmamak üzere tazminat ödemesi zorunluluğu getiriyordu. Bunun kalkmasıyla birlikte patronlar, sendikalı işçileri rahatlıkla atma özgürlüğüne kavuştu. Bu tür işyerlerinin, kayıtlı çalışan işçilerin yüzde 58’ini oluşturduğu düşünülürse, ayrıca birçok patronun işyerini bölerek 30’dan az işçi çalıştırdığı ve bunun son yasayla birlikte daha da artacağı göz önüne alınırsa, sendikalı işçilerin her an işten atılacağı, sendikalı olmanın bedelinin daha da ağırlaşacağı kendiliğinden anlaşılır.

Bu yasa çıkmadan önce de, birçok işyerinde sendikalı işçi, işten atılmıştı. Önümüzdeki yıl, bunun devasa boyutlara ulaşacağını şimdiden söyleyebiliriz. Burjuvazi, krizin yükünü işçi ve emekçilere yıkmak için adeta taşları bağlıyor, köpekleri salıyor. Ama işçi ve emekçiler de birçok yerde direnişe geçerek, sessiz kalmayacağını gösteriyor.

2012 yılında gerçekleşen işçi-emekçi direnişlerinin-grevlerinin ana nedeni, işten çıkartmalar ve düşük ücretler oldu. Borusan, Hey Tekstil, THY, Togo ayakkabı, Bedaş, Darkmen, Rosateks, Teksim gibi işyerlerinde işten atılan işçilerin direnişleri, yıl boyunca sürdü. Bursa’da Bosch işçilerinin direnişi, Antep’te Başpınar Organize Sanayi’nde tekstil işçilerinin fiili direnişleri, yılın öne çıkan eylemleriydi. Ayrıca Ankara’da İnşaat Mühendisleri Odası’ndan, İstanbul’da Kiğılı’dan atılan kadın işçilerin, tek kişilik direnişleri de devam etti. Hatta bazı kesitlerde belirleyici bir önem kazandı.

Çoğu sendikalı oldukları için işten atılan işçilerin başlattıkları direnişler, işyeri önünde oturma gibi biçimlerden, haftanın belli günlerinde şehrin merkezi yerlerinde gösterilere, işyeri işgallerine kadar uzandı. Birçoğu sendikalı olarak işe dönmeyi başarıp somut kazanım elde ederken; bir kısmı, belli bir kamuoyu yarattığını söyleyerek eylemini sonlandırdı. Bu direnişlerin haftanın bir günü ve saatinde tek merkezde toplanması, ortak protesto gösterileri yapması, -tümünü kapsamamakla birlikte- birleşik mücadelenin örülmesi bakımından olumluydu. Ancak bazı sendikacıların ısrarı ile direnişleri “mahkeme süreci”ne bırakma eğilimi bitmiş değildir. Buna rağmen son ana kadar direnişlerini sürdürüp zaferle taçlandıranlarda artış vardır ki, bu sınıf hareketi açısından sevindirici bir gelişmedir.

Patronlar ve devlet, uzun süre bekleterek direnişçileri yıpratmaya ve kırmaya çalışıyorlar. Bu yılki direnişlerde öne çıkan Hava-İş’in direnişi de bu örneklerden biridir. Hava-İş, imzalanmayan dönem sözleşmesini ve Hava işkoluna getirilen grev yasağını protesto etmek için, Mayıs ayında bir günlük grev yaptı. THY yönetimi ise, 350 kişiyi işten atarak, buna karşılık verdi. Bunun üzerine başlayan direniş, çeşitli biçimlerle devam etti. Hava işkolundaki grev yasağı kaldırıldı, fakat atılan işçiler halen işe alınmadı. Elbette bunda, sendikaların daha etkili eylem biçimlerini devreye sokmamasının da rolü var. Bütün bunlar, devrimci işçilerin sendikalarda daha aktif çalışmaları gerektiğini ve taban örgütlenmelerinin önemini bir kez daha gösteriyor.

Benzer bir durum memur sendikaları için de geçerli. Bu sendikaların kuruluşuna önderlik eden KESK, pasif tutumu ve anti-demokratik uygulamalarıyla güç kaybetmeye devam ediyor. Bunda devletin saldırılarının payı var kuşkusuz. Ama daha belirleyici olanı, KESK’in militan çizgiden uzaklaşmasıdır. Başta eğitim ve sağlık olmak üzere birçok alana dönük çok ciddi saldırıların yaşandığı bir dönemde, KESK’in eylemleri son derece sönük kalmıştır. Yıl boyunca yapılan eylemler, ağırlık olarak basın açıklaması ve Ankara mitingleri şeklindedir ki, bu mitingler için de gerekli ön çalışma yapılmadığından etkisiz kalmaktadır. En etkili eylemi, 23 Mayıs’ta “toplu görüşme” oyununa ve yüzde 4 gibi komik maaş zamlarına karşı yapılan bir günlük grevdir. Diğer memur sendikalarının da katılımıyla bu grev, kitlesel bir şekilde gerçekleşti. Fakat “4+4+4” gibi, eğitimi daha da gerici hale getiren bir yasaya karşı KESK’in eylemleri son derece yetersizdi ve bir bütün olarak mücadele çizgisinde hep gerileyen bir seyir izledi.

İşçi-emekçi hareketi açısından geçen bir yılın -başarıyla biten direnişlerin çokluğuna rağmen-  parlak geçmediğini söylemeliyiz. Örneğin sendikal örgütlenmeye dönük çok ciddi bir saldırıyla karşı karşıya kalındığı halde, buna büyük bir direnişle yanıt verilemedi. DİSK’in gerçekleştirdiği birkaç yürüyüş ve eylem dışında herhangi bir tepki gösterilmedi. Buna rağmen, işçilerin sendikalaşma isteği ve bu yöndeki çabası sürdü. Taşeron işçileri, bunun en belirgin örneğidir. Diğer yandan metal işkolunda faşist Türk-Metal’e tepkiyle Birleşik Metal İş’e geçişler arttı. Bu geçişleri durdurmak için, gangster sendikacılığın tipik bir örneği olarak Türk-Metal, faşist çeteleri işçilere saldırttı, patronlarla işbirliği içinde birçok işçiyi işten attırdı. Fakat Metal işkolunda hem Türk Metal’e hem de patronlara karşı mücadele devam etmektedir. Toplu Sözleşme sürecinin başladığı bugünlerde, metal işçileri bir kez daha hareketli bir döneme girmiştir.

Sadece işçi-emekçi hareketi açısından değil, toplumsal hareket açısından da belirleyici bir öneme sahip 1 Mayıs, 2012 yılında da Taksim’de ve yaklaşık bir milyon kişiyle kutlandı. Bugüne dek yapılan 1 Mayıs mitingleri içinde en kitlesel 1 Mayıs buydu. Öyle ki, dünyada bile kitlesellik bakımından Küba’dan sonra ikinci sırayı Türkiye aldı. Son yıllardaki 1 Mayıslar, tüm toplumsal muhalefetin toplanma ve kendini ifade etme günü oldu. Kendilerine “anti-kapitalist Müslümanlar” diyen bir kesim bile, bu yılki 1 Mayıs’a katıldı.

Gerek yaygınlık, gerekse kitlesellik bakımından daha önceki yılları geride bırakan 2012 1 Mayısı, ne yazık ki, örgütlülük düzeyiyle son derece geriydi. Dağınıklık, örgütsüzlük, disiplinsizlik, en belirgin özelliğiydi. Bununla birlikte başta Taksim olmak üzere 1 Mayıslara devrimci bir hava egemendi. Reformizm ve sarı sendikalar, 1 Mayısı istedikleri noktaya çekmeyi başaramadılar. Elbette önümüzdeki yıllar, eksiklikleri giderici adımlar atmak gerekmektedir. Aksi halde 1 Mayıs’ların içinin boşalması tehlikesi vardır ve buna izin verilemez.

Taksim’de başlayan inşaat, 1 Mayıs’la ilgili bir başka tehlikedir. 2012 1 Mayısında ortaya çıkan kitlesellik ve bu kitleselliğin verdiği kendine güven, devleti fazlasıyla ürkütmüştür. Örgütsüz de olsa bu kitlesellik, kendiliğinden mücadelenin yükselmekte olduğunu göstermektedir. Devlet, 2013 yılında aynı tablonun yeniden ortaya çıkmasını engelleme çabasındadır. Diğer taraftan, Avrupa ve Arap ülkelerinde yaşanan ayaklanma, direniş ve grevlerde, kentlerin merkezi meydanları çok önemli bir rol oynamıştır. Kitleler bu meydanları işgal etmekte, çadır kurarak günlerce meydanda yaşamakta, buraları sadece direniş değil, aynı zamanda eğitim ve bilinç dönüşümü alanlarına çevirmektedir. Türkiye’de derinleşmekte olan ekonomik kriz, Taksim meydanı için de aynı ihtimali gündeme getirmektedir. Burjuvazi, Taksim inşaatını başlatarak, bir taraftan kentin en merkezi yerinde yeni bir rant alanı oluştururken, diğer taraftan, meydanı insansızlaştırmak, daha doğru bir ifadeyle direniş alanı olmaktan uzaklaştırmak gibi bir amaç taşımaktadır. 1 Mayıs’ta ya da yeni kriz dalgasında, kitlelerin Taksim’e yığılmasını fiziksel olarak da engellemek için o meydanı yok etmeye girişmiştir. Yıllar süren mücadeleler sonucunda kazanılan Taksim’in 2013’te “inşaat” gerekçesiyle verilmemesini önlemek için hazırlıklara şimdiden başlanmalı ve her ne pahasına olursa olsun Taksim’den vazgeçilmemelidir.

2012 1 Mayısı’nda göze çarpan bir diğer yön de gençlerin katılımındaki artıştı. İşçi-emekçi gençliğin yanı sıra öğrenci gençlik de giderek artan oranda mücadeledeki yerini almaya başladı. Kitlesel merkezi bir örgütlenmeden yoksun olmasına karşın, yıl boyunca öğrenci eylemleri eksik olmadı. Öğrenci gençliğin, ’80 sonrası en önemli mücadele günü olan 6 Kasım YÖK protestoları, yine parçalı biçimde gerçekleşti fakat gerek kitleselliği, gerekse militanlığı yönüyle, önceki yılların üzerindeydi. Yılın son günlerinde ODTÜ’de gerçekleşen direniş ise, üniversite gençliğinin toplumsal hareketin önemli bir dinamiği olarak başlarını kaldırdıklarını gösteriyordu. Son yıllarda artan öğrenci tutsak sayısı da, bunun göstergelerindendi. Poşi takmaktan, marş söylemeye, konsere katılmaktan halay çekmeye kadar en sıradan olaylardan dolayı yüzlerce öğrenci tutuklandı.

Sadece öğrencilerin değil, bu yıl tutuklu gazetecilerin sayısı da artış gösterdi. Öyle ki, uluslararası kurumlar bile, “Türkiye gazeteci hapishanesi” tespitini yaptılar. Öncü kesimler, gerçek anlamda dört duvar arasına kilitlenirken; geniş yığınlar dışarıda örülen duvarlarla nefes alamaz hale getirildi.

Bu kesimlerden biri de Alevilerdir. AKP hükümetinin son döneminde Aleviler üzerindeki baskısı, daha da artmıştır. “İslamın bir kolu” varsayılarak, cemevi talepleri geri çevrilmekte, ibadetlerini camilerde yapmaları söylenmektedir. Varolan cemevlerinin zorunlu giderleri karşılanmadığı gibi, elektrik ve suyunu keserek zorda bırakmaya ve kimi gerekçelerle kapatılmaya çalışılmaktadır. Eğitimde yapılan değişikliklerle, zorunlu din dersine, Kuran ve peygamberin hayatı gibi dersler eklenmiş, sözde seçmeli, gerçekte zorunlu bu derslerle Alevi çocukları üzerindeki dini baskı yoğunlaşmıştır. Bununla da kalmayarak birçok ilde Alevi evlerinin işaretlenmesi ve Ramazan ayında Malatya’da olduğu gibi, oruç tutmayan Alevilere linç girişimleri yaşanmaktadır. Sivas’ta, Maraş’ta gerçekleşen Alevi katliamlarına dönük protesto gösterileri, bu yıl da çeşitli biçimlerde engellenmeye çalışıldı. Buna karşın Alevilerin mitingleri her geçen gün daha kitleselleşmekte, saldırılara karşı protesto eylemleri çoğalmaktadır. Ne var ki, Alevi örgütleri parçalı ve reformist tutumlarıyla, bu dinamizmi dizginlemekte, onun daha militan ve hak alıcı bir mücadele hattına girmesine engel olmaktadır.

İşçi emekçilere dönük olarak bir saldırı da “rantsal dönüşüm” projesiyle gündeme getirildi. Bu projeyle, işçi emekçilerin evleri başlarına yıkılacak, emekçi semtlerdeki evler yıkılarak yerlerine yüksek güvenlikli lüks konutlar ve alışveriş merkezleri dikilecektir. Bu konutlardan ev almayı hayal bile edemeyen emekçiler, kentin dışına sürüleceklerdir. Sözkonusu proje öylesine pervasız bir saldırganlık taşıyor ki, hazırlanan yasa, bir site projesi içinde kalan evin, sağlam olsa bile yıkılmasına izin verirken; yıkımlara direnenleri hapse atmayı öngörüyor. Burjuvazi, bu “rantsal dönüşüm” projesi ile iki şeyi birden hedefliyor. Bir taraftan direniş odağı ve geçmiş direniş geleneklerine sahip semtleri yıkımla dağıtmak, diğer taraftan yeni konut yapımıyla inşaattan mobilyaya, beyaz eşyadan tekstile kadar pek çok sektörde canlanma yaratmak. Yani burjuvazi, giderek derinleşen ekonomik krize, emekçilerin sırtından bir soluk borusu daha yaratmaya çalışıyor.

 

Yurtta savaş, dünyada savaş

Bir yandan işçi ve emekçilere, öğrencilere, ezilen halklara ve inançlara saldırılar artarken; bir yandan da savaş hazırlıkları en üst düzeye çıkartıldı. Malatya’ya yerleşen “füze kalkanı”ndan sonra, şimdi de Güney illerimiz “patriot füzeleri” ile dolduruluyor. Her ikisi için de “savunma” amaçlı denilen bu teçhizatlar, Ortadoğu’da ABD üslerini ve İsrail’i korumak için konuşlanmış durumda. Suriye sınırında zaten fiilen savaş hali sürüyor. Eylül ayında Urfa’nın Akçakale ilçesine düşen toplarla, çocuk ve kadınlardan oluşan 5 kişi yaşamını yitirdi. Bunu fırsat bilen AKP hükümeti, meclisten hızla “savaş tezkeresi”ni çıkardı. Tezkerede “yabancı ülkeler” denilerek, Suriye ile sınırlı kalmayan, diğer ülkeleri de içine alan bir genişlikte hükümete yetkiler verildi. Akçakale’den sonra Ceylanpınar, yoğun top ve mermi ateşine maruz kaldı. Hatay’ın birçok sınır ilçesi, zaten aylardır aynı durumda.

Türkiye, Suriyeli muhalif çetelere “yardım ve yataklık” yapıyor. Yediriyor, içiriyor, eğitiyor, tedavi ediyor ve Suriye’ye karşı savaştırıyor. Bu da yetmiyor, tanklarını sınıra yığıyor, oradan Suriye topraklarını bombalıyor, bazı Türk komutanları bizzat çetelerin başına geçip savaşıyor. Suriyeli çeteler de Hatay başta olmak üzere sınır bölgelerinde silahlarıyla dolaşıyor, hatta halkı tehdit ediyorlar. Buralarda Suriyeli muhaliflere ve onlara bu zemini sağlayan AKP hükümetine karşı tepkiler, yıl boyunca yükseldi. Özellikle Hatay’da kitlesel yürüyüşler, mitingler gerçekleşti. Artan tepkiler üzerine hükümet, mülteci kamplarına çeki-düzen vermek zorunda kaldı.

Türkiye, Suriye politikasıyla Ortadoğu halklarının nefretini de üzerinde topladı. Yakın bir zaman önce “bölgenin lideri” olarak şişirilen Erdoğan, şimdi “en sevilmeyen lider” durumunda. Kısa sürede Esad rejiminin yıkılacağı varsayımıyla kendini fazlasıyla öne çıkaran Türkiye, bu süre uzadıkça, zor durumlara düştü. ABD’nin bile “geçiş hükümeti”ne razı geldiği bugünkü aşamada, “Esad gitmeden olmaz” çığlıklarını kesmek zorunda kaldı. Aynı zamanda İran, Irak ve Rusya ile ilişkileri iyice bozuldu. Suriye’nin sınırlarına “patriot füzeleri”nin yerleşmesine bu ülkelerden sert açıklamalar geldi. Türkiye, bölgede savaşı kışkırtan ülke olarak görülmeye ve lanetlenmeye başladı.

Yıllardır Türkiye’nin dış politikası, Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” sözüyle ifade edilirdi. Elbette bu demagojik bir sözdü. Ama son birkaç yıldır bu sözün tam aksine “yurtta savaş, dünyada savaş” yaşanıyor. AKP’nin “komşularla sıfır sorun” diye başladığı dış politikada, bugün sorun yaşamadığı komşu kalmadı.

Hal böyleyken savaşa karşı tepkiler, olması gereken düzeyin oldukça altındadır. Oysa ülkemizde savaş ve ABD karşıtlığı oldukça yüksektir. Irak işgali döneminde bu durum çok net biçimde görülmüştür. Benzer bir toplumsal muhalefet, ne yazık ki, bugün yaratılabilmiş değildir. Fakat bu artık bir zorunluluk haline gelmiştir. Kendi adımıza da bu yönde görevler koymalı ve daha yoğun bir çaba içinde olmalıyız.

Bölgede artan savaş durumu, Kürt sorununu daha fazla öne çıkardı, uluslararası niteliğini daha belirgin kıldı. Bir yanda Irak’ta kurulan Federe Kürt Devleti’nin bağımsızlığa doğru adımları, diğer yanda Suriyeli Kürtlerin özerklik ilan etmesi ve kendi bölgelerini yönetmeye başlamaları; egemenlerin “birleşik Kürdistan” korkusunu büyüttü. Bilindiği gibi Kürdistan, 1638 yılında Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla Osmanlı ve İran devletleri arasında ikiye bölünmüş, 1923’te ise Lozan anlaşmasıyla birlikte İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasında dört parçaya ayrılmıştı. Irak ve Suriye’de Kürt yönetimlerinin kurulması, İran’da daha fazla hakların elde edilmesi, gözleri Türkiye’ye çevirdi. Bu durum Türk devletini daha fazla zorlamaya başladı. Kürt hareketinde ise moral ve coşkuyu arttıran, eylemleri büyüten bir rol oynadı.

PKK, uzun yıllardan sonra yeniden “alan hakimiyeti”ne dönük girişimlerde bulundu. Şemdinli’de birkaç hafta bunu başardı da. Ayrıca içlerinde CHP Dersim milletvekili Hüseyin Aygün olmak üzere birçok politikacıyı kaçırdı, yol kesip propaganda yaptı, vb… Kürt halkının eylemleri de hiç durmadı. 14 Temmuz ve 16 Kasım’da bir günlük genel direnişler yaşama geçirildi. Başta Kürt illeri olmak üzere birçok yerde kepenkler indirildi, okullar boykot edildi, hayat durduruldu. Buna karşın devletin saldırıları da hız kesmedi. Hemen tüm eylemlere polis azgınca saldırdı. Bu saldırılarda ölenler, yaralananlar, tutuklananlar oldu. 2012’ye KCK operasyonları adı altında onlarca gazetecinin tutuklanmasıyla girilmişti. Bu operasyonlar yıl boyunca devam etti. Halen binlerce kişinin tutukluluğu devam ediyor.

2012 yılı hapishanelerin öne çıktığı, isyanlar ve açlık grevleriyle üzerinde çok durulduğu bir yıl oldu. Pozantı çocuk cezaevinde cinsel taciz ve tecavüzün duyulmasıyla başlayan olaylar zinciri, sürgünlerle devam etti. Hapishanelerin kapasitelerinin çok üzerinde dolması ve en temel hakların verilmemesi, Urfa’da isyana yol açtı. Tutuklular, yataklarını yakarak bu durumu protesto ettiler. Yataklarıyla birlikte yanarak ölen tutuklular oldu. Ardından isyanlar, tüm bölge cezaevlerini sardı. Antep, Adana, Osmaniye, Ceyhan, Mardin cezaevlerinde isyan ateşi yükseldi.

Siyasi tutsaklar üzerindeki baskılar da artarak sürdü. Tecridi daha bir koyulaştıran disiplin cezaları artarken, yeni açılan F Tiplerinde soyarak arama dayatması ve buna karşı direnişler yıl boyunca devam etti. Bunların içinde en fazla ses getiren, 12 Eylül’de başlayan PKK’li tutsakların açlık greviydi. Öcalan üzerindeki tecride son verilmesi, anadilde savunma ve eğitim hakkı talepleriyle başlayan açlık grevi, 40. günden itibaren çok geniş kesimlerin desteğini de alarak büyüdü. Dışarıda da birçok yerde açlık grevleri başladı, grev çadırları kuruldu, gösteriler yapıldı. Kürt illerinde iki kez genel direniş gerçekleşti. 60’lı günlerde BDP’li milletvekilleri de açlık grevine başladılar. Abdullah Öcalan’dan gelen grevin bitirilmesi mesajı ile 67. günde açlık grevlerine son verildi. Bu eylem, bir kez daha hapishaneler gerçeğini gözler önüne serdi. Açlık grevleri ve ölüm oruçlarını tartıştırdı. Son açlık grevi, ülke içinde ve dışında büyük bir desteği arkasına almasına karşın, gerek taleplerin darlığı, gerekse de bitiriliş biçimiyle, daha geniş kesimleri katma ve büyük bir kazanımla sonlandırma olanağını kullanamadı. Kürt hareketinin asıl kilitlendiği, “müzakerelerin başlaması” ve “Öcalan’ın muhatap alınması”, açlık grevinin de sonunu getiren yaklaşım oldu. Ancak grev bittikten sonra avukatların Öcalan’la görüşme talebi yine reddedildi, KCK operasyonları ise tüm hızıyla devam ediyor.

Hapishaneler, önümüzdeki yıl ve yıllarda gündemin ön sıralarında yerini almaya devam edecektir. Kriz ve savaş ortamında devletin saldırıları daha da artacağından, içerideki tutsakların sayısı eksilmeyip çoğalacak, bu da zorlaşan koşullarda yeni direnişleri, isyanları tetikleyecektir. Buna dışarıdan daha da büyüyen eylemlerle destekler artmalıdır. Başta hasta tutsakların serbest bırakılması olmak üzere, tecride karşı mücadele, sınıf mücadelesinin kopmaz bir parçası olarak sürdürülmelidir. Düne kadar tecrit, komünist ve devrimci tutsaklar ve onların yakınları tarafından mücadeleye konu edilirken, artan tutuklu sayısı ve direnişlerle, geniş bir kesimin ilgi alanına girmiştir. Bu durum, “zindanlar boşalsın, tutsaklara özgürlük” sloganını, somut bir talep olarak yükseltmenin zeminini güçlendirmiştir.

Hukuk ve adaletin, en çok tartışılan kavram olduğu bir dönemden geçilmektedir. Devletin bir bütün olarak, devrimci-demokrat kişi ve kurumlara saldırdığı, iç çelişkilerinden dolayı klik çatışmalarıyla da birçok kişinin mahkemelerde yargılandığı bir dönem yaşanmaktadır. Kadın cinayetlerindeki artıştan, cinnet geçirmelere kadar, gerici-faşist baskılanmanın yarattığı patlamalar ve ruhsal çöküntü her yerde görülmektedir. Devletin adalet sistemine inancın iyice yitirildiği bir ortamda, toplumsal adaleti sağlamak için mücadelenin yükselmesi şarttır. Aksi halde kişisel intikamlar artacak, bu da daha büyük bir çöküntüye, çürümeye yol açacaktır.

Bu yıl Ergenekon, Balyoz gibi burjuva klikler arasındaki çatışma sonucunda açılan davalarda kritik noktaya gelindi. Balyoz davası sonuçlandı, aralarında generallerin de bulunduğu toplam 325 asker ağır cezalara çarptırıldı. Özel Yetkili Mahkemeler, “gizli tanık”lar, polisin delil toplama biçimleri vb. daha fazla tartışılmasına rağmen, AKP’nin rakip klikleri sindirme çabaları devam ediyor.

2012 yılında buna AKP-Cemaat kavgası da eklendi. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın savcılık tarafından çağrılması, bir süredir devam etmekte olan Başbakan Erdoğan ile Fettullah Gülen Cemaati arasındaki sürtüşmenin daha görünür hale gelmesiydi. Özellikle polis ve yargıda güçlü olan Cemaat, “Kürt açılımı”ndaki başarısızlığı kullanarak, MİT Müsteşarı’nın ayağını kaydırmaya girişti. Erdoğan, alelacele çıkardığı bir yasa ile buna karşı durdu. Açıkça Müsteşar’dan sonra sıranın kendisine geleceğinden duyduğu endişeyi ifade etti.

Bu çelişkiler, önümüzdeki yılda da sürecektir. Erdoğan’ın ortaya attığı “başkanlık sistemi” ve 2014 yılında yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleri, çelişki ve çatlakları daha da derinleştirecektir. Fakat aradan geçen sürede ne burjuva klik çekişmelerinin, ne de dinci kesimlerin kendi aralarındaki çatlakların, demokrasi mücadelesiyle hiçbir ilişkisi olmadığı, tüm çıplaklığı ile gözler önüne serilmiştir. Sözde darbeler, darbeciler yargılanmaktadır. Oysa 12 Eylül’de darbe yapıp yüzbinlerce kişiyi işkenceden geçiren, katleden, asan, her tür demokratik kurumu kapatan cunta şefleri, hasta oldukları gerekçesiyle mahkeme salonuna bile getirilmezken; AKP’ye karşı “darbe girişimi”nden yargılananlar, 20 yılın üzerinde ağır cezalara çarptırılmıştır. Ergenekon ile kontrgerillanın değil, “Avrasyacılar”ın yargılandığı gerçeği, yıllar sonra herkesin gözünün içine sokulmuş durumdadır. “12 Eylül yargılanıyor” balonu da artık sönmüştür.

Sadece 12 Eylül’ü değil, tüm darbeleri yargılayacak ve kontrgerillayı açığa çıkartacak olan tek güç, halkın gücüdür. Bunları bir gün gerçek anlamda yargılayacak olan da halk mahkemeleri olacaktır.

 

III- 2013’e girerken…

2012’ye Aralık ayının son gününe rastlayan Roboski (Uludere) katliamıyla girilmişti. Devlet F-16 savaş uçaklarıyla bombalayarak, kaçakçılık yapan çoğu çocuk 33 kişiyi katletmişti. Ardından bunun bir “kaza”, “istihbarat yanlışlığı” olduğu açıklandı. Kaçakçıları PKK’li sandıkları için öldürdüklerini söyleyerek, özrü kabahatinden büyük açıklamalar yaptılar. Başta Kürt halkı olmak üzere geniş kesimlerden gelen tepkiler üzerine de katledilenlerin ailelerine tazminat ödeyerek olayın üstünü kapatmaya çalıştılar. Aylar sonra ABD’de çıkan bir gazete haberinde, istihbaratın ABD tarafından verildiği, fakat katliamın Türk yetkililer tarafından yapıldığı Pentagon kaynaklarına dayanarak açıklandı. Belli ki, ABD katliamın suçunun üzerine kalmasından kaçıyor, topu Türk egemenlerine atıyordu. Sonuçta katliamın, ABD ve işbirlikçilerinin ortaklaşa gerçekleştirdiği teyit edilmiş oldu.

Katliamın üzerinden bir yıl geçtiği halde, herhangi bir soruşturma açılmış ve katilleri ortaya çıkarılmış değil. Aksine katliama tepki duyanlar, protesto edenler, gözaltına alındı, tutuklandılar. Fakat başta Kürt halkı olmak üzere devrimci-demokrat tüm kesimler, bu katliamın peşini bırakmadı, bırakmayacaklar da…

Geçtiğimiz yıla damgasını vuran kriz ve savaş, 2013’te daha derinleşmiş olarak karşımıza çıkacak. Bunların sonuçları da doğal olarak daha yıkıcı bir hal alacak. Bu durum, işçi-emekçi eylemlerine, ezilen halkların direnişlerine de yansıyacak, daha büyük grevlere, eylemlere, ayaklanmalara yol açacak. Devrim istemi, daha geniş kitleler tarafından dile getirilecek ve gündemde olmaya devam edecek.

Avrupa’da sürmekte olan kriz ve ona karşı büyüyen eylemler, birçok yerde “sol” hükümetleri işbaşına getirdi. Ya da Yunanistan’da olduğu gibi “radikal” görünümlü “sol cephe” büyük bir oy patlaması yaşadı. Bununla birlikte faşist partiler de güçlenmeye başladı. Benzer bir gelişme İspanya’da da görülüyor. Krize karşı, devrimci bir çıkış yapılamazsa, Avrupa’da bir kez daha faşizmin yükselişine tanık olabiliriz. Kriz ve savaş dönemleri, “merkez sağ ve sol” denilen ve tahtaravelli misali biri inip biri çıkan klasik düzen partilerini eritiyor. Herkesi çıplak kimliği ile siyaset yapmaya zorluyor ve kutuplaşmayı arttırıyor.

Benzer bir durum Türkiye için de geçerlidir. AKP giderek daha fazla yıpranıyor. Ne var ki, CHP de kitlelerde bir umut ve beklenti yaratamıyor. Buna karşın krizin etkileri ve savaşın boyutu, işçi-emekçi mücadelesini yükselteceği gibi, Kürt hareketini de daha kalıcı sonuçlar almaya götürecektir. Bu durum hem toplumsal dönüşümleri hızlandıracak, hem de devletin yapısında değişimleri zorlayacaktır. AKP’nin “başkanlık sistemi” ve “kuvvetler ayrılığı”na dönük eleştirileri, böyle bir hazırlığın işaretidir. Tabi ki AKP, “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan” da olabilir. AKP’ye karşı yükselen muhalefet, sarsıcı boyutlara ulaşırsa, seçimlerin öne çekilmesi, gündeme gelebilir. Ve Türkiye yeniden “koalisyon hükümetleri”ne dönebilir.

Ekonomik krizin yanı sıra derinleşen siyasi kriz, Türk egemenlerini daha fazla telaşlandıracaktır. Önümüzdeki yıl, Kürt hareketi açısından önemli gelişmelere gebedir… Devrimci güçler, gelişen bu elverişli zeminden yararlanıp birleşik bir güç olarak ortaya çıkmazsa, sağ ve sol milliyetçilik artacak, faşizmin kitle tabanı genişleyecektir. Dolayısıyla önümüzdeki yıl ve yıllar açısından komünist ve devrimcilerin politikaları ve çalışmaları, tayin edici bir öneme sahiptir. Özellikle savaş karşıtı güçleri birleştirmek ve daha aktif kılmak, krize karşı gelişen işçi-emekçi eylemlerine önderlik etmek, dönemin öne çıkardığı iki temel görevdir.

* * *

Gerek dünyada, gerekse Türkiye’de çok önemli gelişmelerin yaşanacağı bir yıla giriyoruz. Bu kaotik ortamda öncünün rolü, çok daha büyük bir önem kazanıyor. Yukarıda belirttiğimiz gibi, tek tek her kadro ve bir bütün olarak örgüt, kendini bugünlere hazırlamalıdır. Tunus ve Mısır’daki gelişmeler göstermiştir ki, kitleler ne denli öfkeli ve savaşkan da olsa, komünist ve devrimci bir önderlikten yoksunsa devrimi gerçekleştiremiyor. Böylesi alt-üst oluş dönemlerinde kim daha örgütlü ve hazırlıklı ise, onlar kazanıyor.

Ama yine aynı örnekler göstermiştir ki, krize ve savaşa karşı tek kurtuluş yolu, devrim ve sosyalizmdedir. Dinci ve milliyetçi akımların, sahte anti-emperyalist, anti-kapitalist maskesi, bir süre sonra düşmekte ve gerçek yüzleri açığa çıkmaktadır. Kitleler bu kez de onlara karşı mücadeleyi yükselmektedir. Ancak bu, uzun süren, sancılı bir dönem demektir. Her iki burjuva akıma karşı kitleleri daha baştan bilinçlendirmek ve savaştırmak için, devrimci bir öncünün varlığı elzemdir.

Büyük devrimci önder Roza Lüksemburg’un 100 yıl önceki öngörüsü, tüm yakıcılığı ile bugün de kendini hissettirmektedir. İnsanlık, ya barbarlık içinde çürüyüp yok olacak; ya da devrim ve sosyalizmle, sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir topluma doğru ilerleyecektir. Bizim görevimiz, “ya, ya da” ikilemini ortadan kaldırıp, teke indirmek; tüm insanlığın kurtuluşu için devrim ve sosyalizmi gerçekleştirmektir.

2013, tüm dünyada bir kez daha devrim ve sosyalizm rüzgarının estiği bir yıl olsun! Ülkemizde komünist ve devrimci hareketlerin toparlandığı, işçi ve emekçi hareketine yön vermeye başladığı bir yıl olsun! (…)

Bunlara da bakabilirsiniz

Rojava’ya saldırılar İsviçre’de protesto edildi

Türkiye ordusunun Rojava’ya ve Irak Kürdistanı’na dönük saldırıları, İsviçre-Basel’de kitlesel bir yürüyüşle protesto edildi. Şehrin …

Yeni “çözüm süreci” kimin ihtiyacı?

TBMM’nin 1 Ekim’deki açılışında, Devlet Bahçeli’nin DEM Parti sıralarına gelip tokalaşması, “yeni çözüm süreci”nin başladığının …

Devrim Kartalı Remzi Basalak

Remzi Basalak, 1963 yılında Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Az topraklı çiftçi bir ailenin çocuğuydu. İlkokulu …