Ulusal ve sosyal kurtuluş için TEK YOL DEVRİM

ön

İmralı ile BDP heyetinin görüşme tutanaklarının Milliyet gazetesinde yayınlanması, hem görüşmenin içeriği üzerinden tartışmaları alevlendirdi, hem de tutanakların nasıl ele geçirildiği hakkında spekülasyonları arttırdı. Özellikle Erdoğan’ın tutanakların yayınlanmasına gösterdiği tepki üzerine, “gazeteciliğin misyonu” öne geçti. Erdoğan açıkça, kendilerinin onayından geçmeyen haberlerin yayınlanmamasını istiyordu. “Batsın böyle gazetecilik” diyerek de, tıpkı kendinden önceki yöneticiler gibi “Mehmetçik gazeteci” istediğini duyuruyordu. “Basın özgürlüğü”ymüş, kitlelerin “haber alma hakkı”ymış, hepsinin sınırı “milli güvenlik” zırhına kadardı! Aksini yapanlar “vatan haini”, “bölücü”, “ajan provokatör” vb. her tür sıfata layıktı! Ve bütün bunlar, “sürecin şeffaf, halka açık bir şekilde yürütüldüğü” yaygarası içinde yapılıyordu.

Elbette basına dönük sınırlamalar AKP hükümetiyle ortaya çıkmadı. Egemenler her dönem, basın üzerinde tahakküm kurmuşlar ve sansür uygulamışlardır. Marks’ın dediği gibi “maddi üretim araçlarını ellerinde tutanlar, entelektüel üretim araçlarına da sahip olurlar.” Bugün medya patronları, bizzat burjuva sınıfın birer üyesidir. Dolayısıyla burjuva medyanın, burjuva sınıfına ve onun devletine zarar verecek bir yayın yapması düşünülemez. Ancak burjuvazinin klik çekişmeleri, birbirinin açığını yakalama ve zayıf düşürme çabalarını da beraberinde getirmekte, burada medya önemli bir araç olarak devreye girmektedir. Bu, günümüzde yaşandığı gibi, klikler arası çelişkilerin keskinleştiği dönemlerde, çok daha belirgin ve açık biçimlerde yapılmaktadır.

Ne var ki AKP hükümeti, rakip kliklere darbeler indirip güçlendikçe, hem büyük bir “yandaş medya” yarattı, hem de karşısında yer alan kliklerin medya patronlarını şu ya da bu yolla “hizaya” soktu. Buna uygun olmayan birçok gazeteci işinden oldu. Muhalif gazeteciler tutuklandı. Öyle ki, uluslararası basın kuruluşları bile, “Türkiye gazeteciler hapishanesi” dediler. Tutuklu gazeteci sayısında rekorlar kırıldı.

* * *

Tutanakların yayınlanmasına AKP hükümetinin bu tepkisi, gerçekte her şeyin halktan gizli, kapalı kapılar arkasında gerçekleştiğinin açık bir kanıtıdır. “İmralı süreci” olarak adlandırılan Kürt ulusal hareketini tasfiye amaçlı plan, yıllardır gizli kapaklı bir şekilde üzerinde çalıştıkları bir plandır. Ortadoğu’daki son gelişmeler, süreci hızlandıran bir rol oynamıştır. Irak ve Suriye’de Kürtler kendi yönetimlerini kurarken, hatta İran da bile özgürlük alanları genişlerken, en fazla nüfusa sahip oldukları Türkiye’de anadillerinde eğitim haklarının dahi tanınmamış olması, Kürt isyanının Türkiye’de de büyüyeceği korkusunu arttırmakta, bölünme tehlikesini daha somut bir tehdit haline getirmektedir. Geçen yıl yaz aylarında PKK’nin Şemdinli çevresinde gerçekleştirdiği “alan savunması”, korkularının yersiz olmadığını göstermiştir. Gerçekte, yaymaya çalıştıklarının aksine Türkiye askeri olarak yenilmiş, Kürt hareketini askeri yöntemlerle bastıramayacağını anlamıştır.

Diğer yandan güney sınırına yerleştirilen patriot füzeleri ve Suriyeli çetelere yaptığı yardımlarla, komşu devletlerin tepkisini üzerinde toplayan bir ülke haline gelmiştir. Füzelerin yerleşmesiyle birlikte ülke içindeki “yabancı asker” sayısı artmış, emperyalistlerin ziyaret trafiği hızlanmıştır. Yeni ABD Savunma Bakanı Kerry de ayağının tozuyla ilk dış ziyaretlerini Türkiye’ye yapmıştır. Bir kez daha başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’da süren hegemonya savaşında, ABD’nin çıkarları doğrultusunda Türkiye’ye görevler biçilmiştir.

Türkiye, Ortadoğu’daki emperyalist kapışmanın merkezi durumundadır. Esasında savaşın içindedir de. Ceylanpınar ve Cilvegözü’nde patlayan bombalar, bunun açık göstergeleridir. Her an kendini sıcak savaşın göbeğinde bulabilir.

Bütün bunlar, savaşa giren her ülkede olduğu gibi “cephe gerisi”ni sağlama alma, içte direnen unsurlardan temizleme çabasını arttırmaktadır. Elbette bunların başında Kürt sorunu vardır. “21 Mart’ta ateşkes, 15 Ağustos’ta silahların bırakılması” gibi bir takvim çıkarılması ve süreci hızlandırma çabaları boşuna değildir. Erdoğan’ın açıkça ilan ettiği gibi, kilitlendikleri tek şey, PKK’nin silahsızlandırılmasıdır.

“Yeni anayasa” ile devletin yapısında bazı değişiklikler yapma ihtiyacı da, bu sürecin bir ürünüdür. AKP’nin başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemini getirmek istemesi, savaş ve kriz koşullarının yaşandığı bir dönemde, hızlı karar alma ve hemen uygulama ihtiyacındandır. Meclisle zaman kaybetmeye, “yüksek yargı”nın engellemelerine tahammülleri yoktur. Adeta cunta dönemlerinde yaşanan bir yönetim arzulanmaktadır.

Bütün bunları yapabilmesi, Kürt ulusal hareketinin silahsızlandırılmasına, örgütlülüğünün dağıtılmasına bağlıdır. Üstelik “barış” görüşmeleri ile, Öcalan’ın ağzından başkanlık sistemine ve Erdoğan’ın başkanlığına onay almışlar, bu yönde BDP ile işbirliğini güçlendirmişlerdir.

* * *

AKP, “İmralı süreci”nden her yönden kazançlı çıkma peşindedir. Bu hesabı -bilinçli ya da bilinçsiz- bozmaya dönük en küçük bir olaya, çok büyük tepkiler vermesi, bu yüzdendir. Tüm kesimlerin, kitleleri “barış” umudu ile oyalamalarını istemektedir.

BDP ile İmralı arasında görüşmeyi başlatmasının da asıl nedeni budur. Başta Kürt halkı olmak üzere ilerici, demokrat tüm kesimlerin ikna edilerek bu sürece desteklerini sağlamaktır. Çünkü Kürt halkı, yaşadığı tecrübeler ışığında son derece temkinli yaklaşmakta, “barış” sözcüğünün tılsımına eskisi kadar kapılmamaktadır. PKK’ye silahsızlanma dayatılırken, “demokratik özerklik”ten bile geri adım atılmasını tepkiyle karşılamakta, “bizden her şeyi peşin istiyorlar, kendileri taksitle veriyor” demektedirler.

Bugün Kürt varlığı kabul edilmiş ve birtakım haklar verilmiş ise, Kürt halkı bunu örgütlü ve silahlı gücüne borçludur. Bunun farkında olarak, tasfiye sürecine karşı bir direnç geliştirmektedir. Sürecin mimarları ise, her tür direncin kırılması için uğraşmakta, özellikle de medyayı bu doğrultuda hareket etmeye zorlamaktadır.

* * *

Türkiye, sadece “gazeteciler hapishanesi” değil, bir “halklar hapishanesi”dir aynı zamanda. Başta Kürt ulusu olmak üzere, Arap, Çerkez, Rum, Ermeni vb. ulusal topluluklar, yüzyıllardır baskı ve asimilasyon altındadır. Bu yüzden de bir bütün olarak işçi ve emekçiler üzerindeki sömürü ve zulüm düzeni devam etmektedir. Egemenler, bugüne dek milliyetçilik zehri ile halkları bölüp parçalayarak yönetmeyi başarmıştır.

Bu düzende her tür “özgürlük” ve “barış” vaadi, kandırmacadan ibarettir. Tüm halkların ortak düşmanı olan emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı, birleşik bir mücadele yükseltilmeden, gerçek kurtuluş elde edilemez! Ulusal ve sosyal kurtuluşun tek yolu ise, devrim ve sosyalizmdir!

 

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …