Bursa’da TÜYAP Kitap Fuarı etkinlikleri kapsamında, Sorun Yayınları Kolektifi, “Barış ve Birlik” başlıklı bir panel gerçekleştirdi. 16 Mart 2013 tarihindeki panele konuşmacı olarak Rezan Yayınları’ndan Ahmet Kale ve PDD temsilcisi Gülümser Seyitcemaloğlu katıldı.
Ahmet Kale, konuşmasında asıl olarak “Birlik” sorunu üzerine durdu. “Sosyalist bir birlik”in ancak “sosyalizmin değerlerine sonuna kadar sahip çıkan, bu değerleri zamana zemine göre değiştirmeyen, işçi sınıfının-halkların çıkarlarını savunan, mücadelenin içinde yer alan kesimlerle” kurulabileceğini anlattı. Gülümser Seyitcemaloğlu ise, “barış” sorununu “savaş” olgusu ile içiçe ele alan bir konuşma gerçekleştirdi. Konuşmayı, güncel öneminden dolayı yayınlıyoruz. Ara başlıklar tarafımızdan konulmuştur.
* * *
Barış, çok güzel bir sözcüktür; aynı zamanda çok da tılsımlıdır. Kimse açıktan barışa karşı olduğunu söyleyemez. En kanlı diktatörler bile, barıştan sözeder, barış istediğini söyler. Buna rağmen insanlık tarihi savaşlarla doludur. Milyonlarca insanın canına mal olan büyük savaşlar bile, sözde barış için yapılmıştır. En büyük sömürü sistemi olan kapitalizmde, patronların dilinden “çalışma barışı”, “iş barışı” kavramları hiç düşmez.
Barışı, kendi sömürü ve soygun sistemini sürdürmek için gözboyama aracı olarak kullanan demagoglar dışında, elbette gerçekten isteyenler de vardır. Onlar, işçi ve emekçilerdir, ezilen uluslardır, yoksul halktır. Çünkü savaşlardan en büyük zararı onlar görür. Daha fazla yoksulluk ve açlıkla, yıkımla karşılaşır. İşçi ve emekçilerin çocukları, savaş meydanlarına sürülürler, ölenler hep onlar olur. Zorunlu göçler, kimi zaman bir ömür boyu süren yıkıcı sonuçlar, savaşın maddi manevi her tür acısı, onlara yüklenir.
Savaştan çıkarı olanlar, egemenlerdir, sömürücü sınıflardır. Savaşı çıkaran da, savaşta vurgunlar vurup zenginliğine zenginlik katan da sömürücülerdir. Ezilen ve sömürülen kesimler, savaşın tüm yükünü çektikleri gibi, bundan hiçbir kazançları olmaz. Aksine eskisinden daha ağır koşullar altında yaşamak zorunda kalırlar. O yüzden bir avuç sömürücü dışında, herkesin barıştan yana olması kadar, doğal bir durum olamaz.
Fakat barışın konuşulacağı bir yerde, önce savaşa dair konuşmak gerekiyor. Çünkü sınıflı toplumların, sömürücü toplumların gerçeği budur. Aslolan savaşlardır. Barışlar, “savaşlara verilmiş ara dönemlerdir” ve geçicidir, talidir. Sadece savaşlarda nefes almak amacını taşır. Savaşan sömürücü güçlerin dinlenmesi, kendini toparlaması, yeni savaşlara hazırlanması için, bu “kısa molalar”a ihtiyaçları vardır. Ama bunu, sanki çok barış sever oldukları için yapıyorlarmış gibi gösterirler. Toplumda savaş döneminde iyice artan barış özlemini karşılamak için yaptıkları gibi bir yanılsama yaratırlar.
Bilindiği gibi egemen sınıflar, kitlelerin duygularını sömürmede ve çarpıtmada ustalaşmıştır. Barış özlemi ve barış talebi de, yıllar yılı egemenler tarafından en fazla sömürülen ve demagoji malzemesi yapılan bir kavram olmuştur. Tıpkı, demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi…
Bu yüzden barışla ilgili konuşmaya geçmeden önce, savaşlara kısaca göz atmak istiyoruz.
Sömürücü toplumların tarihi, savaşlar tarihidir
İnsanlığın bilenen tarihi, yaklaşık 300 bin yıl olarak belirlenmiş. Bu 300 bin yılın son 7 bin yılı ise, sömürücü toplumlar dönemi. Biliyorsunuz “sınıflı toplumlar” olarak sıraladığımız; köleci topum, feodal toplum, arkasından gelen kapitalist toplumdur ki, bu toplumlar, yaklaşık 7 bin yıllık bir tarihe sahip. Ondan öncesi, ilkel komünal toplumda, yani yaklaşık 290 bin yıl boyunca, insanlar barış içinde yaşamışlar. Sınıfsız, sömürüsüz bir ortamda, ilkel biçimlerle de olsa, üretmişler, tüketmişler. Fakat son 7 bin yıl, sömürücü toplumlara geçişle birlikte, yaşamları savaşlarla geçmiş.
Durumun vehametini ve çarpıcılığını birkaç rakamla görmek mümkün. Sömürücü toplumların tarihinin her 100 yılının 87 yılı savaşlarla geçmiş. Yani 7 bin yıllık tarihin, yaklaşık yüzde 90’nı savaşlarla dolu olmuş, sadece yüzde 10’unda insanlar barış içinde yaşayabilmiş. Son 1500 yıl içinde ise, yaklaşık 14 bin savaş olduğu tespit edilmiştir. Bu savaşlarda, 3 milyar civarında insanın öldüğü saptanmıştır. Bu rakam, neredeyse bugünkü dünya nüfusunun yarısı kadardır.
Özcesi savaş, kıyım demek, ölüm demek, açlık ve sefalet demek. Bunların hepsi, işçi ve emekçi kitleler içindir. Savaşlar, insanlığa dönük bir saldırı suçudur özünde. Çünkü sömürücü sınıfların çıkarlarına hizmet eder. İşte bugün Ortadoğu’da süren savaşın durumu. 2001 yılında Afganistan işgal edildi. İki yıl kadar sonra Irak işgal edildi. Şimdi Suriye’de süren bir savaş var. Bu savaşlar, emperyalistlerin bölgeye dönük sömürü ve çıkar hesapları için yapılıyor. Emperyalistler arasındaki paylaşma politikalarının sonucu olarak yapılıyor. Amerikan emperyalizmi, dünya üzerindeki hegemonyasını güçlendirmek için, Ortadoğu’daki petrollere hakim olmak için, Afganistan’ı Irak’ı işgal ediyor. Suriye’yi kendisine bağımlı kılabilmek, oranın zenginliklerini sömürebilmek, Ortadoğu petrollerini rahatlıkla Akdeniz’e taşıyabilmek için, Suriye de bir savaş çıkartıyor. Başka emperyalist güçler de Suriye’deki varolan rejimi destekliyor. Bir tarafta Çin ve Rusya’nın, bir tarafta Amerika’nın rekabetine ve hegemonya kavgasına tanık oluyoruz. Savaşları onlar istiyor. Çünkü emperyalistlerin ekonomik çıkarları, savaşmayı, silahla birbirlerine üstünlük kurmayı, pazar alanlarını ele geçirmeyi, halkları köleleştirmeyi, işçi ve emekçileri sömürmeyi zorunlu kılıyor.
Dünya iki büyük emperyalist savaş yaşadı. Birinci emperyalist savaşta, 1914-1918 yılları arasında süren bu savaşta, 10 milyon insan öldü. İkinci emperyalist savaşta ölen insan sayısı ise, 54 milyon! Yani 5 kat daha fazla. Teknoloji geliştikçe, silahlanmaya ayrılan pay arttıkça, savaşın yıkıcı gücü de, ölen insan sayısı da artıyor.
Bir zamanlar savaşın zararı, okun nereye kadar uçacağına, bir Roma lejyonunun nereye kadar yürüyeceğine bağlıydı. Şimdi ise, sınırları aşan füzeler, denizaltılar, savaş uçakları, kimyasal silahlarla savaşılıyor ki, yıkımların oranı misliyle katlanıyor. Hem katledilen insan sayısı, hem de doğa tahribatı devasa boyutlara ulaşıyor.
Barış anlaşmaları, yeni savaşların nedenidir
Her savaştan sonra bir barış anlaşması imzalanır. Mesela birinci emperyalist savaş sonrası Versay Barış Antlaşması yapıldı. Emperyalistlerden de bazıları yenmiş, bazıları yenilmişti. Yenenler, bunu bir anlaşma ile resmileştirdiler. Barış anlaşmaları bu şekilde imzalandı.
Peki sonraki savaşlar neden çıktı? Barış anlaşmasında yenilen, pazar alanlarını kaybeden emperyalistler, güçlerini yeniden toparlayınca, kaybettiklerini almak ve yeni sömürü alanlarıyla zenginliklerini artırmak istediler. Bunun için savaşmaları gerekiyordu. Tarihte, özellikle büyük savaşlar sonrası yapılan barış anlaşmaları, hemen her dönem yeni bir savaşın temelini oluşturmuştur. Birinci emperyalist paylaşım savaşının sonrasında imzalanan Versay, ikinci emperyalist savaşının nedeni haline gelmiştir mesela. Keza ikinci emperyalist dünya savaşını bitiren Paris anlaşması da, o günden bu yana süren bölgesel savaşların nedeni olmuştur.
Burjuva hukuk, egemen sınıfların hukukudur; “barış anlaşması” denilen şey ise, yenenlerin hukuku, yenenlerin anlaşmasıdır. Çünkü “barış anlaşması” eşitler arasında gerçekleştirilmez. Taraflardan birisi galip gelinceye kadar savaş sürer, galip gelen kendi şartlarını dayattığı anlaşmayı masaya koyar.
İster dünya çapında olsun, isterse bölgesel, emperyalist sistemde savaşlar kaçınılmazdır. Diğer sömürücü sistemlerden farklı olarak emperyalizmde, dünyadaki tüm topraklar paylaşılmış durumdadır. Emperyalist tekeller, “azami kar” elde edebilmek için, yeni pazarlara açılmak zorundadır. Yeni pazarlar da “paylaşılmış toprakların yeniden paylaşımı”nı zorunlu kılar. Dolayısıyla dünya üzerinde hakimiyet kurabilmek ve onu elinde tutabilmek için egemenlerin asıl yöntemi; savaştır. “Kapitalistler dünyayı… ‘sermayeleriyle orantılı olarak’, ‘herkesin güçlerine göre’ paylaşıyorlar; çünkü kapitalizm düzeninde, başka bir paylaşım biçimi olanaksızdır.” diyor Lenin, (Emperyalizm, Bilim ve Sosyalizm yayınları sf. 80)
Bütün savaşlar, kendilerini doğuran politik sistemin bir parçası, onun uzantısıdır. Savaşı başlatan devletlerin ve sınıfların, savaş öncesi politikası neyse, savaşta da o sürdürülür; yalnızca biçimi değişmiştir. O yüzden savaş “politikanın başka araçlarla -silahlarla- sürdürülmesi”dir.
Boş yere silahlanmıyorlar. Kriz dönemlerinde bile, yükselişini sürdüren tek sektör, silah sanayiidir. Silahlanmaya ayrılan pay, her dönem, kapitalist, emperyalist ülkelerin bütçelerinin en büyük kesimini oluşturur. Dünya genelinde silahlanmaya ayrılan pay, sağlık ve eğitime ayrılanın, yaklaşık iki buçuk katıdır. ABD’nin başını çektiği yeni bir emperyalist savaş sürecine girildiğinden beri, silahlanma yarışı ve ona ayrılan kaynaklar, çok daha artmış bulunmaktadır. Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü SIPRI, dünyada askeri harcamaların son on yılda yüzde 37 arttığını, bunun başında ise ABD’nin yer aldığını belirtmiştir. Çin, Rusya, Almanya, Fransa gibi diğer emperyalist devletler de, ABD ile aralarındaki bu askeri açığı kapatmak için var güçleriyle silahlanmaktadır.
Kriz ve savaş, emperyalizmin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Krizi savaş dışında aşabilmenin yolunun kalmadığı yerde, savaşlar patlak verir. Bu, egemenlerin bir tercihi de değildir. Sistemin iç çelişkilerinin ve açmazlarının kaçınılmaz sonucudur.
Haklı ve haksız savaşlar
Buraya kadar anlattıklarımız, sömürücü sınıfların ve onların bugünkü hali emperyalistlerin savaşlarıdır. Bu savaşlar, egemen sınıfların çıkarları için yapılan savaşlardır. Hedefleri, sömürü ve soygun alanlarını arttırarak, zenginliklerini katlamaktır. Egemen sınıfların sömürü ve soygun için, yeni pazarlar elde edebilmek için, kısacası “köleliği güçlendirmek için” giriştiği savaşları asla desteklemeyiz. Bunlar haksız savaşlardır çünkü.
Bir de haklı savaşlar vardır, işgal altındaki bir ülkenin halkının işgalciye karşı, ezilen ve sömürülen halkların ezen ve sömüren egemenlere karşı ve en önemlisi, proletarya ve emekçi kitlelerin burjuvaziye ve sömürücü sisteme karşı yürüttüğü sınıfsal savaşlardır bunlar. Ezilen ve sömürülenlerin sömürücü sisteme başkaldırısıdır bu savaşlar. Egemen sınıfların sömürüyü artırmak için giriştiği savaşlara karşı çıkarken, her ülkenin işçi sınıfının, emekçilerinin ve ezilen halkların yürüttüğü savaşlara, ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarına tarafızdır. Bunların bizzat içinde yer alır, önderlik ederiz, sonuna kadar yanında oluruz.
Burjuvazi, dünyadaki yoksulluğun nedenini, kişilerin başarısızlığı olarak gösterir. Yani insanlar, sanki eşit haklara sahiptir, eşit olarak doğmuşlardır; zenginleşmiyorlarsa, çalışmasını bilmedikleri, ya da ellerine geçen fırsatları kullanamadıkları içindir! Son dönemde moda olduğu gibi, “çok çocuk yaptıkları için zenginleşemiyorlardır” belki de! Burjuvazi sürekli olarak bunları anlatır. Gerçekte ise yoksulluğun nedeni de, zenginliğin nedeni de, sömürüdür.
Dünyada zenginliği bir grup elinde tutar, başkalarını yoksullaştırmak pahasına. Milyonlarca işçi ve emekçinin cebinden çıkanlar, bir avuç zenginin elinde toplanır. Hükümetleri onlar yönetir, kararları onlar aldırır, savaşları onlar çıkarır.
Zenginliklerini artırmak için, bir taraftan başka ülkelerin pazar alanlarını ele geçirmek, onların zenginlikleri yağmalamak için bir savaş yürütürler, ya da işçi sıfının artıdeğerini sömürmek için sınıf savaşı yürütürler. Sistem, bunun üzerine kurulmuştur. Tankları, topları, orduları, hukukları, mahkemeleri, hükümetleri, devlet organlarıyla, tüm yasal organları ve güvenlik güçleriyle, işçi sınıfının üzerinde bir terör ve baskı oluştururlar. Onların bu sömürü sistemine karşı direnilmesini engellemek için, tüm güçlerini kullanırlar. Mesela “asgari ücret” denilen sefalet ücretine karşı karşı eylem yapan işçilere, polisiyle saldırır, yasalarıyla yargılar, işten atar vb…
Çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek isteyen işçi ve emekçiler de, üzerlerinde baskı ve terör estiren sömüren burjuvaziye karşı bir sınıf savaşımı yürütürler. Bu savaşta proletaryanın gücü, en başta fabrikalardaki üretim gücünden gelir, toplamda örgütlülüğünden gelir. İçinde bulundukları nesnel ortam, onları kendiliğinden de olsa böyle bir savaşın içine çeker. Bu savaşım içinde sendikal örgütlülüklerini oluştururlar. Bu siyasal bir örgütlülükle birleştiğinde, çok daha güçlü bir hal alır. Sınıf savaşımını nasıl ve hangi hedefler doğrultusunda yürütmeleri gerektiğini, öncülerinden öğrendikçe, burjuvazinin karşısına bir sınıf olarak dikilmeyi ve kendi davası için dövüşmeyi daha net biçimde yapmaya başlar. Her biçimiyle işçi ve emekçilerin burjuvaziye karşı savaşı, haklı bir savaştır ve sonuna kadar yanında olunması gerekir.
Bir de ulusal kurtuluş savaşları vardır. Bir başka ulus tarafından ezilen sömürülen ulusların, bu baskıdan kurtulmak, kendi kaderini tayin etmek için başlattıkları savaşlardır bunlar. Bu savaşlar, emperyalizme ve işbirlikçilerine, kendisini ezen ulusun egemen sınıflarına karşı yürütüldüğü sürece, desteklenmesi gereken savaşlardır.
Burjuvazi, işçi ve emekçileri daha rahat yönetebilmek için, onları bölüp parçalamaya çalışır. Ulusal, mezhepsel ayrılıkları kışkırtır, birbirlerine düşürür. Ülke içinde bulunan farklı ulusal topluluklar üzerinde daha yoğun bir baskı ve sömürü oluşturur. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin halkları birbirine kırdırma, bölüp parçalayarak sömürüyü daha da arttırma çabası, en çok işçi ve emekçilerin birliğine ve mücadelesine zarar verir. O yüzden de “bir ulusu ezen bir ulus, özgür olamaz” denilmiştir. Ezen ve ezilen ulusun işçi ve emekçileri, güçlerini birleştirerek emperyalizme ve işbirlikçilerine yönelmedikçe, ikisinin de gerçek kurtuluşu sağlanamaz.
Ulusal mücadele ile sınıf mücadelesinin ilişkisi nasıl olmadır? Elbette ki ezilen halkların kurtuluş mücadelesinin sonuna kadar yanında oluruz. Ya da işgale uğrayan ülke halklarının -devletlerin değil- işgale karşı yürüttüğü mücadeleyi sonuna kadar destekleriz. Ama proletaryanın öncelikli görevi, sınıf mücadelesini yükseltmektir. Onun dışında her tür mücadele, buna tabidir. İşçi sınıfının ezilen halklara desteği de bu çerçevede olmalıdır. Ezilen ulusun da proletaryası var, köylüsü var, emekçisi var. Egemen bir sınıfa dönüşmemiş olsa bile, burjuvası var. Ezilen ulusun mücadelesine destek verirken, bu sınıfsal farklılıkları da göz önüne almak gerekir. Harekete hangi sınıf önderlik ediyor, hangi ideolojik-siyasal görüşleri savunuyor, bu görüşler kime hizmet ediyor vb. bunları dikkate almak zorundayız. Marksist-Leninistler, ulusal hareketleri desteklerken de, yanlış bulduğu şeyleri söylemekten geri durmazlar.
Mesela Suriye’deki savaş. Tunus, Mısır gibi Arap ülkelerinde başgösteren toplumsal hareketlerden farklı bir durum sözkonusu. Doğrudan Amerika’nın kışkırttığı, Amerika tarafından yönetilen çetelerle yürütülen bir savaş durumu var. Türkiye’nin de bu konuda taşeronluk yaptığı, topraklarını açtığı, her tür silah ve teçhizat yardımını sağladığı bir savaş yürütülüyor. Marksist- Leninistler, hiçbir zaman egemen sınıfların yanında olmamışlardır. Bu nedenle, asla Esad’ın yanında olmayız, Esad’ı desteklemeyiz. Diğer taraftan, muhalefetin arkasında Amerikan emperyalizmi var, Esad’ın arkasında ise Rusya ve Çin emperyalizminin desteği var. Arada ezilen, katlaimlara uğrayan, yokluk çeken ve göç altında boğulan, -tam da konuşmanın başında belirtiğim gibi- Suriye halkı oluyor. Biz Suriye halkının, işçi ve emekçilerinin yanındayız, Suriye burjuvazisinin değil.
Emperyalistlerin barış görüşmeleri
Son yıllarda gerek dünyada, gerekse ülkemizde en sık kullanılan kavramlardan biridir “barış!”
Emperyalist bir savaşın sürüyor olması, kitlelerde barışa duyulan özlemi arttırdıkça, daha fazla kullanılacaktır da. Neden? Çünkü egemen sınıflar, ezilen sömürülen sınıfların “direnmeden boyuneğmeleri gereksinimi”ne, hiç bir dönem, savaş zamanındaki kadar ihtiyaç duymazlar. Silah bakımından ne kadar üstün olursa olsunlar, savaşı sürdürebilmek için “cephe gerisini” sağlama almak zorundadırlar. Hiç bir kapitalist ülke, “kendi cephe gerisini sağlamlaştırmadan ‘kendi’ işçilerine, ‘kendi’ sömürgelerine gem vurmadan, ciddi bir savaş yürütmez” demiştir Stalin. (Eserler Cilt 10- sf:241)
Son yıllarda birçok ülkede, adına “siyasi çözüm”, “diyalog”, “barış” denilen, gerçekte emperyalist bir çözüm süreci yaşanıyor. Ulusal kurtuluş mücadelesi veren birçok örgüt, bu şekilde eritildi, emperyalistler ve işbirlikçileri için bir “tehlike” olmaktan çıkarıldı.
İngiltere’de, İspanya’da, Güney Afrika’da Filistin’ de, son olarak Kolombiya’da bu tür barış görüşmeleri yürütüldü, yürütülüyor. Gerillayla devletler masaya oturuyor, müzakereler yapılıyor ve barış anlaşmaları imzalanıyor. IRA, ETA, ANC, FKÖ, FARC gibi örgütlerle, “barış görüşmeleri” yapıldı. Sonuçta bu örgütleri ya bölüp parçalayarak güçsüz düşürdüler, ya da eski özelliklerini kaybettirip sistemin bir parçası haline getirdiler. Ve o ülkelerde, ne baskı ne de sömürü son buldu. Aksine daha da arttığını söyleyebiliriz.
Bu görüşmelerin bize gösterdiği bir şey var; ezilen kesimin temsilcileri ne kadar çaba gösterirlerse göstersinler, masadan daha güçlü kalkan devletler oluyor. Devletler, zaten o masaya, bu hareketleri bastırmak ve ezmek için oturuyorlar. En fazla birkaç kırıntı verdikten sonra, hareketin tamamını ezmeyi amaçlıyorlar. Zaten genellikle barış görüşmeleri sürerken, bir taraftan savaşı da olanca şiddeti ile sürdürüyorlar. Gerilla kamplarının bombalanmaya devam etmesi, gerilla liderlerinin kaçırılması ya da infaz edilmesi, ezilen halka dönük hak gasplarının artırılması vb. hemen her “barış görüşmesi” sürecinde gözlenebilen “olağan” durumlar halinde. Gerilla “ateşkes” ilan etse ve kendi cephesinden savaşı durdursa bile, devlet tarafından ateşkes ilan edilmiyor, savaş sürdürülüyor. Bu saldırılar, “barış”tan rahatsız olan, savaşı sürdürme kararlılığını gösteren kesimleri güçsüzleştirmek ve “barış”maya çalışan kesimlerin “pazarlık” gücünü zayıflatmayı amaçlıyor. O yüzden de çoğu kez, savaş boyunca dökülen kanın, ödenen bedellerin, harcanan emeğin dengi bir kazanım olmadan, haklarını asgari düzeyde bile elde edemeden sonlanıyor.
Bazen de görüşmeler, bir aşamada kesintiye uğruyor. Devlet tarafından saldırılar o kadar artıyor ki, barış görüşmeleri devam edemiyor. Kimi yerlerde katliamlarla hareketi yok etmeye çalışıyorlar. SriLanka’da Tamil Kaplanları çok çarpıcı bir örnektir. Barış görüşmeleri başladıktan üç yıl sonra, öyle bir katliam gerçekleştirildi ki, SriLanka devleti, 2008 ve 2009 yıllarında 173 bin civarında Tamil halkı katletti. Barış görüşmelerini bitiren unsur da bu oldu. Kolombiya’da bir taraftan barış görüşmeleri yürütülürken, bir taraftan binlerce sendikacı, muhalif ve gerilla öldürüldü. Gerilla kamplarına bombalar yağdırılmaya devam edildi, özellikle önderleri hedef alındı ve katledildi.
Burjuvazi ne kadar çok “barış” lafı ediyorsa, o kadar çok savaş var demektir. Ne kadar çok “demokrasi” diyorsa, o kadar baskı, faşizm var demektir. İkiyüzlülük, sahtekarlık, onun karakteridir; yalan ve demagoji ise, vazgeçilmez yöntemleridir.
Ülkemizdeki barış görüşmeleri
Ülkemizde yürütülen barış görüşmeleri, dünya çapında yürütülen görüşmelerin sadece bir parçasıdır. Bilindiği gibi ülkemizde uzun yıllardır süren bir Kürt ulusal mücadelesi var. Yüzyıllardır ezilen, kimliği inkar edilen Kürt halkı, bu duruma haklı olarak isyan etti. Ne var ki, bu isyan, ‘90’ların ortasından itibaren “siyasal çözüm” kulvarına sokularak, adım adım emperyalistler ve işbirlikçileriyle uzlaşma zeminine çekilmiştir.
Ulusal hareketin devrimci bir çizgide mücadeleyi sürdürdüğü yıllarda, Marksist-Leninistlerin, ulusal harekete desteği çok daha farklı ve güçlü olmuştur. Ulusal harekete güç ve destek sunmak, yanlış bulduğumuz şeyleri söylememek anlamına gelmez. O yıllarda da eleştirel bir destek verilmiştir. Ancak reformist bir çizgiye evrildikten sonra, doğal olarak eleştirel bakış ağırlık kazanmıştır. Buna rağmen destek ve dayanışma sürdürülmüştür. Tabi ki, bu güç oranında verilen bir destektir. Türkiye Devrimci Hareketinin ‘90’lı yılların ortalarından itibaren ciddi bir güç kaybına uğradığı, niteliksel olarak da tasfiyeci-reformist rüzgarlardan etkilendiği bir gerçektir. Bu nicel ve nitel zaaflar, ulusal harekete verilen desteği de, bu hareketi devrimci tarzda etkileme şansını da zayıflatmıştır.
Aynı yıllarda Kürt ulusal hareketinde “siyasal çözüm” politikaları ağırlık kazanmış, defalarca “ateşkes” ilan edilip, devletle görüşmeler yapılmıştır. Öcalan’ın tutsak düşmesinden sonra ise, rota tamamen devlet tarafından “muhatap alınma”ya, “müzakere”ye, “barış”a çevrilmiştir.
Son dönemde “barış” egemen sınıfların ve sözcülerinin dilinden düşmez oldu. Patronlar kulübü TÜSİAD bile “barış”tan dem vuruyor. “Gerekirse kadın da çocuk da ölecek” diyen Başbakan, “barış”ı sağlamak için “baldıran zehri içmeye hazır olduğunu” söylüyor!
Hepimiz biliyoruz ki, emperyalistlerin Ortadoğu’daki paylaşım savaşında Türkiye merkez durumunda. Önce “füze kalkanı” yerleştirildi, ardından patriotlar geldi. Emperyalist ülkelerin genelkurmay başkanları, istihbarat uzmanları, bakanları, hepsi akın akın ziyaretler gerçekleştiriyorlar. Türkiye, kraldan çok kralcı kesilip Esad rejimini yıkmaya soyundu. ABD’nin Ortadoğu’daki savaşındaki “koçbaşı” görevini üstlendi. Ama dillerinden “barış” düşmüyor!
Türkiye’de yıllardır bir savaş sürüyor aslında. Resmi rakamlarda bile son 30 yıl içinde 50 bin kişinin öldüğü söyleniyor. Bu 30 yılın 10 yılı AKP hükümeti dönemidir. AKP döneminde kaç sınırötesi, sınıriçi operasyon oldu, bu operasyonlarda kaç kişi öldü, sayısı belirsizdir. Bir de bunlara sokak ortasında polis kurşunlarıyla katledilenleri ve tutuklama terörünü eklemek gerekir.
Şimdi bu AKP, neden “barışçı” kesildi? Yeni bir emperyalist paylaşım savaşının özellikle bölgemizde yoğunlaşmış olması ve Türkiye’nin bu savaştaki rolü, egemenleri “cephe gerisi”ni sağlama almaya zorluyor. Daha özel bir durum ise, gerek Irak’ta, gerekse Suriye’de Kürtlerin özerk bir yapıya kavuşmuş olmalarıdır. Ek olarak, İran sınırları içinde yaşayan Kürt halkı da önemli haklar elde etmiş durumda. Bu durum, kuzeydeki Kürt halkının da beklentilerini güçlendirdi, taleplerini artırdı. Burjuvazi, Kürt halkının direnişinin büyümesinden, bu bölgenin de güneyindeki dalgadan etkilenerek harekete geçmesinden korkuyor. Keza ABD emperyalizmi de, genel olarak üç bölgedeki Kürt hareketini kontrolü altına almak istiyor. Ayrıca Türkiye’nin Irak Kürt Bölgesi ile ilişkileri, Irak işgalinden bu yana en gelişkin dönemini yaşıyor. Almanya’dan sonra en fazla ihracatı oraya yapıyorlar. Birçok Türk şirketi orada yatırım yapmış durumda. Türk egemen sınıfları, hem Irak petrollerinden daha fazla pay almak, hem de Türkiye’yi Irak petrollerinin diğer ülkelere taşınmasında bir köprüye dönüşmesini istiyor, planlarını bunun üzerinden kuruyorlar. Bütün bunlar, Kürt bölgesinde savaşın durmasını gerektiriyor. Kısacası dünya konjonktürü ve bölgenin içinde bulunduğu durum, bunu dayatıyor.
Biz devrimciler, savaşa da, barışa da, bir burjuva hümanistten, sıradan bir savaş karşıtından farklı yaklaşırız. Nasıl ki, her tür savaşa karşı değilsek, her tür barışa da destek olamayız. Marksist-Leninistler, taraftırlar. İşçi ve emekçilerin çıkarlarını savunurlar ve her gelişmeye de bu gözle bakarlar. İşçi ve emekçilerin, ezilen halkların çıkarına değil de, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin çıkarlarına hizmet eden hiç bir politikayı desteklemezler.
Barış, savaşın içinde kazanılıyor
Tarihsel deneyimler de göstermiştir ki, hiç bir yerde barış; müzakere masalarında elde edilmiyor, savaşın içinde kazanılıyor. Mesela ikinci emperyalist savaşı başlatan unsur, yeni pazar alanları isteyen Almanya’nın çevresindeki ülkelere saldırması, Sovyetler Birliği de dahil olmak üzere çok geniş bir coğrafyayı işgal etmesiydi. Savaşı bitiren unsur ise, sosyalist Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanya’sının saldırısını püskürtmesi ve onları taa Berlin’e kadar sürmeyi başarması, saldırgan Alman Ordusu’nu kendi ülkesinde, kendi kalbinde yenmesidir.
En sağlam barış, savaş meydanlarında, sokakta kazanılan, onun sonucunda elde edilen barıştır.
Bunu sınıf savaşımı açısından da söyleyebiliriz. Bir fabrikadaki toplu sözleşmeye karşı, ya da işten atılmalara, işçi haklarının gaspına karşı, yürütülen mücadeleyi kazanımla bitiren şey, masadaki görüşmeler değildir. İşçi sınıfının o mücadeleyi sonuna kadar götürmesi ve haklarını almasıdır.
Bir örnek vermek gerekirse, 15-16 Haziran 1971’de yaşanan eylemleri hatırlamak yeterlidir. DİSK, yeni kurulmuştu, çok hızlı bir üye kazanması söz konusuydu. Türk iş’e karşı tepkiler yüksekti, sınıf hareketi yükseliyordu. İşçi hareketi, köylü hareketi, öğrenci hareketi çok büyük bir yükseliş içerisindeydi. Devlet, bu tehdidi dikkate alarak DİSK’İ kapatma kararı aldı. 15-16 Haziran direnişi, bunun üzerinden gerçekleşti. İki gün boyunca İzmit ve İstanbul’da en büyük fabrikalar özellikle sanayi proletaryası sokaklara döküldü. Çok büyük eylemler oldu, polis saldırılarına karşı direndiler ve sonuçta, ikinci günün sonunda devlet yasayı geri çekti. Savaşın bir sonucu olarak haklarını elde etmiş oldular.
O yüzden bizim barış sloganımız; “saraylara karşı savaş, kulübelere karşı barış”tır. 1848’de İngiliz işçi sınıfının ayaklanmasına yön gösteren bu slogan, sınıf savaşımının en dolaysız ifadesidir.
En güçlü, en görkemli barış ise, savaşsız bir dünyada sınıfsız bir toplumda kurulacaktır.