2007’de başlayan “Taksim savaşları”nın bitmesinin ardından, 1 Mayıs’ların niteliğinde önemli bir ivme kayması ortaya çıkmıştı. Bu kaymanın bir yanını, “kavga günü” olmaktan çıkartan, “gösteri günü”ne çeviren, bu yanıyla da içini boşaltan bir tarzın şekillenmesi oluşturuyordu.
Doğru olan, günün içeriğinin devrimcileştirilmesi, hep bir ağızdan kavga sloganlarının haykırılmasıydı. Miting olarak örgütlenen bir 1 Mayıs’ta dostun düşmanın karşısında iyi görünmek, militan durmak, yaratılan görkemle karşı-devrim cephesine meydan okumak elbette ki gerekliydi. Fakat yanlışlık, günün buna indirgenmesiydi. Bu görüntüye devrimci özünü verecek olan unsur; işçi sınıfının acil taleplerinin öne çıkarılması, bu doğrultuda direniş ve eylem çağrılarıyla burjuvaziye meydan okunması, sınıfın yaptırım gücünün gösterilmesidir. Sadece görünüşle değil, konuşmalardan kitle coşkusuna kadar, militan ve devrim-karşıdevrim saflaşmasını netleştiren 1 Mayıslar örgütlenmesidir.
Oysa son üç yılın 1 Mayıs’larında, kitlesellik yönü güçlenmekle birlikte, örgütsüzlük ve dağınıklık her defasında kendisini daha güçlü hissettirmiştir. Yasal 1 Mayıslar, günün gerçek amacından giderek uzaklaşmaktaydı. Bu nedenle, bugüne nasıl geldiğimizin anahtarı, geçtiğimiz yıllarda gizlidir.
Son üç 1 Mayıs’a damgasını vuran unsurlar
Birincisi, 1 Mayıs öncesi toplantılara içeriğin değil sıralama tartışmalarının, daha fazla-daha önde görünme çabalarının damgasını vurması önemli bir olumsuzluktur. Ama bu da sınıf mücadelesinin “kaderi”dir. Birileri çatışarak önemli bir kazanım elde ettiğinde, başkaları da gelerek bu kazanımın üstüne konmaya, kazanırken kendi payının da ne kadar büyük olduğunu göstermeye çalışır. Oysa en önemli “sıralama”, çatışma anındaki sıralamadır. Oradaki “sıralama”yı, militanlık, kararlılık, savaşçılık ve coşkunun düzeyi belirler; başka bir şey değil.
İkincisi, ne sendikacıların yaptığı konuşmalar, ne devrimcilerin okuduğu ortak metinler, ne de direnişçi işçilerin anlatımları, kitle tarafından doğru düzgün dinlenmez. Çünkü sendikacılar kendi cephelerinden yasak savma niteliğinde düzeniçi mesajlar verirken, devrimcilerin hazırladığı metinler de, “en geniş kesimi ortaklaştırma” adına giderek basmakalıp ve vasat bir hale bürünmektedir. Oysa 1 Mayıs “mücadele günü”dür ve kürsüden yapılan bütün konuşmalar, bu mücadelenin coşkusunu ateşlemelidir. Günün sonunda kitlenin aklında kalan, ne kadar yorulduğu değil, mücadelede bir eşik daha aştığını, bir adım daha öne çıktığını hissetmek olmalıdır.
Üçüncüsü, ezilen halkların da 1 Mayıs gündeminin içinde yerini alması bir olumluluk olmakla birlikte, 1 Mayıs’a damgasını vuran bir unsur haline gelmesi doğru değildir. Son 3 yılın izinli 1 Mayıslarının ardından, bu yılın ön tartışmalarında, Kürt hareketi “demokratik çözüm ve barış sürecinin, 1 Mayıs’a damgasını vuran ana tema haline gelmesi gerektiği”ni ısrarlı biçimde belirtti. Keza Kürt milletvekillerinin kürsüden konuşması, ortak metinde ağırlığın “çözüm süreci”ne verilmesi de talepleri arasındaydı. AKP ile yapılan anlaşma doğrultusunda başlanan sürecin ne kadar tartışmalı olduğu, devrimci yapıların önemli bir kesiminin bunu onaylamadığı elbette ki biliniyor. Ancak bunu bir kenara bırakalım; 1 Mayıs Newroz değildir! 1 Mayıs ulusal bir gün ya da ulusal bir bayram ya da ezilen halkların direniş günü değildir. 1 Mayıs işçi sınıfının kavga günüdür. İşçi ve emekçinin “bayramı”dır. Ve proletaryanın enternasyonal birliği, dayanışmasıdır. Tam da bu nedenle, 1 Mayıs gününe damgasını vurması gereken, işçi sınıfıdır; onun sorunları, talepleri, hedefleridir. Farklı bir yaklaşım, 1 Mayıs’ı özünden uzaklaştırmak, içini boşaltmak, güncel siyasete teslim etmektir.
Dördüncüsü, kitlelerin örgütsüzlüğü en ciddi sorundur. Bu örgütsüzlük iki yönlüdür: Bir yanını hiçbir örgütlü kurum içinde kendini ifade etmeden, tümüyle bireysel olarak 1 Mayıs’a katılımlar oluşturmaktadır. Diğer yanında ise, adeta atomlarına kadar ayrılmış biçimde parçalanmışlık durmaktadır. Bu tablo, kendiliğinden kitle hareketinin büyüdüğünü, ancak devrimcilerin buna bir yanıt oluşturamadığını göstermektedir. Kimi devrimci yapıların, kortejlerinde önemli rakamlara ulaşılmasına rağmen bu böyledir.
Mesela 2012 yılında 1 Mayıs’a gelen kitlenin sayısı yaklaşık 1 milyon kişidir. Mitinge gelen ortalama her on kişiden sadece 1’i herhangi bir kortejde yürümüş, 9’u ise kendi başına “gezinmeyi” tercih etmiştir.
Diğer taraftan, her konuya ilişkin bir “örgüt” kurulmakta, bir pankart hazırlanmakta ve bir grup insan bu şekilde alana çıkmaktadırlar. Etnik, dini, mezhepsel, “alt kimlikler”den, taraftar gruplarına, il, ilçe, hatta köy ve semt derneklerine kadar kendi kurumsal yapıları içinde gelmektedirler. İşçi ve emekçi kitlelerin kendilerini renkli biçimlerde ifade etmelerinin bir sakıncası yoktur elbette. Sakıncalı olan, her kesimin kendi sorununu “en önemli sorun” olarak tanımlaması ve geride kalan tüm kesimlerin, bu sorun için harekete geçmesini talep etmesi, hatta bunu dayatmasıdır.
İşçi sınıfı örgütlü değilse,
hiçbir örgütlülük kalıcı değildir
Son yıllarda kitle hareketi troçkist-reformist akımların dayanılmaz baskısı altındadır. Egemen sınıfların dışında her kesimi eşitleyen, sınıfsal farkları ortadan kaldıran, “kapitalizme karşı olmak” ortak paydasını en önemli birleştirici unsur olarak kabul eden ve bütün bunların toplamında proletaryanın rolünü ve önderlik misyonunu yokeden, proletaryayı “ezilenler” içinde eriten bir anlayış, bugün ülkemiz devrimci hareketi içinde de giderek yaygınlaşmaktadır.
Bunda asıl unsur elbette ki komünist ve devrimcilerin güç kaybı, önderlik misyonunun zayıflaması ve anti ML akımlardan etkilenmeye açık hale gelmeleridir. Devrimcilerin zayıflıkları sendikaları da güçsüzleştirmekte, işçi sınıfının eylem ve hak alma potansiyellerini zayıflatmaktadır. Karşılıklı birbirini etkileyen bu iki unsur, bu teorilerin yaygınlaşma hızının artmasında en önemli unsurdur.
Kitlelerin iki temel örgütü vardır: Sendikal örgütü ve siyasal örgütü. Elbette ki dönemsel sorunlara dönük olarak çeşitli örgütlenmelerin kurulması, bir soruna ilişkin harekete geçen geniş kesimlerin aynı çatı altında toplanması yanlış değildir. Ancak geçici ve bir soruna dönük örgütlenmeler, iki temel örgütün yerini alamaz, almamalıdır. Üstelik bu örgütlenmeler bile, bu iki temel örgütün çatısı altında kurulabilir, bu iki temel örgütün yönlendirmesi-önderliği altında çalışabilir. Mesela “Kent hareketleri”, TMMOB çatısı altında örgütlenebilir, taraftar grupları Devrimci Spor-Emek Sen’in alt birimlerini oluşturabilir, yöre derneklerinin üyeleri yöresel sorunlarda alt kimlikleriyle öne çıkarken, 1 Mayıs’ta ya sendikalarına, ya da siyasal örgütlenmelerine katılabilirler.
Sonuçta atomlarına kadar ayrılmış bu örgütlenme tarzı, mücadeleyi güçlendirici değil, zayıflatıcı bir rol oynamaktadır. Üstelik bu parçalanmışlık, “rotanın şaşırılması” ile birleşmekte, “kapitalizme karşı olan her kesim” “ezilenler” potasında eritilmekte, sınıfsal farklılıklar silinmektedir. Bu bir gelişim değil, son derece önemli bir gerilemedir aslında.
Sınıf mücadelesinin ve toplumsal hareketlerin dinamosu proletaryadır, proletaryanın örgütlü gücüdür. Ve eğer proletaryanın sendikal örgütlülüğü bile zayıflamışsa, diğer kesimlerin “alt kimlikler” esasına göre kurdukları örgütlenmelerin yaşam şansı yoktur.
Kazanılmış hakları kaybetmek
Üç yıl kıran kırana süren çatışmalar sonucunda Taksim’i de 1 Mayıs’ın resmi tatil olmasını da kazanmıştık. Ancak yine üç yıllık “rehavet” döneminin arkasından, Taksim’i kaybetmekle karşı karşıya kaldık.
Sınıf mücadelesi sürekli yukarı doğru bir seyir izlemez. Devrim ve karşıdevrimin güçler dengesine bağlı olarak iniş çıkışlar, kayıp ve kazanımlar sözkonusudur. Önemli olan, bunlardan gerekli dersleri çıkarabilmektir.
Bugün kendiliğinden kitle hareketi yükselmekle birlikte, ciddi bir önderlik boşluğu vardır. Bu, hem siyasal, hem de sendikal örgütlülük yönüyle böyledir. Komünist ve devrimci hareketin güç kaybetmiş olmasının sancıları yaşanmaktadır hala. Ve ne yazık ki, gerek devrim cephesinin kendi hataları, gerekse burjuvazinin yoğun ideolojik bombardımanı sonucu, prestiji de düşmektedir. Devletin bugün bu kadar pervasızca saldırmasının birinci nedeni budur.
İkinci neden ise, Kürt hareketiyle girilen “çözüm süreci” ile doğrudan bağlantılıdır. AKP’nin attığı adım, Kürt hareketini değil, AKP’yi güçlendirmiş, siyasal olarak yerini sağlamlaştırmıştır. Bir taraftan “barış” ve “demokrasi” söylemleri artarken, böylesine vahşi bir saldırganlığın ortaya çıkmasının asıl nedeni budur.
Zaten devletin “barış”ı Kürt burjuvalarına dönük bir barıştır, Kürt işçi ve emekçilerine düşen ise, tıpkı Türk işçi ve emekçilerine olduğu gibi, saldırı ve savaştır. Kürt burjuvaları ile “barış”ırken, işçi ve emekçilere, Türkiyeli devrimcilere saldırı dozunun artması, bu yönüyle anlaşılmaz değildir.
1 Mayıs yaklaştıkça devletin saldırgan söylemlerinin artması karşısında, “bu koşullarda saldıracağını düşünmüyoruz” sözü sıkça duyuldu. Buna dayanak olarak, devletin “barış” söylemi, Taksim konusunda AİHM’in kararı, Uluslararası Sendikalar Konfederasyon ITUC yöneticisinin bizzat katılması, kitlelerde artan tepkiler, kendiliğinden patlak veren direnişler vb. gösteriliyordu. Bunlar, elverişli nesnel koşullardı şüphesiz. Fakat yukarıda özetlediğimiz gibi öznel koşullar son derece zayıftı. Diğer yandan AKP Hükümeti, yaymaya çalıştığı “barış” havasını dağıtacak milyonların Taksim Meydanı’nı doldurup kendini protesto etmesini istemiyordu. Özel olarak da Taksim’i “soylulaştırma” olarak adlandırılan planını, alanı işçi ve emekçilere, direniş ve gösterilere kapatmayı, “çukur” bahanesiyle bu yıldan yaşama geçirmekti. Bir nevi “önleyici konsept” ya da ön prova yapıldı.
Fakat bu yıl Taksim’e izin vermeyip, kitlenin üzerine azgınca saldırmasının sonuçlarıyla da karşı karşıya kaldı. Bunun başında, devrimci yapılarda ve kadrolarında bir toparlanma, faşizmin gerçek yüzüyle bir kere daha burun buruna gelmenin “dinçleştirici” etkisi ve kendi eksikliklerini farketme oldu. Bu yanıyla belki Taksim Meydanı’nda görkemli bir miting yapmayı başaramadık; ancak iki önemli kazanım elde ettik. Birincisi, direnişin boyutu devletin yüzünü teşhir etti ve gelecek yıl için Taksim iradesinin daha güçlü ve daha meşru olarak ortaya konmasının zeminini hazırladı. İkincisi ise, devrimci yapılara, kendi eksikliklerini görmeleri ve bunları gidermeleri için son derece önemli bir ayna tuttu.
Bu dersleri doğru biçimde okumayı başaranlar, geleceğe daha sağlam adımlarla yürüyeceklerdir.