Her seçim döneminde burjuva kadın dernekleri, tüm düzen partilerine “daha fazla kadın aday” çağrısı yapar ve bunu çarpıcı reklamlarla duyururlar. Bu kez de öyle oldu. Erdoğan, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin fotoğraflarının üzerlerine çarpı çekilerek, “daha fazla kadın aday” göstermeleri istendi. Her ne kadar bazı yerlerde “önseçim” ya da “yoklama” denilse de, son söz parti liderlerinden çıkıyordu ne de olsa. Esasında bu bile, seçimlerin ne kadar anti-demokratik olduğunun göstergesiydi. Fakat kadın derneklerini ilgilendiren asıl şey, adayların kadın olması ve önlerinin açılmasıydı. Parti başkanlarından bunu talep ediyorlardı.
Hiç kuşkusuz bir toplumun gelişmişlik düzeyi, kadına verilen değerle ölçülür. Kadınların sosyal, siyasal alanda daha fazla yer alması, demokratikleşme yönünde alınan mesafenin göstergesidir. Dolayısıyla kadının konumu, içinde yaşanılan sistemin niteliğini de belirler. Sistemden bağımsız bir kadın sorunu sözkonusu olamaz. Bu durum seçimler meselesinde de geçerlidir.
Kapitalist-emperyalist sistemde “seçme ve seçilme hakkı”, diğer pekçok hak gibi kağıt üzerindedir. Kaldı ki bu sistem, kendinden önceki sınıflı toplumlardan farklı olarak, “demokrasi”, “eşitlik”, “özgürlük”, “kardeşlik” kavramlarını öne çıkarmış, onu bayrağına yazmıştır. İnsanlığın binyıllar boyu özlemi olan bu talepleri sahiplenen burjuvazi, kitlelerin desteğini arkasına alarak iktidara geldi. Ama “daha fazla kar”a dayanan sistemleri ile bu talepler büyük bir çelişki arzediyordu ve hiçbiri yaşama geçmedi.
Bugün bir işçi-emekçi için “seçilme hakkı”nın yaşamda karşılığı var mıdır? Önümüzdeki yerel seçimlerde aday olan kişilerin en az 100 bin ile 2 milyon TL arasında harcama yapacağı rakamlarla ortaya konulmuştur. Kadın ya da erkek, bir işçinin bu miktarı karşılayabilmesi mümkün müdür? Aday adayı olabilmek için bile partilerin belirlediği rakamlar, bunu imkansız kılmaktadır. Bu işin ekonomik yönüdür. Bir de her partinin kendi mekanizmaları devreye girmekte, adaylar birçok süzgeçten geçirilmektedir. Çıkar çatışmalarının kıran kırana sürdüğü bu arenada, bir işçinin hiç şansı yoktur. İşçi ve emekçiler açısından kadın ya da erkek, “seçilme hakkı” kapitalist düzenin göstermelik haklarının başında gelir.
Tüm sömürücü toplumlarda “ikinci sınıf”, “ezilenlerin ezileni” olan kadınlar, kapitalist toplumda da aynı muameleyi görmektedir. Düzen partileri adeta “vitrinlik” birkaç kadın aday gösterirler. Bu kadınlar da asla işçi-emekçi kadın olmaz. Ya doğrudan burjuva sınıfına mensuptur, ya da bir aydın, sanatçı akademisyen vb. kimliğiyle bu sınıfa hizmet eden kişidir. Burjuva kadın derneklerinin de “daha fazla kadın aday” talepleri, bu kadınlar içindir.
Ne var ki bu talep, sadece burjuva kadın derneklerinden gelmiyor. Kendilerine devrimci, sosyalist diyen kadın hareketleri de bu talebi yükseltiyor. Hatta siyasete “kadın eli”nin değmesi, “kadın bakışı”nın etkin hale gelmesi ile, daha temiz, daha dürüst olacağı vaaz ediliyor. Sınıfsal yapısından kopartılarak tek başına “kadın” yüceltiliyor ve “kadın”ın katılımıyla herşeyin düzeleceği yanılsaması pompalanıyor. Parti ve sendikalarda “kadın kotası” konarak, ya da Kürt ulusal hareketinin bu seçimlerde öne çıkardığı kadın “eşbaşkan”larla kadınının politik hayatta temsil sorunu çözülmeye çalışılıyor ve bu, bir “devrim” gibi sunuluyor.
Kuşkusuz kadınların her yerde var olması ve kendilerini ortaya koymaları, toplumun ileriye doğru gelişmesi demektir. Toplumun yarısı olan kadınlar, doğal olarak her alanda temsil edilmelidir. Bu, demokratik bir haktır. Toplam seçmen sayısının yarısı kadınsa, seçilecek olanların yarısının da kadın olması gerekir. Fakat bu düzen içerisinde bunun mümkün olmadığı, olamayacağı nesnel bir gerçektir. Ücretli kölelik sistemi varolduğu sürece, kadının “ikinci sınıf”lığı son bulmaz. Bu durum politik arenada da yansımasını bulur. Bugün en ileri burjuva demokrasisinin uygulandığı ülkelerde bile, kadınların yönetim kademelerindeki oranları, erkeklere göre hep çok düşüktür. Bunu “kota” ya da “eşbaşkanlık” sistemi ile çözmek mümkün değildir. Çünkü yapısal bir sorundur.
Diğer yandan biz meseleye sınıfsal bakarız. Genel olarak “kadın”ların değil, “işçi-emekçi kadın”ların seçilmesinden yanayızdır. Burjuva kadınların meclisi doldurmaları, hatta başbakan, cumhurbaşkanı olmaları, düzen açısından hiçbir değişiklik yaratmaz. Türkiye’de en kirli ilişkiler, en kanlı dönem bir kadın başbakan döneminde gerçekleşmiştir. Keza Almanya’da iki dönemdir kadın başkanın olması, onun emperyalist politikalarında bir değişikliğe yol açmamıştır. Tarihte birçok kadın imparatoriçe, kraliçe, çariçe vb. geldi geçti. Kapitalist sistemde başbakan da oldular, birçok emperyal kurumun başkanı da. Bugün IMF Başkanı kadındır mesela. Ama sömürü ve soygun politikasında bir değişik olmadı. Yani politikaya “kadın eli” değmesi, onu otomatikman düzeltmiyor, düzeltemez. Aslolan hangi sınıfa ait olduğu, hangi sınıfa hizmet ettiğidir.
Kadınlar “seçme ve seçilme hakkı”nı elde etmek için yüzyıllardır savaşıyorlar. Bugüne dek belli bir ilerleme sağlandıysa, bu tamamen verilen mücadelenin sonucudur. Ancak bu düzen içinde bunun sınırları vardır, bu da onun yapısal özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bunu perdelemeden, aksine daha fazla açığa çıkararak kadın sorununu ele almak gerekir.
Kadınların bu uğurda verdiği mücadele tarihini hatırlamak, hem gelinen noktayı kavramamız, hem de kapitalizmin bu konuda da ikiyüzlülüğünü görmemiz bakımından yararlı olacaktır.
Kadınların “genel oy” mücadelesi
Yunanca “demo” (halk) ve “krasi” (yönetim) kelimelerinden oluşan demokrasi, “halkın kendi kendini yönetmesi” şeklinde tercüme edilerek, bugüne kadar birçok aşamadan geçti. Onun en ayırt edici özelliği seçimlerdi. Fakat “seçme-seçilme hakkı”, özel olarak da kadınlara oy hakkı, yüzyılları bulan mücadeleler sonucu elde edildi. İlk uygulandığı dönemlerde bu hak sadece asillere aitti. Bırakalım seçilebilmeyi, seçmen olabilmek için bile, belli bir mülke ve statüye sahip olmak gerekiyordu. Bu durum, küçük değişikliklerle fakat özü aynı kalarak bin yıllarca sürdü.
1789 Fransız devrimi, feodalizme karşı burjuvazinin kazandığı zaferle birlikte, “genel oy” hakkının giderek yayılan biçimde her “ulus devlet”in vatandaşlarına tanıdığı bir hak oldu. Ama bu “vatandaşlar” içinde siyahlar yoktu, kadınlar ise hiç yoktu! Öyle ki, demokrasinin en ileri temsilcisi olarak gösterilen ABD’de bile, siyah erkeklere oy hakkı 1870’te tanınırken, beyaz kadınlara 1920’de verilecekti. Güney eyaletlerinde bulunan siyah kadınlar ise, oy verebilmek için 1965’i bekleyeceklerdi.
1789-1848 yıllarında Avrupa, tarihin en büyük kitlesel ayaklanmalarına sahne oldu. Fransa ve İngiltere’den başlayıp bütün Avrupa’ya yayılan burjuva devrimleri, ekonomik-siyasi yaşantıyı olduğu gibi, düşünce biçimini de değiştirdi. Bu “devrimler dönemi” Marks’ın deyimiyle, “tarihin tanıklık ettiği en büyük devrimci dönüşüm”dü aynı zamanda.
Kadınların bu dönüşümden uzak kalması düşünülemezdi. Hatta bağımsız bir hareket olarak kendilerini ifade etmeleri, tam da bu dönemde başladı. Talepleri, toplumsal ve siyasal yaşamda “eşitlik”ti. Burjuvazinin “bütün insanlar doğuştan özgür ve eşittir” şiarıyla kitleleri arkasına alması, kadın hareketinin çıkış noktası oldu. “Eğer bütün insanlar doğuştan özgürse, nasıl oluyor da bütün kadınlar köle doğuyor?” diye sordular ve “eşitlik” istediler.
Kadınlar, Fransız Devrimi’ne aktif bir şekilde ve kitlesel olarak katıldılar. Kadın dernekleri ve kulüpleri kurarak örgütlendiler. Burjuvazinin “İnsan Hakları Bildirgesi”ne, cinslerin eşitliğine dayanan “Kadın Hakları Bildirgesi” ile karşılık verdiler. Fakat burjuvazi iktidarı ele geçirdikten sonra “özgürlük ve eşitlik” talebini karşılamadığı gibi, bu talepler için dövüşmeye devam eden kadın ve erkekleri giyotine yolladı. Kadın hareketinin önderlerinden Mary Wollstonecraft, 1792’de “Kadının idam sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır” sözünü, bu gelişmeler üzerine söyledi.
Fransız Devrimi’nden umduğunu bulamayan devrimci kadınlar, daha sola yöneldiler. Biçimsel eşitliği yeterli bulmayarak gerçek sosyal eşitlik talep eden, “öfkeliler” diye adlandırılan devrimci akıma katıldılar. Fakat devrim sonrası oluşan meclis (konvansiyon), tüm kadın örgütlerini kapattı ve kadın hareketini bastırmaya yöneldi. Benzer bir seyir, İngiltere ve Amerika’da da yaşandı.
Burjuvazinin “eşitlik ilkesi”ne yaklaşımı, en fazla yasalarda biçimsel eşitlik şeklinde olmuştur. Fakat bunu bile başlangıçta yaşama geçirmediler. Örneğin biçimsel de olsa siyasal eşitliğin zorunlu bir gereği olan “bir insan bir oy” ilkesini, mülkiyetten yoksun ezilen sınıflar ile ezilen cins olan kadınları dışında bırakarak yaptılar. Bu hakkın elde edilmesi için bile kuşaklar boyu mücadeleler gerekecekti.
Avrupa’da kadın hareketinin ilk dönemi, kadınların siyasi hakları ve oy hakkı hareketi olarak şekillenmiştir. Bu dönemdeki kadın hareketinin ilerici, devrimci bir nitelik taşıdığı tartışılmaz. Engels, dönemin kadın önderlerini “o çağda az rastlanan bağımsız düşünebilen kadın örneği” olarak selamlamıştır.
İngiltere’de Emmeline Pankhurst ve kızları Christabel ile Sylvia Pankhurst, yine oy hakkı için mücadeleyi esas alan “Kadınların Sosyal ve Siyasal Birliği” adlı bir örgüt kurdular. Bu örgüt, bomba atma, yangın çıkarma, meclis toplantılarını engelleme, açlık grevi gibi çok zengin ve radikal eylem biçimlerini yaşama geçirdi.
Kadınlar oy hakkını elde edebilmek için, 1904 yılında ABD ve İngiltere’de ortak bir örgütlenme yarattılar. “Uluslararası Kadın Oy Hakkı Birliği” örgütü, Avrupa’nın diğer ülkelerine açılan şubeleriyle yaygınlık kazandı. Birlik, hem kadınlara oy hakkı verilmesi için mücadele ediyor, hem de milliyetçiliğin yükseldiği bir dönemde enternasyonalist bir politika izliyordu.
ABD ve İngiltere’de hareketin önderleri, beyaz ve orta burjuva sınıftandılar ve taleplerini bu sınıftan kadının talepleriyle sınırlamışlardı.
20. yüzyılın başında ise, işçi kadın hareketi hızlı şekilde gelişti. Bunun en yüksek noktası, 1909’da konfeksiyon işçisi yaklaşık 40 bin kadının grevi oldu. Bu dönemde komünist kadınlar öne çıktı ve oldukça aktif bir rol üstlendi. Eleanor Marx, Clara Zetkin, Alexandra Kollantai, Vera Zasulich gibi önder komünist kadınlar, işçi kadınların örgütlenme mücadelesinin en ön saflarındaydılar. Clara Zetkin’in önerisiyle Komünist Enternasyonal, 8 Mart’ı Uluslararası Kadınlar Günü ilan etti ve yüzbinlerce kadını mücadeleye seferber etti.
Komünist kadınlar, oy hakkı talebinin mülkiyetle sınırlandırılmasına karşı çıktılar ve taleplerini genişleterek işçi kadınlar da dâhil tüm kadınlar için oy hakkı istediler. Kadınların oy hakkı talebi için farklı kitle örgütlenmeleri kurdular.
Bütün bu mücadeleler sonucunda kadınlar oy hakkını elde edebildiler. Kadınların oy hakkını kazandığı ilk ülkenin Rusya ve Almanya olması bile, bu hakkın elde edilmesinde komünistlerin rolünü ortaya koyar. Her iki ülkede de 1917 yılında kadınlara oy hakkı tanınır. Bilindiği gibi 1917, Rusya’da Ekim Devrimi ile birlikte ilk sosyalist ülkenin kuruluşudur. Ekim Devrimi, Fransız Devrimi’nden tam 128 yıl sonra gerçekleşecektir. Lenin’in deyimiyle burjuvazinin iktidarlara gelişinin üzerinden “beş çeyrek asır” geçtiği halde başta oy hakkı olmak üzere kadına verilmeyen haklar, Ekim Devrimi ile birlikte yasallaşacaktır. Almanya ise, o yıllar komünistlerin en güçlü olduğu Avrupa ülkesidir. Komünistler, Alman meclisinde önemli sayıda milletvekiline sahiptir. Hatta ilk sosyalist devrimin Almanya’da patlak vereceği beklenmektedir. Sonuçta her iki ülkede de komünistlerin etkin bir güç olması, kadınların oy hakkını elde etmesinde çok önemli bir rol oynamıştır.
İşçi ve emekçi kadınların erkeklerle birlikte elele devrim için mücadele ettiği Rusya ve Almanya’da kadınlar herkesten önce oy hakkına sahip olabildiler. İçinde Amerika ve İngiltere’nin bulunduğu 21 Avrupa ülkesinde ise, kadınlara oy hakkı I. Emperyalist savaş sonrası (1920 sonrası) verilmiştir. Fransa ve İtalya gibi emperyalist ülkelerde ise, kadınlar seçme ve seçilme hakkını ancak 2. Emperyalist savaş sonrasında alabileceklerdir. Bunda kadınların savaş döneminde gösterdikleri büyük fedakarlıkların rolü olduğu ve adeta bir “ödül” gibi verildiği söylense de, gerçekte yüzyıllardır sürdürelen mücadelenin ve tabi ki, Ekim Devrimi ile birlikte kadınların kazandığı hakların belirleyici olduğu kesindir.
Türkiye’de de TC kurulmadan önce, daha Osmanlı döneminde kadın hakları için mücadele ve örgütlenme başladı. Nezihe Muhiddin önderliğinde “Kadınlar Halk Fırkası” kuruldu. Cumhuriyet rejimini, kadın haklarının alınması için de uygun bir zemin olarak gören bu parti, programında kadınların milletvekili, hatta asker olmasını talep ediyordu. Bu talepler aşırı bulunduğu için parti kapatıldı. Ardından talepler daraltılarak “Türk Kadınlar Birliği” kuruldu. Kadınların seçme ve seçilme hakkının olmadığı ilk seçimde, dernek buna tepki olarak Nezihe Muhiddin’i aday gösterdi. Fakat dönemin medyasının yoğun saldırısına maruz kaldılar. Cumhuriyet Gazetesi, “Havva’nın kızları, Meclis’e girip yılın manto modasını tartışacak” diye yazdı.
Bilindiği gibi Türkiye’de kadınlara oy hakkı, 1934 yılında tanındı. Birçok emperyalist ülkeden önce bu hakkın tanınmış olması, Kemalistler tarafından en fazla öne çıkartılan ve Cumhuriyet’in kadınlara verdiği önemin bir göstergesi olarak sunulur. Daha da önemlisi, diğer haklar gibi bunun da “yukarı”dan, devlet tarafından verildiği söylenir, Cumhuriyet’in kadınlara sunduğu bir lütuf gibi gösterilir. Devrim dönemlerinde kadınlara “hakkınızı alamazsınız, ancak biz veririz” diyen devletlerden biri de Türkiye’dir.
Oysa gerçekler hiç öyle değildir. Hem daha Osmanlı’dan itibaren işçi-emekçi kadının direnişi başlamıştır, hem de özel olarak kadınlara oy hakkı mücadelesi ve örgütlenmesine girişilmiştir. Diğer yandan yanı başımızda Sovyet Rusya’da proleter devrimin kadınlara kazandırdığı haklar, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni zorlamıştır. O yüzden de kadınlara en büyük haklar TC’nin ilk kurulduğu yıllarda verilmiştir. Öyle ki 1934 sonrasında oluşan meclisteki kadın oranına, bugün hala ulaşılamamıştır. Kadınlar erkeklerin yaptığı her işi yapmaya teşvik edilmiş; ilk kadın pilottan kadın öğretmenlere, kadın sporculara kadar, kadınların kazanımları Cumhuriyet’in ilk yıllarında övgüyle öne çıkarılmıştır.
Kapitalizm kadına eşitlik veremez
Burjuvazinin feodalizme karşı başlattığı savaş, ilk olarak Fransa Devrimi ile başarıya ulaştı. Burjuvazi üç renkli bayrağına “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” yazmıştı. Bu taleplerle, milyonların desteğini arkasına aldı. Burjuvazinin ideolojik önderleri, “her insan doğuştan özgür ve eşittir” diyerek, herkes için bu hakları istediklerini duyurdular. Bunların başında da “seçme-seçilme hakkı” geliyordu. Kadınlar da burjuva devrimlerine kitlesel olarak katılarak ve bu haklardan yararlanmak istediler.
Fakat burjuvazi, iktidara geldiği andan itibaren bu vaatlerin hiçbirini yerine getirmedi; getiremeyeceği de görüldü. Fransa’da yapılan ilk medeni kanun (Code Civil) evin reisinin erkek olduğunu söyleyerek, kendinden önceki sınıflı toplumlarda olduğu gibi toplumsal hayatta ve ailede erkeğin egemenliğini yineledi. Bu kanunu daha sonra diğer Avrupa devletleri de örnek aldı ve bugüne dek benzer medeni kanunları sürdürdüler.
Burjuvazi açısından en ileri devrim olan Fransız devrimi ve onun yaptığı yasalar, burjuvazinin genel olarak insan hakları, özelde kadın hakları konusunda verebileceklerinin sınırını da ortaya koydu. “Kapitalizmde ezilen sınıfların kendi demokratik haklarını ‘kullanmalarını’ olanaksız hale getiren koşullar istisna değildir; sistemin tipik özelliğidir” diyor Lenin ve şöyle devam ediyor:
“Batı Avrupa’daki bütün özgürlük hareketinin savunucuları, eskimiş yasaların kaldırılmasını ve kadının kanun önünde erkekle eşit kılınmasını talep ediyorlar. Ama bunu gerçekleştirmeyi Avrupa’nın demokratik devletlerinden hiçbiri, en ileri cumhuriyetlerden hiçbiri başaramadı. Çünkü kapitalizmin varolduğu yerde, toprakta özel mülkiyetin, fabrikada ve işletmede özel mülkiyetin olduğu yerde, semayenin gücünün henüz hüküm sürdürdüğü yerde, erkeğin ayrıcalıkları hep saklı kalıyor.” (Kadın Sorunu Üzerine, İnter yay. Sf: 47)
I. emperyalist savaşının başlaması ile erkeklerin silah altına alınması, kadınların daha fazla üretime katılmasını zorunlu kıldı. Kadın, tarihte görülmedik ölçüde “ucuz emek” olarak pazara sunuldu. Özellikle silah fabrikalarında yığınlarca kadın çalışmaya başladı. Bu durum, kadın hareketinde “barış” ve “eşit işe eşit ücret” taleplerinin öne çıkmasını doğurdu.
Kadınlar 1918’de Milletler Cemiyeti’ne “eşit işe eşit ücret” ilkesini koydurmayı başardılar. Bir taraftan da barışı sağlamak için örgütlendiler, savaşan ülkelerdeki kadınlar olarak barış için birlik oluşturdular.
Bu süre içinde işyerlerinde kreşler açıldı, ama bu sadece daha fazla kadının ücretli emeğini kullanabilmek için yapılmış bir düzenlemeydi. 1929’da başta ABD olmak üzere emperyalist-kapitalist sistem dünya ölçeğinde ekonomik krize girince, işten ilk çıkartılanlar kadınlar oldu. Ve işsizlik varolduğu sürece -ki kapitalizmde kaçınılmazdır- kadınların eşit haklara sahip olmasının mümkün olmadığı somut olarak görüldü. Alman faşizmi döneminde ise, kadın işçiler kitlesel olarak evlerine gönderildiler. Ayrıca üniversitede eğitim almalarına sınırlandırılmalar getirildi.
Gerçekte kapitalist sistem, ister burjuva demokrasisi, ister faşizm olsun, ezilen sömürülen tüm sınıf ve kesimler için bir diktatörlüktür. Genelde işçi ve emekçilerin, özelde ise kadının, özgürlükten ve eşitlikten yoksunluğudur. Her ne kadar, kulağa hoş gelen tumturaklı sözcüklerle, gürültülü sloganlarla, karşılanmayan vaatlerle bunları gizlemeye, kitleleri aldatmaya çalışsa da, gerçeklerin görülmesini ilelebet engelleyemez.
Tüm tumturaklı sözlerin ve vaatlerinin aksine, kapitalizmde insan soyunun kadın yarısını, erkekle tam yasal eşitliğe kavuşamamış, erkeğin vasiliğinden, baskısından kurtulamamıştır. Kadın, en fazla kendi mülkiyeti ve kazancı üzerinde tasarrufta bulunma hakkına sahip olmuştur ki, bu da asıl olarak burjuva kadını ilgilendirmektedir.
Bu yönüyle burjuva kadın hakları savunucularının en önemli talebi olan, toplumsal ve siyasal hayatta “tam hak eşitliği” gerçekte mülksüz ve az mülk sahibi kadınları kapsamaktan çok uzaktır. Kapitalist sistemde sınırlı sayıda da olsa yönetim kademelerinde yer alan kadınlar, büyük ya da orta burjuva sınıfa ait kadınlardır. Genel ve yerel meclislerden, bürokratik kademelere ve iş dünyasına kadar bu böyledir. Milyonlarca işçi-emekçi kadın ve erkek ise, bir avuç mülk sahibi kadın ve erkek tarafından sömürülmekte ve yönetilmektedir. Bu gerçeği “siyasi hak eşitliği” örtüsüyle sahtekarca örterek gözlerden saklamaya çalışmak, egemenlerin değirmenine su taşımaktır.
Onun içindir ki, günümüzde burjuva kadın hareketi ve ona eklemlenen reformist kesimler, kadını “bağrına basarak boğmak”tan öte birşey yapmıyorlar. Çünkü kapitalizm koşullarında kadının kurtuluşunun mümkün olmadığını gizliyorlar ve boş hayaller yayıyorlar.
“Parlamentarizmin hakimeti altında feministlerin oy hakkını kadınları kapsayacak şekilde genişletme çabası, kadınların gerçek eşitliğe kavuşması sorunu, özellikle de mülksüz sınıfların kadınlarının gerçek eşitliğe kavuşması sorununu çözmez. Bunun böyle olduğu, son yıllarda burjuvazinin cinsiyetlerin siyasi eşitliğini resmen uygulamaya soktuğu kapitalist ülkelerdeki işçilerin deneyimleriyle sabittir. Oy hakkı, kadının aileye ve topluma prangalanmasının asıl nedenlerini yıkamaz. Çözülmez evlilik yerine resmi evliliğin geçirilmesi, kapitalist ülkelerde kadın proleterlerin kapitalistlere ve erkek besleyiciye ekonomik olarak bağımlı oldukları koşullarda, ananın ve çocuğun korunmasının ve toplumsal eğitimin yokluğu koşullarında, kadının evlilik açısından durumunun düzeltmez ve cinsiyetler arasındaki karşılıklı ilişkiler sorununu çözemez.” (Lenin, Kadın Sorunu Üzerine, İnter Y, sf.121)
Burjuvazinin sahte haklarından seçme-seçilme hakkı
Tüm yetişkinler için genel-eşit-gizli-doğrudan seçme ve seçilme hakkı, burjuva demokrasisinin en son gelişme aşamasıydı. Ama bu hak, kapitalist sistemde hep biçimsel olarak kaldı. Buna da burjuva sınıf egemenliğini örtmek için ihtiyaç duydu.
Engels, genel oy hakkını, burjuvazinin egemenliğinin en önemli aracı olarak nitelemiştir. Alman sosyal demokrasinin uzun yıllar boyunca edindiği deneyimleri de hesaba katarak, “genel oy hakkı, işçi sınıfının olgunluğunun ölçeğidir” der. Ve ekler: “Bugünkü devlette asla daha fazlası olamaz ve olmayacaktır.”
Engels’in bu sözünü aktaran Lenin, şöyle devam ediyor: “Batı Avrupa’nın tüm sosyal-şovenistleri ve oportünistleri, genel oy hakkında tam da bu ‘daha fazla’yı beklerler. Bizzat kendileri, genel oy hakkının ‘bugünkü devlette’ emekçilerin çoğunluğunun iradesini gerçekten ifade edecek ve hayata geçrilmesini garanti edecek durumda olduğu yanlış düşüncesini paylaşır ve halka telkin ederler.” (Devlet ve Devrim, İnter Y. Sf. 23)
Yazımızın başında “seçilme hakkı”nın bir işçi-emekçi için mümkün olmadığını rakamlarla ortaya koymuştuk. Milyonlarca kişinin asgari ücretle geçinmeye çalıştığı bir yerde, bir adayın en az 100 bin lira tutan masrafı karşılaması imkansızdır. Diğer yandan bu adaylar doğrudan parti yönetimleri tarafından belirlenir, adeta atanır. Dolayısıyla “seçilme hakkı” bir avuç zengin için bir haktır sadece. Bu herkes tarafından görülen, bilinen bir gerçektir.
Asıl yanılsama, “seçme hakkı” üzerinden yapılıyor. Kurulan hükümetlerin kitlelerin verdiği oylarla seçildiği söyleniyor mesela. Parlamento ve belediyelerdeki vekillerin, “halkın temsilcisi” olduğu iddia ediliyor. Kısacası 4 ya da 5 yılda bir ortaya konulan sandıklarla, kitlelerin yönetimleri kendilerinin belirlediği yanılsaması yaratılıyor.
Her seçimde yapılan hileleri bir yana koysak ve gerçekten verilen oyların doğru sayıldığını varsaysak bile, yönetimi belirlemek mümkün değildir. Çünkü seçimler de, burjuvazinin yasaları, yasakları, propagandası ile onun koyduğu sınırlar içinde yapılıyor. Bu koşullar altında erkek ya da kadın bir işçi-emekçi, asla seçilemeyeceği gibi, kendi vekilini de seçemiyor. Dolayısıyla halkın kendi belirlediği bir yönetimle yönetildiği iddiası, koskocaman bir yalandır. E. Goldman’ın dediği gibi, “eğer oy vermek bir şeyleri değiştirseydi, o da yasaklanırdı.”
Kapitalizm, ücretli kölelik sistemidir; temeli “azami kar”a dayanan sömürü ve soygun düzenidir. Böyle bir düzenin seçimle değişebilmesi, halkın isteklerine boyun eğmesi ve kendi rızasıyla iktidarları bırakmaları düşünülemez. Bugüne kadar bunun bir tek örneği de yoktur. Aksi örnekler ise tonlarcadır. Reformizmin en büyük tehlikesi, kitleleri bu yalana inandırmaya çalışması, bu yönde umut ve beklenti yaymasıdır. Kitleleri aldatmada kimi zaman burjuva propagandadan daha etkili olurlar. Bu misyonlarından dolayıdır ki, düzenin “koltuk değneği” ya da “can simidi” sıfatlarını almışlardır.
Elbette bu gerçek, “genel oy hakkı” için verilen mücadeleyi küçültmez. Keza kadın hakları mücadelesinde çok önemli bir yer tutan bu talep, insanlığın ileriye doğru gidişinde önemli bir kilometre taşıdır. 19. yüzyılda bu hak için mücadele, ilerici bir nitelik taşımaktadır. Fakat burjuva iktidarları kurulduktan ve bu hak elde edildikten sonra aşılmış bir talep haline gelmiştir.
Bugün burjuva kadın hareketi ve ona eklemlenen reformistlerin seçim dönemlerinde yükselttikleri “daha fazla kadın aday” çağrısı da birçok bakımdan sorunludur. İlkin, kitleleri seçimle bir şeylerin değişeceğine inandırmaya çalıştığı, kadının kurtuluşunun bu şekilde sağlanacağı yanılsamasını yarattığı için yanlış ve tehlikelidir. İkincisi, sınıfsal değil cinsel ayrım yaptığı, işçi-emekçi kadınla burjuva kadını aynı kefeye koyduğu için yanlıştır. Üçüncüsü, bu çağrı esas olarak burjuva kadını ve ona hizmet edenleri kapsadığı halde, genel olarak kadınları kapsıyormuş gibi göstermeye çalıştığı için ikiyüzlü ve sahtekarcadır.
Bir bütün olarak feminist kadın hareketleri, kadınları öyle bir noktaya çekmeye çabalamaktadırlar ki, bu günümüzde burjuva toplumun ve karşı-devrimin en sağlam korunma duvarı olmaktadır. Kadınları düzen-içinde tutmak, kapitalizmin bekası için en büyük güvencedir.
Elbette kadınların toplumsal ve siyasal hayata daha fazla atılması gerekir. Bu yönde teşvik edilmeli, önleri açılmalıdır. Ancak birincisi bu çaba genel olarak “kadın”lara değil, “işçi-emekçi kadın”lara dönük olmalıdır; ikincisi, kadının köleliğinin kapitalizmde bitmediği, aksine daha perçinlendiği gizlenmemeli ve kadına en geniş hakların proleter devrimle verildiği unutulmamalıdır. Ayrıca kadının gerçek kurtuluşunun, insanın insan tarafından sömürünün ortadan kalkmasıyla geleceği gerçeği hep akılda tutulmalıdır.
Kadınların erkeklerle her alanda eşit olması talebi, demokratik bir taleptir. Fakat diğer pek çok demokratik talep gibi, bu talep de kapitalist sistemde karşılanmaz. Bunu yerine getirmek sosyalizmin görevi olur. Ancak bu savaşım, asla burjuva düzenin feminist talepleri doğrultusunda, reformlar uğruna yapılmaz. Ve tüm sınıflardan kadınların ortak mücadelesinin bir sonucu olmaz. O ancak ve yalnız sömürülen işçi ve emekçi kadın ve erkeklerinin, sömürücü sınıflardan erkek ve kadınların iktidarına karşı verecekleri ortak mücadeleyle gerçekleşir.
“Proleter kadın hareketi, biçimsel bir eşitlik için savaşım değildir” demiştir Lenin. “Kadının ekonomik ve toplumsal eşitliği için savaşımı temel görevi bilir. Kadını toplumsal üretim çalışmasına katmak, onu ebediyene ve sadece mutfak ve çocuk odasına kapatan, köreltici ve aşağılayıcı ‘ev köleliği’nden kurtarmak – işte temel görev budur.” (Kadın Sorunu Üzerine, İnter Y. Sf. 62)
Kadının politik hayata katılımı sosyalizmle mümkündür
1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi, sadece proletaryanın değil, kadının kurtuluşunun da yolunu açan, insanlığın o güne dek ulaştığı en ileri düzeyi ifade eder. Kadının kurtuluşunu geleceğin uzak bir tasavvuru olmaktan çıkartıp, somut bir gerçeklik haline getirir.
Bu ilk proleter devrim ile, kadınlar “ev köleliği”nden kurtulacak yeniliklerle karşılaşır. Toplu çamaşırhaneler, yemekhaneler, kreşler vb. ile kadın, kendini körelten işlerden büyük oranda kurtulur. Çocuk bakımı ve eğitimi, kadının görevi olmaktan çıkartılıp toplumun görevi olarak ele alınır. Böylece onun toplumsal ve siyasal sorunlara kafa yorması ve bu alanlarda görev alması için gereken zaman ve olanaklar sunulur. Ve en alttan en üste kadar devlet yönetiminin tüm kademelerinde kadınların yer alması sağlanır. Kadınlar eşit hak ve yükümlülüklere sahip üyeler olarak, partide, sendikalarda, kooperatiflerde aktif görevler alır ve yönetici organlara seçilirler.
Kapitalist toplumda kadın, öylesine çok haktan yoksundur ki, erkeğe oranla politikaya katılması daha zordur ve o yüzden de katılım oranları hep çok düşük, çok sınırlı kalmıştır. Ayrıca politikayla uğraşmak, özel bir eğitimi gerektirmektedir. Tek başına bu bile, emekçi kadının politikaya atılmasına engel olur.
Sosyalizmde ise kadınların eğitimi ve gelişimi için bu tür engeller birer birer yıkılacaktır. Diğer yandan politika, -burjuva politikasından farklı olarak- tüm çalışanlar için, işçi-emekçi kadınlar için basit, açık ve herkesce anlaşılır olacaktır. Zaten politika, işçi ve emekçilerin yaşamlarını doğrudan ilgilendiren şeyleri içerecektir. İşte o zaman, kadınların politikaya atılması önünde hiçbir engel kalmayacaktır.
Lenin, birçok kez “her aşçıyı devletin yönetimi çalışmasına çekmek”ten söz etmiştir. “Kamusal hizmette, politik yaşamda, miliste kadınlara yer vermeksizin, kadınları o köreltici ev ve mutfak atmosferinden çıkarmaksızın, hiçbir gerçek özgürlük güvenceye bağlanamaz, sosyalizm şöyle dursun, demokrasi bile kurulamaz” demiştir. Ve 1920’de Sovyet seçimlerinde kadın işçilere şöyle seslenir:
“Sovyet iktidarı yeryüzünde kadının erkek karşısında haklarını çiğneyen, erkeklere ayrıcalıklar tanıyan bütün eski burjuva aşağılık yasaları tümüyle ortadan kaldıran ilk ve biricik iktidar oldu… Ama bu yetmez. Emekçi kadın, yalnız yasa önünde değil, bilakis yaşamda da hak eşitliğini kazanmalıdır. Bu amaçla, emekçi kadınların kamu kurumlarının yönetimine ve devletin yönetimine gittikçe daha güçlü katılmaları zorunludur… Öyleyse Sovyete daha fazla emekçi kadın, komünist ve partisiz kadın seçin! … Proletarya, kadınların tam kurtuluşu için savaşmadan, kendisini kesin kurtaramaz.” (age sf: 60)
Burjuvazinin sahte “seçme, seçilme hakkı”nın ve burjuva kadın hareketlerinin göz boyamaya dönük “kadın aday” çağrılarının gerçek hayatta hiçbir karşılığı yoktur. Bu sistemde seçme ve seçilme hakkı da dahil bütün haklar, kadın ya da erkek sadece ve sadece bir avuç mülk sahibine aittir ve hep öyle kalacaktır. Sadece ve sadece sosyalizmde kadın ve erkek işçiler, yalnızca kendi belirledikleri adayları seçmekle kalmayacak, bizzat kendileri de aday olabilecek ve en alttan en üste her yönetim kademesinde yer alabileceklerdir. Sosyalizmin yaşanan somut örneği, bunu tüm insanlığa göstermiştir.
Bize düşen, her fırsatta bu örneği hatırlatmak ve onu daha ileriye taşımaktır. Burjuva ideolojisi olan feminizmin, kapitalist sisteme yönelmeyen, onun sadece erkek egemen yanıyla uğraşan ve işçi-emekçi kadını, kendi sınıf kardeşlerine düşmanlaştıran politikalarına karşı, kadının gerçek kurtuluşunun kadın-erkek işçi ve emekçilerin birlikte mücadelesiyle gerçekleşeceği devrimci politikaları öne çıkarmak ve sosyalizmin bayrağını yükseltmektir.