“Adalet yoksa barış da yok!”

ferguson11

ABD’nin Missouri eyaletinin St Louis kenti Ferguson semtinde, 9 Ağustos günü, polis yine siyah bir genci, nedensiz olarak öldürdü. Katledilen gencin adı Michael Brown’du. 18 yaşındaydı… Silahsızdı, ellerini havaya kaldırmıştı; ama onun teslim olması polisi durdurmamıştı. Michael, 6 kez vuruldu; 2 kere başından, 4 kere bedeninden…

Michael’ın ölümü, siyahları sokağa döktü. Eylemin ana sloganı “eller yukarı, ateş etme!” oldu. Silahsız bir gencin, salt siyah olduğu için öldürülmesine duydukları tepkiyi, kitleler bu sloganla ifade ediyordu, polisin vahşi yüzünü bu sloganla protesto ediyorlardı. Bu artık, polise meydan okuma anlamına gelen bir slogandı.

Aynı gün akşam, eylemler çatışmaya dönüştü. Michael’in cansız bedeninin saatlerce yerde bırakılmasına dönük bir protestoyla başladı herşey. Bu protestoya zırhlı polislerin saldırısı, eylemcilerin öfkesini büyüttü. Protestolar, dalga dalga ülkenin dört bir yanına yayıldı. New York, Chicago, Detroit, Los Angeles gibi önemli kentler başta olmak üzere ABD genelinde 100’den fazla kentte eylemler gerçekleştirildi. İki hafta boyunca, kitleler ırkçı rejime karşı öfkelerini haykırdılar.

En şiddetli protestolar, Ferguson’da yaşandı. İkinci günden itibaren devlet sokağa çıkma yasağı ilan etti, yasağa uymayıp eylemi sürdüren kitleye gaz bombalarıyla saldırdı, çocuklar bile yaralandı; eylemciler de sokaklara barikatlar kurdu, molotofları hazırladı. Ferguson’da haber yapan Alman gazetecilerin gözaltına alınması ise, benzeri ancak Türkiye gibi faşist diktatörlükle yönetilen ülkelerde yaşanan türden bir saldırıydı.

Devlet bu görkemli direnişe bütün gücüyle saldırıyordu; direniş bir haftayı aşınca, polisin başedemeyeceğini görüp, asker ve ulusal muhafızlar da “göreve” çağrıldı, kenti kuşattılar.ferguson

Bir taraftan saldırı sürerken, diğer taraftan, devlet kitleyi yatıştırabilmek için peşpeşe geri adımlar atmak zorunda kaldı. Michael’i vuran polis Darren Wilson’un görevden alındığını açıkladı; Michael’i bir market soyguncusu gibi göstermeye çalıştı, ancak eylemciler bu açıklamayı protesto için marketlere saldırılar düzenlemeye başlayınca, bu defa market soygunu görüntüsünün Michael’e ait olmadığını açıklamak zorunda kaldı.

 

“Kara kıta”dan gelenler

Afro-Amerikalı’ların ırkçı şiddetle öldürülmesinin, yakın zamandaki başka örnekleri de kitlelerde infiale neden olmuştu. Mesela 2012 yılında Florida’da George Zimmerman adlı bir beyaz tarafından 17 yaşındaki Trayvon Martin’in öldürülmesi nedeniyle yine kitleler sokaklara dökülmüşlerdi. Geçtiğimiz ay, 17 Temmuz 2014’te New York’ta polis tarafından tutuklandığı sırada öldürülen Eric Garner’in durumu da siyahların tepkisine neden olmuştu.

Biz tekil örneklerini görüyoruz ama, istatistikler, ABD’de 2005-2012 arasında, haftada iki siyahın beyaz polisler tarafından vurulduğunu gösteriyor.

Irkçılığın ABD’deki köklerinin derin olduğunu görmek zor değil. ABD’nin sadece 400 yıllık tarihi, yağma, talan ve soykırım üzerine kurulmuş bir süreç. Son yüz yıldaki emperyalist saldırganlığını bir kenara bırakalım; Amerikanın kuruluşu bile, bir “ulusal köken”e sahip olmayan, Avrupa’nın dört bir yanından gelen, kurulu düzenle bir biçimde sorun yaşayıp ipini koparmış olan serseri, maceracı ve suçlu ya da engizisyonun vahşetinden kaçan kişiler tarafından, Kızılderililerin toprakları yağmalanıp, Kızılderililer katledilerek gerçekleştirilmişti. Kıtanın talancılar tarafından işgal edilmesinden sadece 200 yıl sonra başlayan Afrikalı köle göçü, bugüne kadar uzanan bir başka büyük yarasıdır o toprakların.

1860’larda, Afrikalıların özgürlük mücadelesi başarıya ulaştı, resmi olarak kölelik ABD topraklarından kaldırıldı; “zenci köleler”, “Afro-Amerikalı vatandaşlar”a dönüştüler. Ancak güney eyaletlerinde köleliğin son bulması, daha onyıllarca mücadele etmeyi gerektirmişti.

“Özgürlük”, siyahlara “eşitlik” getirmemişti ama. En ağır işlerde, en düşük ücretlerle çalışan, savaşta ön cepheye sürülüp “Amerika için” savaşması istenen onlardı; ama mesela otobüste beyazlara yer vermek gibi zorunlulukları sürüyor, üniversitelerde eğitim haklarından lokantalarda yemek yemek hakkına kadar pekçok sınırlama yaşıyor, ırkçı saldırılarla ölmeye devam ediyorlardı. 1960’larda, tüm dünyada yükselen özgürlük ve eşitlik mücadelesi dalgasının da etkisiyle, yasalar karşısında eşitliği elde etmeyi başardılar.

Elbette yasalarda eşitlik de, yaşamda eşitlik getirmedi. Sınıfsal farklar, renk ayrımı gözetmiyordu. Bazı siyahlar ABD Başkanı, Dışişleri Bakanı gibi sıfatlar kazanmış olsalar da, siyahların ezici çoğunluğu, toplumun en alt tabakasını oluşturmaya devam etti. Siyahlar içinde işsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik ve evsizlik oranları, her dönem toplumun genel ortalamasından epeyce yüksek oldu. Sistem onlara yaşam hakkı tanımıyordu; bir siyah, kendisiyle eşit eğitim, gelir ve yaşam düzeyine sahip bir beyaza göre daha zor iş buluyor, daha düşük maaş alıyor, kriz döneminde ise daha kolay işten çıkarılıyor.

Siyahların suç oranları da genel olarak toplumun ortalamasının üzerinde, yoksul beyazlardan daha yüksektedir. Bunun bir nedeni, siyahlara dayatılan yaşam koşullarının, hayatta kalmak için suç işlemeyi (hırsızlık, uyuşturucu kullanımı vb) zorunlu kılmasıdır. Diğer nedeni ise, suçlu olmasa bile sistem tarafından suçlu bulunmasıdır. Hapishanelerdeki siyahların önemli bir bölümü, işlemediği bir suçtan dolayı tutuklanmıştır.

Sadece Ferguson’daki rakamlara bakmak bile bir fikir vermeye yetiyor. 21 bin nüfuslu Ferguson’da siyahların nüfusa oranı yüzde 67,4’tür. Missouri Başsavcılık Ofisinin raporuna göre, 2013 yılında burada polis tarafından gözaltına alınanların yüzde 92.7’si, tutuklamaların yüzde 93’ü siyahtır. Yine 2013 raporlarına göre, polis 5384 kere araç durdurması yapmış; bunların 4632’si siyahların araçlarıdır.

Kentteki yaşları 16-24 arasında olan siyah erkekler arasında işsizlik oranı yüzde 47, beyazlarda ise yüzde 16’dır. Kentin ekonomisi ve yatırımları büyümekte, beyazların refah düzeyi artmakta, ancak siyahlar yoksullaşmaya devam etmektedir. Kentin Belediye Başkanı ve Kent Konseyi’ndeki 6 kişiden 5’i beyazdır. Yani nüfusta siyahlar, yönetimde beyazlar fazladır.

 

Devletin şiddetinde artış

Devletin vahşeti, eylemleri durdurmak bir yana, büyüten bir etki yarattı. Gaz bombaları ve plastik mermiler sınırsızca kullanıldı eylemcilere karşı. Polisin üzerindeki kurşun geçirmez yelekler, otomatik silahlar, helikopterler, mayına bile dayanıklı zırhlı araçlar bir kitle protestosuna değil, ağır silahlı bir orduya karşı verilen savaşta kullanılan türdendi. Hatta polislerin askeri kamuflaj kıyafetleri giymesi, bu tabloyu tamamlayan bir “aksesuar” görünümündeydi. Keza ulusal muhafızlar ve asker de kitleyle “savaşması” için desteğe çağrılmıştı.

1990’lardan itibaren, Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası’na dayanarak, Amerikan polisi askeri teçhizatla donatılıyor. Ordunun ihtiyaç fazlası el bombası fırlatıcıları, gece dürbünleri, M16 vb taarruz tüfekleri, zırhlı personel taşıyıcılar, mayına dayanıklı zırhlı araçlar polis teşkilatına veriliyor. 1997 yılından itibaren “1033 No.lu Program” adı verilen bu düzenlemeyle, Pentagon bugüne kadar polis birimlerine 4.3 milyar dolar değerinde silah ve teçhizat dağıtmış.

Uzmanlar bu silah ve araçların, Ferguson’daki polisler tarafından da kullanıldığını belirtiyor.

Ek olarak, ilk kez 1960’larda kurulmuş olan ve özel silahlar kullanan SWAT birliklerinin sayısı ve saldırı gücü de artırılmaktaymış. ABD emperyalizmi, sadece “dış düşman” değil, “iç düşman” olarak gördüğü kitle hareketlerine karşı da artık çok daha saldırgan bir tutum izliyor, kullandığı şiddetin dozunu artırıyor. Bu değişim, ABD’nin, içteki kitle ayaklanmalarından giderek daha fazla korkmakta olduğunu gösteriyor.

Devletin Ferguson’da kullandığı yöntemler öylesine büyük tepki çekti ki, Uluslararası Af Örgütü, tarihine ilk defa, ABD’ye “polis şiddetine son verin” çağrısı yaptı ve yine tarihinde ilk defa, ABD’deki bir protestoyu yerinde incelemek üzere gözlemci heyeti gönderdi.

 

Daha fazla mücadele

Ferguson’da başlayan eylemlerde öne çıkan sloganlardan biri de, “Adalet yoksa barış da yok” oldu. Eylemlerde başarılan en önemli şey, yoksulluk ve adalet talebinin birlikte öne çıkartılmasıydı. Siyah işçi ve emekçiler, kendi düşmanlarının genel olarak beyazlar değil, siyahıyla-beyazıyla egemen sınıflar olduğunu biliyorlar. “Siyah başkan” olarak “Amerikan demokrasisinin simgesi”ne dönüştürülen Obama’nın, siyahların yaşadığı sorunlar için bugüne kadar tek bir adım bile atmamış olduğunu, eylemlere katılanlar da biliyor, ifade ediyorlar. Tek tek ırkdaşlarının egemenlerin arasına girmesiyle değil, her renkten işçi ve emekçilerin birlikte mücadelesiyle haklarını kazanabileceklerini, yaşam koşullarını düzeltebileceklerini, ırkçılığı yokedebileceklerini gördükleri, anladıkları, öğrendikleri oranda, kazanımları da artacaktır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …