Kobane’de 15 Eylül’de başlayan IŞİD saldırısına karşı savaş ve halkın direnişi sürüyor. Ve bu direniş, Ortadoğu’daki savaşın dengelerini değiştiren bir rol oynuyor.
10 Haziran’da Musul’a gerçekleştirilen ilk saldırıdan itibaren, IŞİD çeteleri hiçbir direnişle karşılaşmadan pervasızca ilerlemişti. Bazı bölgelere, Sünni aşiretlerle yaptığı işbirliği sonucu girmiş, bir günde kenti ele geçirerek oradaki Sünni aşiretle birlikte kentin yönetimini sürdürmeye başlamış; Sünni olmayan bölgelere saldırdığında ise, büyük bir panik ve çaresizlikle kaçışan bir halkla karşılaşmıştı.
15 Eylül’de başlayan Kobane saldırısı, bir dönüm noktası oldu. Terörist IŞİD, ilk kez bir direnişle karşılaştı. Kobane’de kaçışan kitleler değil, direnen halkların ölümüne karşıkoyuşu ile yüzleşti. Ve IŞİD ilk defa durduruldu. İlk üç hafta boyunca, Kobane halkı, kenti adeta adım adım savundu.
Bu savaşta, çatışan güçler açısından büyük bir dengesizlik sözkonusuydu. Kobane halkı, son derece yetersiz silah ve teçhizatına rağmen, kendi yaşam hakkını savunmak için büyük bir inanç ve irade ile öne çıktı.
IŞİD’in arkasında ise, çok büyük bir askeri ve siyasi destek vardı. En başta, 1 Haziran’da Ürdün’de yapılan toplantıda IŞİD’in harekat planını çizen ABD, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan gibi ülkeler ve Irak Kürdistan Bölgesi’nin desteği vardı. En büyük insani ve siyasi gücünü, Irak’ta iktidardan düşürülmüş Sünni aşiretlerden ve Baas komutanlarından alıyordu. IŞİD ilerledikçe Sünni aşiretler kentlerin kapısını sonuna kadar açıyor; Baaslı pilotlar uçak eğitimi veriyor; Sünni bölgesinin askeri teçhizatını ve bankalar başta olmak üzere mali gücünü, petrol kaynaklarını kullanıyor; Irak Kürdistanı’ndan bazı işadamlarından petrol karşılığı 2000 adet araç satın alıyor; savaşta lojistik olarak Türkiye hastanelerini ve kamu kaynaklarını kullanıyordu.
İşte bu eşitsiz koşullarda, Kobane ilk üç hafta boyunca kıran kırana sürdürülen savaşta IŞİD’e direnmeyi başardı; aldığı bütün kayıplara rağmen düşmedi. Buna rağmen IŞİD Kobane’nin dış bölgelerini ele geçirdi ve merkeze doğru ilerlemeye başladı. 7 Ekim günü dengeler bir kere daha değişti. Suriye’deki Kürt hareketinin siyasal örgütü PYD ve silahlı kanadı YPG-YPJ güçleri IŞİD’in ilerleyişini durdurdu.
ABD halklara “yardım” değil, sömürü götürür
IŞİD çetelerinin durdurulmasında en önemli unsurun, ABD’nin IŞİD mevzilerine dönük olarak başlattığı bombardıman olduğu söyleniyor. Oysa bu söylem, gerçeği tam olarak yansıtmadığı gibi, gelecek açısından son derece tehlikeli bir algı oluşturuyor.
Birincisi, IŞİD’in ilerleyişini durduran en önemli unsur, ABD’nin bombardımanı değil, PYD’nin ve Kobane’de savaşmakta olan halkların direnişidir. Bu direniş bütün dünyada halkların destek ve dayanışmasını kazanmıştır. ABD’nin bombardımanı, sadece sonucu hızlandırmıştır.
Dünya halklarının gözünde IŞİD, vahşet ve terör simgesidir. Ve ona karşı direnen YPG-YPJ gerillaları, her geçen gün biraz daha gericiliğin kuşatmasına giren, yobazlığın cenderesine sıkıştırılan müslüman dünyada, bu gericilik ve vahşete karşı direnen, laik-demokratik bir odaktır. Kadınların savaşçı kimliğiyle öne çıkarak kahramanlık örnekleri yarattığı, IŞİD’den kaçan halkların sığınmak için bir yer bulduğu, Şengal’deki Ezidilerin katliamdan kurtarıldığı Kobane, bütün dünyanın sempatisini kazanmaktadır. Öyle ki, dünyanın birçok ülkesinden tek tek insanlar, IŞİD terörizmine karşı bu direnişin bir parçası olabilmek için Kobane’ye geliyor, YPG-YPJ saflarında savaşıyorlar. Bugün YPG’nin silahlı gücünün, 43 bini aştığı tahmin ediliyor.
Böylesi bir destek, bir taraftan, Kobane’deki direnişin başarıya ulaşmasının nesnel zeminini oluşturuyor, diğer taraftan, IŞİD’in özellikle emperyalist ülkelerdeki müslüman gençler arasında oluşturmaya çalıştığı kitle desteğini darbeleyen bir unsura dönüşüyor. Yani, ABD emperyalizmi IŞİD’i bombalamasa bile, Kobane’nin kendi dinamikleri IŞİD’i durdurabilecek güçteydi, halen de öyledir.
Benzer bir durum Şengal’de de yaşanmıştır. IŞİD’in Şengal’e saldırdığı duyulduğu anda, orada bir Ezidi katliamının yaşanacağı bütün dünyada konuşulmaya başlandı. Irak parlamentosundaki Ezidi milletvekili Vilan Daxil’in konuşmaları, helikopterle Şengal Dağı’na yardım taşırken helikopterin düşüp kendisinin yaralanması vb pekçok olay, Ezidileri dünya gündemine sokmuştu. Ama adeta kaçınılmaz bir durum gibi, bir katliam yaşanacağı biliniyor ve hiçkimse harekete geçmiyordu. Ne zaman ki YPG-YPJ gerillaları, savaşarak Ezidileri kurtarmayı başardılar, ABD askerleri o zaman sahneye çıktı. Ezidileri kurtarmak için kılını bile kıpırdatmayan ABD, kurtarılan Ezidilere “hamilik” yapmak için boy gösterdi. Kaldı ki, ABD’liler, Şengal’den kurtarılan Ezidilerle görüşmeye gittiğinde, daha hala Şengal Dağı’nda çaresiz bekleyen Ezidilerin olduğu biliniyor, onları kurtarmak için kimse harekete geçmiyordu.
Kobane’deki durum da buna benzemektedir. Kobane direnişi zaten bir aşamaya geldikten sonra, ABD uçakları “kurtarıcı” havasında bombardımana başlamışlardır.
İkincisi, ABD tam da bu kitle desteğinin artması üzerine, Kobane savaşına katılmak zorunda kalmıştır. Başta Türkiye olmak üzere dünyanın dörtbir yanında kitleler ayağa kalkmış, sokaklara dökülmüş, şiddetli çatışmalar yaşanmış ve kitleler Kobane’nin yanında olduklarını haykırmışlardır.
IŞİD’in Kobane’yi ele geçirme ihtimali, dünya halklarında öylesine büyük bir nefretle ve öfkeyle karşılanmıştır ki, emperyalist ABD harekete geçmek zorunda kalmıştır.
Bu bombardımanla ABD, Kobane’ye yardım etmek değil, kendisini aklamak peşindedir. Çünkü IŞİD’in arkasında ABD emperyalizminin bulunduğu ortadadır. IŞİD’in bugüne kadar ABD tarafından beslenip büyütüldüğü, önderlerinin ABD’nin hapishanesinde CIA tarafından eğitildiği ve nasıl olduğu belirsiz biçimde tahliye edildiği, 1 Haziran’da Ürdün’de gerçekleşen toplantıda ABD tarafından Musul’a doğru harekete geçirildiği, Irak’taki Şii etkisini kırmak ve Sünnilerin ABD’ye bağımlı biçimde yeniden güçlenmesini sağlamak amacıyla konumlandırıldığı, özetle, IŞİD vahşetinin asıl sorumlusunun ABD emperyalizmi olduğu açıkça bilinen bir durumdur. Yani kitlelerin IŞİD’e dönük her tepkisi, bir taraftan da ABD’ye yönelmektedir.
Bu koşullarda ABD, Kobane’ye saldıran IŞİD’in üzerine birkaç bomba atarak, aslında kendisini aklamaya çalışmaktadır. Ne yazık ki, Kürt ulusal hareketinin tutumu nedeniyle, bunda kısmen de olsa başarılı olmaktadır.
Üçüncüsü, ABD’nin IŞİD’e karşı saldırısının son derece göstermelik olduğu da ortadadır. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, “Kobane’yi kurtarmak, stratejimizin bir parçası değil” diyerek bunu itiraf etmiştir zaten.
İlk günlerde yapılan bombardımanın, Kobane ile hiçbir ilgisinin olmadığı, IŞİD’in elinde bulunan petrol bölgelerine dönük olduğu, PYD tarafından da açıklanmıştı. 7 Ekim tarihinden itibaren bu bombalamalar Kobane direnişine yarar sağlamaya başladı. Ancak ABD bombardımanı, o tarihten bugüne sürmekle birlikte, hep sınırlı kaldı. IŞİD mevzilerinin, hareket güzergahlarının, lojistik akışının vb durumu bilinmesine rağmen, IŞİD’e gerçekten zarar verecek etkili bir bombardıman hiç gerçekleştirilmedi. IŞİD’in saldırısının hızı kesildi, savaşta bir denge durumu oluşturuldu; ancak ABD Kobane’yi gerçekten rahatlatacak bir bombardımana hiç girişmedi.
Üstelik, Kobane’ye “havadan yardım ulaştırmak” bahanesiyle havalanan uçaklar, bu yardımın bir kısmını da IŞİD’e gönderiverdi. “Yardım” konteynırlarının bir kısmı Kobane’nin eline geçerken, bir kısmı da nasıl oluyorsa “yanlışlıkla” IŞİD mevzilerine bırakıldı.
Bu tablo, ABD’nin asıl amacısının bugüne kadar kendisiyle işbirliğine uzak duran Kobane’yi ele geçirmek, Kobane’deki Kürt hareketini, “IŞİD’le terbiye etmek” stratejisini yürütmekte olduğunu gösteriyor. Bu yanıyla da, ABD bombardımanının Kobane’ye “yardım” değil, “sömürgeleştirme” amacı taşıdığını söylemek daha doğrudur.
İşin aslında, ABD emperyalizmi, Kobane’ye yardım etmek yerine, IŞİD’e olan desteğini kesse, IŞİD’i yenmede çok daha büyük bir olanak yaratacaktır. Türkiye için de benzer bir durum sözkonusudur. Suruç köylerinde “IŞİD nöbeti” tutan halkın, IŞİD’lilerin sınırdan pervasızca geçişini ve onlara yardım tırlarının gidişini kısmen azaltması bile, Kobane’ye verilen en önemli destekler arasındadır.
Dördüncüsü, ABD, emperyalist, sömürgeci, işgalci bir ülkedir. “Yardım” adı altında gittiği hiçbir ülkeye, sömürü ve vahşet dışında bir şey götürmemiştir. Bunu başarmak için CIA işkencelerinden kitle katliamlarına, ideolojik bombardıman provokasyona kadar her tür yöntemi kullanmaktadır.
ABD’nin bir ülke olarak kurulması bile, Kızılderili ve Latin halklarının soykırımlarla yokedilmesi, geniş yoksul kitleler üzerinde terör ve vahşet estirilerek ezilmesi üzerinden gerçekleşmiştir. Tarihi boyunca, ABD’nin ayak bastığı her karış toprak, yerli halkın, işçi ve emekçilerin kanıyla-teriyle sulanmıştır.
Ve bu tablo, ABD emperyalizminin kitlelerin gözünde de teşhir olmasına yol açtı. Halklar için ABD “şeytan”dır, “katil”dir, “sömürgeci”dir. Özellikle Vietnam savaşından bugüne, ABD’nin sömürgeci kimliği daha açık olarak görülmektedir. Bu yanıyla ABD, “denize düşen”in sarılacağı “yılan” bile olamayacak kadar açık bir halk düşmanıdır. Büyük ozan Mahzuni’nin sözleriyle “Amerika katil! Emperyalizm katil!”dir.
Tüm bunlardan dolayı, ABD’nin Kobane’ye yardım edeceğini düşünmek ve iddia etmek, ABD emperyalizminin sömürgeci yüzünü perdelemekten başka bir anlam taşımaz.
Kürt hareketi ABD yardımına bel bağlıyor
Direnen bir halka yardım edecek tek devlet, sosyalist bir devlettir; ancak günümüzde sosyalist bir devlet olmadığı için, savaşan halklar önemli bir destekten yoksun kalmaktadır. Bu koşullarda halklar, ancak halklardan gelen destek ve dayanışma ile güçlenir, zafere ulaşır. Bugün Kobane’ye de karşılıksız, içten ve gerçek kurtuluşu için destek veren-verecek olan tek güç, başka ülkelerin ezilen halkları, işçi ve emekçileridir. Emperyalist bir ülkenin bir halka yardım etmesi sözkonusu bile olmaz.
Kobane’de direnen halkın ABD’den yardım beklemesi, atılan üç-beş bombaya sevinmesi, son derece tehlikelidir. Bu beklenti, ABD emperyalizminin IŞİD’e destek veren en önemli güç olduğu gerçeğini de karartmaktadır. ABD, halklar nezdinde kendini aklamak ve böylece sömürüsünü perdelemek için, Kobane’de çok önemli bir fırsat bulmuştur ve onu değerlendirmektedir.
Sömürücü sınıflar, kendi çıkarları sözkonusu olmadığı sürece hiçbir adım atmazlar; kendilerine kar getirmeyecekse, parmaklarını dahi kıpırdatmazlar. Bugün Kobane’de de kendisi için son derece önemli çıkarlar görmese, ABD harekete geçmezdi.
Bu çıkarların en önemlisinin, kendisini aklamak olduğunu söylemiştik. Ancak bununla sınırlı değil. Stratejik bir konuma sahip olan, petrol ve su gibi hayati önemde kaynakları bulunan Rojava’ya kendisine bağımlı kılmak, ABD açısından vazgeçilmez önemdedir. Keza, Kürt hareketinin Suriye içinde Esad karşısında; Ortadoğu genelinde İran merkezli Şii gücünün karşısında, ABD’nin çıkarları doğrultusunda bir odak olarak hareket etmesi, ABD’nin bugün Kobane savaşına müdahil olmasının en önemli gerekçesidir. Ortadoğu’da giderek güç kaybeden ABD için, İran dışındaki üç parçada (Türkiye, Irak, Suriye) Kürt hareketinin sağlayacağı fayda, kendi sınırlarını çok aşan ölçüdedir.
Gerek Irak, gerekse Türkiye’deki Kürt siyasal hareketi, Irak işgalinin başladığı 2003 yılından bugüne, ABD ile işbirliği yapmada, giderek daha atak bir çizgi izlemektedir. Ancak Rojava bugüne kadar bunun dışında kalmayı başarmıştı. Üstelik bu, hareketin önderliğine rağmen oldu.
2011 yılında Suriye savaşında, ABD emperyalizmi asıl olarak kendi işbirlikçisi olan ÖSO’ya (Özgür Suriye Ordusu) güveniyor, bu gerici çeteler üzerinden Esad’ı devirebileceğini düşünüyordu. Kürt bölgesinin de bu planın bir parçası olmasını, Esad’a karşı savaşmasını istiyordu. Bu doğrultuda birçok girişimde bulunuldu. Hatta Öcalan hapisten gönderdiği bir haberle, PYD’nin de ÖSO’ya katılması ve Esad’la savaşması talimatını verdi. PYD, bu talimat üzerine ÖSO’ya katılmak üzere belli adımlar attı, ancak yaşam buna uymadı.
ABD’nin isteği, Suriye’deki gerici ve radikal islamcı çetelerin, Türkiye’nin desteğini alarak Esad’a karşı savaşması, Kürtlerin de bu savaşa kendi bölgelerinden katılması idi. Ancak gerçekte Kürtlerin Suriye’deki düşmanı Esad değil, Türkiye tarafından beslenip üzerine salınan, El Nusra vb. radikal islamcı çetelerdi. Doğal olarak Esad’a karşı değil, El Nusra’ya karşı savaşmak zorunda kaldı. Rojava’nın yaşaması, ABD’nin bölgedeki çıkarlarıyla uyumlu değil, çatışan bir hal aldı; bunun doğal sonucu olarak da Rojava, Öcalan’dan ve PKK’den gelen basınca rağmen, ABD ile işbirliğine hep mesafeli durdu. Suriye yönetimiyle de, ABD ile de son derece sınırlı bir ilişki kurmakla birlikte, genel olarak emperyalistlerden uzak; kendi ayakları üzerinde duran, kendi savaş gücüyle bölgedeki varlığını koruyan bir siyaset izledi. Savaşın bütün vahşetinin ortasında daha demokratik ve laik bir odak olarak sivrilmesi, kısmen bağımsız denebilecek bu siyasetinin ürünüydü.
Ancak IŞİD’in bölgede başlattığı saldırı, ABD’nin “kurtarıcı” olarak sahneye çıkmasına ve Rojava’nın bu “kurtarıcı”ya mahkum olduğu yanılsamasının yaratılmasına neden oldu. Öcalan da, Barzani de, PYD’nin ABD ile doğrudan ilişkiye geçmesini, görüşmeler yapmasını istiyordu. 15 Eylül Kobani saldırısının hemen ardından, HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın ABD’ye bir ziyaret gerçekleştirerek, PYD için yardım talep etmesi bunun sonucuydu.
Kobani saldırısı başladığından itibaren, bu ilişki daha somut hale geldi. ABD bombardımanı başladığında, YPG, bombardımanın komuta merkezinde kendi savaşçılarının olduğunu ve bombardıman için istihbarat verdiklerini açıkladı, ABD de bunu doğruladı.
Öncesinde farklı görüşmeler yapılmakla birlikte, doğrudan siyasal ilişkinin 12 Ekim’de Paris’te, PYD lideri Salih Müslim ile ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Daniel Rubinstein ve Dışişleri Bakanlığı temsilcisi arasında kurulduğu söyleniyor. Keza Dohuk Zirvesi sırasında da, Barzani’nin girişimiyle PYD ve ABD temsilcileri görüştüler.
Böylece ABD, Suriye savaşı başladığı andan itibaren işbirlikçisi haline getirmek için uğraştığı Rojavalıları, IŞİD saldırısı “sayesinde” kendisine bağlamayı başardı. Kürt siyasal hareketi de, daha önce kurmak için sayısız girişimde bulundukları ama kuramadıkları “Kürt ulusal birliği”ni, bu konjontürde başlatabildi.
“Kürt ulusal birliği” kurulabilir mi
“Ulusal birlik”, Kürt hareketi içinde hep tartışılan, ancak bir türlü somut bir adım atılamayan bir konudur. Adım atılamaz, çünkü bu birliğin, hangi ilkeler doğrultusunda, hangi çatı altında, kimin hegemonyasında kurulacağı konusunda görüş birliği oluşmaz. Çünkü “ulusal” birlik kurma çabaları, “sınıfsal” konumlardan bağımsız değildir; Kürt hareketinin her bir parçası, kendi çıkarlarından bakmaktadır.
En son bir yıl öncesinde bir Kürt Ulusal Kongresi toplanması kararlaştırılmış, ancak hangi partinin kaç delegeyle temsil edileceği konusunda bir anlaşmaya varılamadığı için bu kongre gerçekleşmemişti.
Kürtçe brakuji (kardeş kavgası) denilen olgunun, Kürt hareketinin tarihinde sayısız örneği vardır. En çarpıcısı, 1993 yılında Barzani önderliğindeki KDP’nin PKK ile savaşmasıdır. Keza Suriye savaşı başladığından bugüne, Barzani yine gerçek yüzünü göstermiştir. El Nusra saldırılarından kaçan Rojavalılara sınırın kapatılması, Rojava’nın Irak Kürdistanı sınırına hendek kazılması, ambargo uygulanması gibi son derece çarpıcı örnekler yaşanmıştır bu süreçte. Keza, IŞİD’in saldırı sürecini planlayan ve başlatan 1 Haziran Ürdün toplantısının katılımcıları arasında Barzani’nin temsilcisi de bulunuyordu. Zaten bu nedenle, IŞİD, Irak Kürdistan bölgesinin sınırları içindeki Şengal Ezidilerine ve Mahmur Kampı’ndaki Kürtlere saldırdığında, peşmerge çatışmadan geri çekilmişti.
KDP, bölgedeki diğer Kürt hareketlerine karşı saldırgan, dayatmacı ve hegemonyacı bir tutum izlemektedir. Üstelik bu sadece PKK yada PYD ile de sınırlı değildir. Irak Kürdistanı içindeki diğer Kürt partisi olan Talabani önderliğindeki KYB de, Barzani’nin hegemonyacı tutumundan nasibini almaktadır.
Barzani’nin liderliğindeki KDP, diğer Kürt partilerinden iki önemli farklılık taşımaktadır. Birincisi, açıktan ABD işbirlikçisidir; İkincisi, KYB, PKK ve PYD, daha laik ve demokratik bir işleyişe sahipken Barzani’nin partisi dinci-gerici bir kimlik taşımaktadır.
Burada asıl yanlış, bugüne kadar attığı bütün adımlarda Kürt halkına ve partilerine zarar veren, “ulusal birliği” darbeleyen Barzani ile, hala “Kürtlerin birliği”nin kurulması için görüşmelere devam etmektir. PKK’nin bu konudaki ısrarı, her defasında Barzani’nin ihanetine çarpmakta, ama bir sonraki gelişmede PKK yeniden Barzani’yi de katacak bir “ulusal birlik” çağrısını yükseltmektedir.
Bu çabaların en önemli nedeni, Kürt hareketinin Ortadoğu’daki savaş koşullarını okuma tarzıdır. 2002 yılında Irak’ın işgali gündeme geldiği andan itibaren Öcalan, bu savaşı bir “fırsat”a çevirebileceğini düşündü. ABD ile işbirliği yapıldığı koşulda, Kürtlerin önemli kazanımlar elde edebileceğini savundu. Bu nedenle, hem Irak’ta hem de Türkiye’de Kürt hareketinin ABD ile tam işbirliği yapması gerektiğini savundu. Suriye savaşı başladıktan sonra ise, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu konuda çok daha ısrarlı oldu. Kürt hareketinin bütün parçalarının ABD ile aynı safta savaşmadığı koşulda, farklı bölgelerdeki Kürtlerin, farklı emperyalistler arasında parçalanarak birbirlerine karşı savaşmak zorunda kalacağını, en büyük yıkımın da bu olacağını ileri sürüyordu.
Bu yaklaşım, iki nedenle sorunluydu. Birincisi, bugüne kadar direnen Kürt halkı karşısındaki tutumu, her zaman direnişi kırmak noktasından olan Barzani’yle hangi koşullarda işbirliği yapılacaktı? İkincisi, Kürt halkının tümünü ABD emperyalizminin politikalarına bağlamak, bu halka nasıl bir fayda getirecekti?
Zaten Öcalan’ın çabaları da her koşulda Barzani engeline takıldı. Ta ki, Kobane direnişi başlayana kadar. Bu direniş Barzani’ye, Kürt hareketlerine kendi hegemonyasını dayatması için büyük bir fırsat verdi. Duhok’ta toplanan zirve ile, sadece Suriye’deki PYD değil, PYD’nin arkasındaki güç olan PKK’ye de önemli tavizler verdirildi, Suriye’de Barzani etkinliğinin kurulması için önemli bir hamle yapıldı.
Kobane kantonu IŞİD’e direndi, Duhok’ta “düştü”
Duhok Zirvesi, Barzani’nin çağrısıyla Irak Kürdistan Bölgesi’nde gerçekleştirildi. Toplantının hedefi, “Rojava’da Kürtlerin birliğinin sağlanması” olarak tanımlanmıştı. Bugüne kadar Rojava’ya yardım etmek için tek bir adım atmayan Barzani, direnen Kobane’de siyasal hakimiyeti ele geçirmek, kendi hegemonyasını geliştirmek için zirve topluyordu!
Duhok Zirvesi’nin gerçek amacı, Rojava’yı ABD’nin istediği sınırlara çekmek, kuşatma altına almaktı. Toplantının biçiminden alınan kararlara kadar her noktada bu açıkça belliydi.
Mesela toplantıya, PYD’nin de içinde bulunduğu bir ittifak olan TEV-DEM 7 delege ile katılırken, Barzani’ye bağlı Suriye Kürt Ulusal Meclisi (ENKS) 11 delege ile katıldı. Daha toplantının başında Barzani sayısal çoğunluğu ele geçirmişti böylece.
Toplantının en önemli tartışma maddesi, Rojava’da “Kanton” işleyişinin terkedilmesiydi. Kanton modelinde iki unsur öne çıkıyordu; birincisi merkezi otorite olmadan her kantonun özerk yönetimi ve ikincisi, kanton sınırları içinde yaşayanların, ulus-din-dil farkı gözetmeksizin eşit sayılması.
Kanton yönetimi elbette ki “sosyalist” bir yönetim değildir, hatta “halkçı” yönleri de sınırlıdır. Mesela “ulus-din-dil” farkı gözetmeksiniz eşitlik sağlamaktadır, ama “sınıf” farkını olduğu gibi korumakta, sınıfsal olarak ezen-ezilen ilişkisini sürdürmektedir. Anayasasında, özel mülkiyeti koruma maddeleri, açık biçimde vurgulanmaktadır.
Diğer taraftan, aşiret sisteminin hüküm sürdüğü bir bölgede, ulusal, dinsel vb eşitliğin sağlanması zaten çok da mümkün değildir. Bu gerçeklere rağmen, bütün bir halkın direniyor oluşu, elbette orada daha demokratik bir işleyişi, yönetenlerin niyetlerinden bağımsız olarak, zorunlu kılmaktadır. Çünkü kitleler böylesine büyük bir vahşete direnirken, yaşama dönük haklarını da kolaylıkla elde ederler, etmelidirler. Aksi durumda, direnişin “gönüllülük” unsuru darbe alır.
Bunlar bir yana, Kobane direnişi dünyanın gündemine girdiğinden beri, oradaki demokratik işleyiş, kanton modeli, ulusal-dinsel eşitlik, kadının öne çıkması gibi unsurlar, çok yaygın biçimde tartışılmaya başlanmıştır. Bu yanıyla da Kobane bir çekim merkezi olmaktadır. Bugün Kobane’de savaşan, dünyanın dörtbir yanından gelmiş insanlar, sadece direnişin değil, bu demokratik işleyişin de bir parçası olma amacıyla dövüşmektedirler.
İşte ABD emperyalizminden Barzani’ye, Türkiye’den bölgedeki gerici ülkelere kadar kapitalist sistemin nefretle göz diktiği unsur, dünya halklarında sempati yaratan bu kanton işleyişidir. Öyle ki, Barzani ve ABD, Kobane’ye yardım için öncelikli koşul olarak, bu işleyişin kaldırılmasını dayatmışlardır. 9 gün boyunca süren zirvede kıran kırana yürütülen tartışmaların odağında, kanton modeli bulunmaktadır.
Ve bu tartışmaların sonunda, PYD lideri Salih Müslüm kanton modelinin kaldırılması konusunda bir anlaşmaya imza atmıştır.
Bunun iki doğrudan sonucu vardır: Birincisi, artık “ulusların eşitliği” yokedilecek, Rojava’nın “Kürt ulusunun özerk devleti” olduğu “Rojava Kürdistanı” ismiyle tescillenecek ve diğer uluslar “azınlık” statüsüne indirilecektir. İkincisi, kantonların özerkliği ortadan kaldırılarak merkezi bir yönetim kurulacaktır.
Barzani-ABD-Türkiye ittifakı, bu kararla Rojava’nın kazanımlarına son derece önemli bir ideolojik darbe vurmuşlardır. Ancak darbe bununla sınırlı değildir. Birincisi, Rojava’da kurulacak merkezi yönetimde, PYD’nin de içinde bulunduğu TEV-DEM yüzde 40 oranında temsil edilirken, ENKS de yüzde 40 temsil hakkı kazanmaktadır. Bugüne kadar Rojava’ya tek bir ilaç yardımı bile yapmayan Barzani, böylece yönetimde yarı yarıya söz hakkına sahip olmaktadır. İkincisi ise, PYD’nin önderliğini yapan PKK’nin ve Öcalan’ın “demokratik özerklik” projesinin “pilot uygulaması” ve “başarı öyküsü” olarak bakılan Rojava modeli, emperyalist darbe ile yokedilmiştir. Duhok Zirvesi’ne ilişkin olarak Türkiye’deki Kürt siyasal hareketinin somut hiçbir yorum yapmaması, bu “yenilgi” karşısındaki moral bozukluğunun ürünüdür.
Rojava’ya indirilen darbeler bununla da sınırlı değil. PYD bugüne kadar ısrarla peşmergenin ya da başka bir savaşçı grubun Kobane’ye gelmesini istemediklerini, sadece silah yardımı istediklerini söylemişti. Buna rağmen Duhok Zirvesi’nden peşmergenin Kobane’ye gönderilmesi kararı çıktı. Keza Türkiye, peşmergenin Kobane’ye geçmesi için koridor açma karşılığında, kendi güdümündeki bir grup ÖSO savaşçısının da Kobane’ye girmesini PYD’ye kabul ettirdi. Dahası, Rojava’daki Barzani grubu ENKS, YPG’ye katılmayarak kendi silahlı gücünü oluşturmayı, Rojava içinde iki ayrı silahlı güç olmasını dayattı.
Bugüne kadar Kobane’de savaşmak isteyen her kesime YPG-YPJ saflarına girmeyi dayatan, YPG-YPJ dışında hiçbir siyasetin adının geçmesine dahi izin vermeyen, MLKP ve Emek Gençliği’nden şehit düşenleri de (sanki o şehitlerin kendi örgütleri-bayrakları yokmuş gibi) “YPG savaşçısı” olarak tanımlayıp cenazelerini YPG bayrağına saran Kürt hareketi, bugün kendi hegemonya alanında, peşmergesi, ÖSO’su, ENKS’siyle karma karışık bir askeri durumla ve bunun getireceği sayısız sorunla karşı karşıyadır.
Savaşın seyri nereye?
PYD bugün olağanüstü bir kuşatma altındadır ve bu kuşatmada bir tercih yapmaktadır. Bir taraftan, şiddetli IŞİD saldırısı karşısında Kobane’nin düşmesi tehlikesi sözkonusudur. Diğer tarafta ise, Kobane’yi kurtarma adına, ilkelerinden ve görece bağımsız duruşundan taviz vermektedir. Bu koşullar altında, bugüne kadar Suriye’den Esad yönetiminden de önemli düzeyde askeri destek almış olmasına rağmen, Öcalan ve PKK’nin üç yıldır zorladığı rotaya, Barzani’nin bastırması sonucunda girmiş, ABD yardımıyla birlikte ABD hegemonyasını da kabullenmiştir.
Aslında bu yardımın Kobane’yi “kurtaracağı”nın bir garantisi yoktur. Daha önce de söyledik, ABD’nin bombardımanı göstermelik bir tarzda yürütülüyor; IŞİD’i durdurmayı değil, IŞİD tehdidiyle PYD’yi “terbiye etmeyi” hedefliyor. Diğer taraftan Kobane’ye giden peşmergenin de savaşın ön safında yer almayacağı söyleniyor; yani yardıma değil, kendi hegemonyalarını sağlamaya gidiyorlar.
En başta belirtelim ki, sınıfsal bir bakış, ML bir önderlik, sosyalizm için mücadele olmadığı sürece, emperyalist kuşatmayı kırabilmek hiç kolay değildir. Kimi konjonktürel durumlardan yararlanıp bir süre bağımsız durabilir, fakat ideolojik ve sınıfsal yapısı gereği uzlaşmaya girmesi bir noktada kaçınılmazdır.
Bu zorluklara rağmen Rojava, emperyalizmle bağımlılık ilişkisine girmeden direnişini sürdürebilirdi. Bu durumda halkların desteği daha da güçlenecek, belki de kendi başına IŞİD’i püskürtmeyi başaracaktı. Ya da Kobane düşse bile, direnerek yenilmiş olmanın avantajını taşıyacak, yeniden güç toplayarak işgali kırabilecekti. Halkın direnmeye devam ettiği hiçbir ülkede, hiçbir işgalci tutunamamıştır, tarih bunun örnekleriyle doludur. Ancak ulusal kurtuluş hareketinin ideolojisi, sınıfsal yapısı, emperyalizmle kesin sınırlar çizmeye, hegemonya ilişkilerine mutlak biçimde karşı çıkmaya yetmiyor. Hele ki, önderliği emperyalizmle ilişki konusunda üzerinde bir baskı kuruyorsa, böylesi kritik eşiklerde kaçınılmaz hale geliyor.
Diğer taraftan, Duhok’ta atılan adım, nihai adım değildir. Bu anlaşma ile PYD ve Rojava önemli bir kayıp yaşamaktadır, ancak yeniden ayağa kalkmaları yeni hamleler yaparak bu yenilgiyi telafi etmeleri mümkündür. Sadece bundan sonra işleri daha zordur ve daha çok uğraşmak zorunda kalacaklardır.
Son bir ayda yaşananlar, Türkiye’deki Kürt hareketinin içinde bile ciddi sarsılmalar yaratmıştır. Bir taraftan bitmek tükenmek bilmez bir “çözüm” kandırmacası sürdürmekte, diğer taraftan savaşarak elde edilen mevziler gözler önünde durmaktadır. Bu durum, Kürt halkının direnişini de farklılaştırmaktadır. 6-7 Ekim eylemlerinde Öcalan’ın yazılı çağrısına rağmen kitlelerin sokaktan çekilmekte ne kadar zorlandığı unutulmamalıdır.
Ortadoğu’da savaş giderek daha da şiddetlenecektir. Savaşın şiddeti, bütün emperyalistlerin ve bölgedeki devletlerin planlarını da tekrar tekrar değiştirecek koşullar oluşturacaktır. Ne Suriye yönetimi ve arkasındaki Rusya-Çin emperyalistleri Rojava’dan vazgeçer, ne İran merkezli Şii güçlerin IŞİD’le ve ABD’yle savaşı biter, ne de ABD’nin Ortadoğu’daki savaşı kendi hegemonyasını güçlendirecek tarzda bitirme çabası… Bugün yaşananlar, 11 yıldır sürmekte olan savaşın sadece bir çarpışmasından ibarettir.
Bugün en büyük eksiklik, devrimci komünist partilerin gücünün azlığı ve bölgede etkin olmayışlarıdır. Ancak savaşların rotasını değiştirecek olan da, savaşların vahşeti altında ezilmekte olan halklardır. Kobane’de son 10 yılın savaş dengelerini değiştiren bir halk direnişi başarılmıştır. Bundan sonra dengeler değişse bile, böylesi bir örneğin yaratılmış olması önemlidir.