Seçimlere 4 ay kadar bir süre var. Fakat hazırlıklarına şimdiden başlandı. Milletvekili pazarlıkları, ittifak arayışları, başkanlık tartışmaları vb. ile “seçim atmosferi”ne girildi.
Yüksek Seçim Kurulu’nun milletvekili adayları için belirlediği son tarih olan 10 Şubat’a kadar kimlerin görevlerinden istifa edeceği en çok konuşulan konulardan. Bunların başında da MİT Müsteşarı Hakan Fidan geliyor. Fidan’ın AKP’nin başına getirileceğinden, yeni hükümette Dışişleri Bakanı olacağına kadar birçok senaryo dolaşıyor… Tabi bu arada, MİT kadar stratejik bir kurumun başına, Hakan Fidan kadar “güvenilir” birini bulabilirlerse…
Bir de Erdoğan’ın oğlu Bilal ile kızı Sümeyye’nin de milletvekili adayı olacakları, hatta Sümeyye’nin ilk “türbanlı bakan” olarak hükümete gireceği söyleniyor. Bilindiği gibi her ikisinin de “yolsuzluk”tan dolayı yargılanma ihtimali var. Böylece Erdoğan, çocuklarına “dokunulmazlık” zırhı getirirken, “kan bağı” ile bağlı, tamamen güveneceği kişileri hükümete sokarak elini daha da güçlendirmiş olacak.
Rivayetler muhtelif! Daha seçimlere aylar varken, bu ve benzeri birçok spekülasyon yapılıyor. Seçimler yaklaştıkça bunların artacağı muhakkak. Ama öylesine günlerden geçiyoruz ki, seçimlerin yapılıp yapılamayacağı, sonuçlarının ne olacağı ve sonrasında neler yaşanacağı belirsizliklerle dolu.
7 Haziran seçiminin
öncekilerden farkı
Daha öncekilerden farklı olarak 7 Haziran’daki genel seçimlerin hazırlıklarına erken başlanmasında önemli bir faktör; son yıllarda arka arkaya yapılan seçimlerin sonu olması, bir başka ifadeyle, olağan koşullarda önümüzdeki 4 yıl içinde yeni bir seçimin yapılmayacağıdır. Ama daha önemlisi, hem dünyada hem ülkedeki gelişmelerin, bu seçimleri diğerlerinden çok daha kritik hale getirmiş olmasıdır.
ABD’nin başlattığı “yeni emperyalist savaş”ın ulaştığı boyutlar, bunun başında geliyor. Afganistan, Irak ve Libya’dan sonra Suriye’ye saldıran ABD emperyalizmi, 4 yıldır uğraşmasına rağmen, Baas rejimini yıkmayı başaramadı. Rusya ve İran’ın desteğini de arkasına alan rejim, büyük bir direnç gösterdi ve ÖSO adı altında saldırılar düzenleyen işbirlikçi çeteleri geriletti. Esad’ı yıkamayacağını anlayan ABD, bir yandan IŞİD’i ortaya sürdü, bir yandan da Esat’lı çözümler aramaya başladı. Bu durum, Suriye’deki savaşın içine balıklamasına dalan, TIR’lar dolusu silahlarla dinci-gerici çeteleri donatan, barındırıp besleyen Türkiye’yi zora soktu. AKP hükümeti, boylu boyunca battığı bu bataklıktan çıkamıyor.
Buna bir de Kobane eklendi. Kobane’ye IŞİD saldırısı büyük bir direnişle püskürtüldü. Bu zafer, Kürt sorununu uluslararası düzeyde daha fazla öne çıkardı. Bir süredir AKP hükümeti ile “çözüm süreci” yürüten Kürt ulusal hareketinin elini de güçlendirdi. Kürt halkının moralini yükseltti ve eylemlerini arttırdı. Tabii, AKP’nin hiç istemediği bir durum ortaya çıktı. “Kobane düştü, düşecek” diye sevinen Erdoğan’ın hevesi kursağında kalınca, “Kuzey Irak gibi Kuzey Suriye istemediklerini” söylemeye, geçmişin “kırmızı çizgi”sini savunmaya başladı.
Sonuçta AKP hükümeti, hem Suriye cephesinden hem de Kürtler tarafından sıkışmış, manevra olanağını da büyük oranda yitirmiş durumda. Diğer yandan AKP’nin başta IŞİD olmak üzere radikal dinci gruplara verdiği destek, daha fazla başını ağrıtacağa benziyor. Fransa’daki saldırının ardından dünya kamuoyunda yükselen tepkiler, IŞİD’i yaratan emperyalistleri “günah keçisi” bulmaya ve kurban vermeye zorluyor. Hedefteki ilk isim; Türkiye’dir, AKP hükümetidir, Erdoğan’dır.
ABD ve AB basınında giderek artan AKP karşıtı yazılar ve söylemler, Batılı emperyalistler tarafından AKP’nin kullanım değerinin artık sonuna gelindiğini gösteriyor. AKP ya bu emperyalistlere daha fazla taviz verip süreyi uzatacak, ya da kendine farklı emperyalist partnerler arayacak. Ki Erdoğan’ın Putin’le samimi pozlar vermesi, Rusya ile olan ilişkilerin arttırılması, bu yöndeki çabaların ürünü. Fakat böyle bir “eksen kayması” daha önceki deneyimlerde yaşandığı gibi hiç kolay değildir.
Ayrıca AKP diğer emperyalistlere güven de vermemektedir. Önceki yıllarda Erdoğan’ın “Şangay Beşlisi” olarak adlandırılan Rusya-Çin bloğuna girme önerisi reddedilmişti. Bugün Rusya, içine düştüğü krizden dolayı Türkiye ile ilişkileri arttırmak ve ABD’yi zorlamak isteyebilir. Ancak Suriye politikalarında yüzseksen derece farklı olmaları, bunun zeminini en azından bu aşamada ortadan kaldırmıştır.
Seçimlere doğru yol alınırken, Türkiye’nin dış politikası iflas etmiştir. Bölgedeki gelişmeler, AKP’nin aleyhine işlemektedir. Ama sadece dış faktörler değil, iç faktörler de AKP’nin işinin hiç kolay olmadığını göstermektedir.
AKP üzerine yapışan
“yolsuzluklar”dan kurtulamadı
Bilindiği gibi geçen yıl 17-25 Aralık tarihlerinde başta Erdoğan olmak üzere AKP’li bakanların yolsuzlukları açığa çıkmıştı. Bunun üzerine 4 Bakan istifa etmek zorunda kaldı. Fakat bu Bakanların yargılanması çeşitli biçimlerde engellendi. Mecliste oluşturulan “araştırma komisyonu”nda AKP’li vekillerin oylarıyla “yüce divana gönderilecek delil yok” denildi. En sonu 20 Ocak’ta “yüce divan” için mecliste yapılan oylamada, Bakanlar kendilerini savunma gereği bile duymadılar. Sonradan çok konuşulduğu gibi, Egemen Bağış’ın oy pusulasını atış şekli bile, sonucunun baştan belli olduğunu ilan ediyordu.
Buna rağmen AKP grubundan -en fazla Bağış’a olmak üzere- 60 civarında milletvekili, bu Bakanların yolsuzluktan dolayı “yüce divan”a gönderilmeleri için oy verdiler. Oysa Erdoğan, başından beri 4 Bakan’ın yargılanmasına karşı çıkıyordu. Çünkü böyle bir yargılamanın dönüp mutlaka kendisini bulacağını biliyordu. Oğlu Bilal Erdoğan’la yaptığı “paraları sıfırla” konuşması dahil olmak üzere, o dönemki tapelerin gerçek olduğu kanıtlanmıştı. O yüzden işi sıkı tutmuş, milletvekillerini bizzat kendisi arayarak konuşmuştu. Ayrıca mecliste oylamanın yapılacağı gün, belli başlı gazetelere tam sayfa ilan verdirerek milletvekillerinden mutlak destek istedi. Aksi yönde oy verecek olanlar tehdit edildi. Hatta “hainlik”le suçlandı. Fakat bütün bu baskılara rağmen AKP’nin 50-60 fire vermesi, içteki huzursuzluğu ve yolsuzluğa duyulan tepkilerin yarattığı basıncı gösteriyordu. Diğer yandan tam da oylamanın yapılacağı gün Başbakan Davutoğlu’nun İngiltere’ye gitmesi, yani grubun başında bulunmaması dikkat çekiciydi. Bu tablo, Davutoğlu’nun yolsuzluk konusundaki daha önceki açıklamalarıyla birleşince, içteki çatırdama net biçimde açığa çıktı.
AKP ve özellikle de Erdoğan, meclisteki oylamayla yolsuzluk defterini -en azından şimdilik- kapatmış görünüyor. Fakat ismine yapışmış olan “hırsız” sıfatından kurtulması mümkün değil. Tüm çabalarına rağmen “ayakkabı kutusu” ve “sıfırlama”dan daha popüler bir kavram üretemediler. Bakanlar, kitlelerin içine girmekten çekinir oldu. Birçok yerde Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan’ın rüşvet aldığı 700 bin liralık saate atıfta bulunarak “saat kaç” diye sorulması, huzurlarını kaçırıyordu.
Bunların üzerine bir de milyon dolarlar harcanarak yapılan “Kaç-Ak Saray” bindi. Saray’da su içtikleri bir bardağın fiyatının asgari ücretten fazla olması, bir akşamlık ışıklandırması ile Bayburt’a yetecek elektriğinin harcanması, bir günlük ısınması ile bir şehrin ısınabileceği vb. ortaya çıktıkça, bu zevk-i sefaya tepkiler daha da artıyor. Onbinlerce insanın çöplükten beslendiği, bebeklerin açlıktan ve soğuktan öldüğü bir ülkede bu saltanat, AKP’ye oy verenleri bile rahatsız ediyor. Üstelik bütün bunlar din sömürüsüyle gerçekleşiyor. Halka “öbür dünya”da cenneti vaadedip bu dünyada cehennemi yaşatanlar, kendilerine gelince hep bu dünyada cenneti yaşıyorlar!
Zengin-yoksul arasında büyüyen uçurum, “Kaç-Ak Saray”da somutlaşmış durumda. AKP, ülke tarihinin en büyük yolsuzluğunu gerçekleştiren bir parti olarak, giderek daha fazla teşhir oluyor ve kitlelerin tepkisini çekiyor. O yüzden Davutoğlu, başdanışmanlığa getirdiği Ethem Mahçupyan aracılığıyla yolsuzluklara karşı olduğunu kamuoyuna duyurdu. Ardından Davutoğlu’nun bu Bakanları çağırıp, partiden istifa etmelerini istediği öğrenildi. Ne var ki, sırtını Erdoğan’a dayayan milletvekilleri buna yanaşmadılar.
Davutoğlu, hükümetin kamburu durumunda olan “yolsuzluk”tan sıyrılmak istiyor. O yüzden “şeffaflık yasası” çıkaracakları yönünde bir açıklama da yaptı. Fakat bu girişim de Erdoğan’dan geri döndü. Erdoğan-Davutoğlu çatırdaması, beklenenden hızlı gerçekleşti. Özal döneminin başbakanı Yıldırım Akbulut’a benzeyeceği söylenen Davutoğlu, daha zor durumda. Şimdiden “23 Nisan Başbakanı” denilmeye başlandı. Her zaman yüzüne yapıştırılmış gülen hali, Başbakan olduktan sonra hızla kayboldu. Hatta Erdoğan’ın başkanlık ettiği Bakanlar Kurulu toplantısında somurtuyordu bile.
En açık haliyle yolsuzluklar için yapılan meclis oylamasında ortaya çıkan AKP içindeki çatırdama, seçimlere kadar kendini değişik biçimlerde gösterecektir. Bir yanda Abdullah Gül’ün AKP’ye yeniden gireceği ya da farklı bir parti kurarak böleceği söylentileri; diğer yandan AKP’nin ağır topları Bülent Arınç, Mehmet Ali Şahin gibi isimlerin (üç döneme takılıp yeniden milletvekili seçilemeyecek olmalarının da etkisiyle) Erdoğan’la ters düşme pahasına yaptıkları açıklamalar, AKP içinde kaynayan kazanın yakında taşacağının emareleridir.
Yeniden başkanlık tartışması
Erdoğan, seçimler yaklaşırken yeniden başkanlık tartışmasını başlattı. Daha önceki yıllarda da başkanlık sistemine geçilmesini istediğini belirtmişti. Hatta Demirel döneminden bu yana “başkanlık” ya da “yarı-başkanlık” sistemi tartışmaları sürüyor.
Esasında bu tartışma, ülkenin uzunca bir süredir rejim krizi yaşaması ve egemenlerin arayışlarından kaynaklanıyor. Ancak sistem değişikliği, farklı kliklerin üzerinde uzlaşamadığı bir konu olduğu için, zaman zaman gündeme gelmekle birlikte yaşama geçirilemiyor. Bundan sonrası için de zor görünüyor.
Türkiye gibi burjuvazinin bir blok halinde hareket etmediği, çeşitli kliklerin farklı emperyalistlerle işbirliği yaptığı, emperyalistlerle kurulan ilişkilerde çok fazla karmaşa ve geçişin olduğu ülkelerde, burjuvazinin çıkarlarının örtüştüğü anlar, istisnai ve geçicidir. Özellikle krizin derinleştiği ve emperyalistlerin pazar alanları için savaştığı böylesi dönemlerde, bu çok daha zordur. Burjuvazinin kanatlı yapısı, çok partili, kimi zaman koalisyon hükümetli parlamenter sistemi daha uygun kılmaktadır.
Başkanlık sisteminin daha demokratik olduğu söylevleri ise, demagojiden ibarettir. Dünyada başkanlık sistemini uygulayan 50’ye yakın devletin ezici çoğunluğu, yoksul Afrika ülkeleri ya da “Amerikan sömürgesi” durumundaki Güney Amerika ülkeleridir ki, bu ülkeler gerçekte “başkanlık” ile değil, “diktatörlük”le yönetilmektedir. “Batılı demokrasiler” içinde, başkanlık ya da yarı başkanlık sistemiyle yönetilenlerin sayısı, bir elin parmaklarını geçmez. Bunların içinde yarı-başkanlık sistemiyle yönetilen Fransa, Cezayir’in bağımsızlık savaşı sırasında diktatörlük yönetimine ihtiyaç duyduğu için bu sisteme geçiş yapmıştır.
Başkanlık sisteminin demokrasi değil, daha fazla diktatörlük getireceği dünyadaki örneklerden bellidir. Ve tabi bunun Erdoğan tarafından isteniyor olması bile, önemli bir kanıttır. Erdoğan’ın istediği “başkanlık” sözü edilen ülkelerden de farklı, “kendi şahsına münhasır” bir başkanlıktır. “Benimle gelen, benimle gidecek” diye tarif ettiği sistem, her tür denetimden muaf, devletin her kurumunun ona bağlı çalıştığı, o ne derse kanun olacağı “tek adam” sistemidir. Böyle bir sisteme bırakalım diğer burjuva kliklerini, AKP içinden bile aykırı sesler yükselmiştir. Davutoğlu örtük biçimde, Arınç ve M.Ali Şahin ise daha açıktan başkanlık sistemine karşı olduklarını belirtmiştir.
Erdoğan, yaptırdığı “Kaç-Ak” sarayla, 16 Türk devletini simgelediği söylenen askeri kıyafetler giydirilmiş kişilerin arasından geçerek misafir devlet adamlarını karşılama mizansenleriyle, padişah özentisine çoktan girmiş bulunuyor. Tarihte yıkılmaya yüz tutmuş yönetimlerin böylesi zıvanadan çıkmış davranışları çokça görülmüştür. Çarlık Rusyası’ndaki Rasputin vakasından, Osmanlı’nın son dönemindeki padişahlara kadar, saraylarda paranoyak kişilerin baştacı edildiği bilinmektedir. Bunlar çürümenin ve yaklaşmakta olan sonun belirtileridir.
Muhalefet ne durumda
Hükümet cephesinden durum böyleyken, başta anamuhalefet partisi CHP olmak üzere muhalif partilerin seçim hazırlıklarına baktığımızda, HDP dışında ciddi bir atak görülmüyor.
CHP, gerek yerel seçimlerde, gerekse cumhurbaşkanlığı seçiminde “sağ”dan adaylar gösterdiği için tabandan büyük tepki almıştı. Özellikle Ekmelettin İhsanoğlu’nun adaylığı, önemli bir oy kaybına neden oldu. CHP’nin Cemaat ile işbirliğine girmesi, “sağ”dan adaylar göstererek “sağ”ı vurma politikası iflas etmiş durumda. Adeta “Dimyat’a prince giderken evdeki bulgurdan olma” durumu yaşanıyor. CHP, başta Aleviler olmak üzere önemli bir tabanını yitirdi. HDP’nin atağı ile daha da telaşlanmış durumdalar. Yeniden “sol” söylemlere dönme, “sol”dan adaylar gösterme gerekliliği üzerinde duruluyor. Yunanistan’da Sriza’nın seçimleri alması da, “sol”dan esen rüzgarları güçlendiriyor. Öyle ki, Kılıçdaroğlu AKP’nin artan saldırılarının ardından “halkın direnme hakkı” olduğunu söylemeye başladı. AKP’den büyük bir tepki ile karşılaşan bu açıklama, “HDP’nin 6-8 Ekim olaylarını başlatması” benzetmelerine yol açtı. Kılıçdaroğlu bu sert uyarılar karşısında suskunluğa gömüldü, fakat CHP tabanında bu çağrı memnuniyetle karşılandı.
CHP gibi bir partinin kitleyi sokağa çağırması, “halkın direnme hakkı”ndan sözetmesi, önemli bir gelişmedir. Her ne kadar bu sözün arkasında duramamış ve gereğini ne kadar yapacağı şüpheli olsa da, tabanları tarafından zorlandığının göstergesidir. Nitekim artık birçok toplumsal olayda, direnişlerde, CHP’li milletvekilleri boy göstermektedir. CHP’nin bu seçimlerde milletvekili adaylarını “ön seçim” ile belirleyeceğini duyurması da, parti tabanındaki hoşnutsuzluğu giderme çabasıdır. Bütün bu çabalara rağmen CHP’nin oylarını arttırması pek mümkün görünmemektedir.
Meclisteki ikinci muhalefet partisi MHP ise, başta BBP olmak üzere kendi dışındaki irili-ufaklı faşist ve gerici partileri kendi çatısı altında toplamaya çalışıyor. Uzun süredir varolan “merkez sağ” boşluğunu bu şekilde doldurma gayreti içinde. Bunda ne kadar başarılı olurlar bilinmez. Ancak milliyetçi oyları AKP’ye kaptırmamak için bir “çekim merkezi” yaratmayı amaçladıkları görülmektedir.
Elbette bu seçimlerin en çok konuşulan partisi HDP’dir. HDP’nin parti olarak seçimlere girme kararı, başta yüzde 10 barajı olmak üzere birçok konuyu tartışmaya açtı. HDP’siz bir meclisin hem meşruiyeti sorgulanacak, hem de Kürt bölgesinin fiilen özerk yapıya geçişi hızlanacaktır. Bu durum, sadece AKP’yi değil, rejimi de sıkıntıya sokacaktır.
AKP “kırk katır mı kırk satır mı” seçeneği ile karşı karşıya. HDP’nin barajı aşması, kendi milletvekili sayısını azaltacaktır, ama aşamaması durumunda yaşanacak olanların faturası, -barajı düşürmediği için- en başta AKP’ye kesilecektir.
Halen AKP’nin seçim öncesi bir manevra ile yüzde 10 barajını yüzde 7’ye düşürme ihtimali vardır. Elbette bir ihtimal de HDP’nin parti olarak seçimlere girme kararından döndürülmesidir. Ama gelinen noktada bu artık çok zayıftır ve HDP’ye kaybettirir.
Kürt hareketi, Kobane’de elde edilen başarının özgüveni ile hareket ediyor. Sriza’nın rüzgarı da CHP’den çok HDP’ye yarayacak görünüyor. HDP’nin CHP ile mesafeleri açılan Alevi kesimini kazanmak için, Alevi örgütleriyle görüşüp belli sayıda milletvekili sözü verdikleri söylenmektedir. Keza ÖDP’ye de milletvekili vererek desteğini alması, şaşırtıcı olmaz.
HDP, CHP’nin boşalttığı alanı doldurmaya çalışmakta, daha fazla işçi-emekçi vurgusu yapmaya özen göstermektedir. Ancak metal grevinin ertelenmesinde olduğu gibi, grev kararının arkasında duramayan sendikayı da kutlamak gibi gafları da yapmaktadır.
Rüzgarın HDP’den yana estiği açıktır. Barajı aşsa da aşmasa da HDP bu seçimlerden en kazançlı çıkan parti olacaktır.
Çözüm sandıkta değil
Seçimler yaklaşırken anket şirketleri de hummalı bir şekilde çalışıyor. Anketler, kitlenin nabzını ölçmenin ötesinde, kitleye yön veren kurumlar haline geldi. Son anketlerde AKP’nin düşüşe geçtiği söyleniyor. Belli ki, tek başına AKP hükümeti yerine, “koalisyon” tercihi öne çıkıyor. Ama AKP’nin seçim hilelerinde ne kadar ustalaştığı da sır değil.
Elbette kitlelerin sandığa güveninin kalmaması ve seçimlerden uzaklaşması, hiç istemeyecekleri bir durumdur. HDP’nin parti olarak girmesi, seçimlere katılımı arttıracak en önemli faktördür. Oysa HDP bugüne dek 30 civarında milletvekili ile mecliste yeraldı, fakat en kritik noktalarda AKP’ye destek verdi. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı yeminini, Demirtaş’ın ayakta alkışladığı görüntüler uzak değil. Keza daha geçtiğimiz günlerde -hem de mecliste yolsuzluk oylaması yapılırken- S. Süreyya Önder’in AKP’li Bakanlarla samimi pozları basında yer aldı. “Çözüm süreci”ni sekteye uğratmamak adına kimbilir kaç kez AKP’ye koltuk değneği oldular. Zaten Öcalan dahil PKK yöneticileri de seçimleri AKP’ye kendilerinin kazandırdığını itiraf ediyorlar.
HDP barajı aşıp 50-60 milletvekili ile meclise girse, değişen bir şey olacak mı? Hayır! AKP ya da CHP ile koalisyon ortağı bile olabilir. Sistem değişmediği sürece, sömürü ve soygun politikaları en fazla biraz cilalanarak, biraz inceltilerek devam edecektir. Daha önce Latin Amerika ülkelerinde işbaşına gelen “sol”, “sosyalist” partiler, varolan durumu ne kadar değiştirdilerse, bugün Sriza’nın, yarın HDP’nin de yapacağı o kadardır.
Parlamentoda çoğunluğu elde ederek düzeni değiştirmenin mümkün olmadığı defalarca kanıtlandı. O yüzden komünistler ve gerçek devrimciler, kurtuluşun sandıkta olmadığını ısrarla söylemeye devam ediyorlar. Parlamentodan yararlanmak ile parlamentoyu çözüm yeri görmek ve göstermek arasında çok büyük farklar vardır. Reformist partilerin yaptıkları ikincisidir. Zaten parlamentoya girdiklerinde de ne yaptıkları çok açık ortadadır. Onların burjuva partilerden tek farkı, kullandıkları argümanlardır. Sol söylemlerle kitleleri düzene ve onun kurumlarına daha fazla bağlama görevini yerine getirirler.
Kitleler kendi deneyimleriyle seçimlerin çare olmadığını görüyor. Fakat önderlik boşluğundan dolayı devrime yönelemiyor. Burjuvazi de bir yandan komünist ve devrimciler üzerindeki terörü arttırıyor, bir yandan da sol tandanslı partileri “umut” olarak göstererek, kitlelerin kopuşunu önlemeye çalışılıyor. Yunanistan bunun son örneğidir.
Ama ne yaparlarsa yapsınlar bu sömürü düzenini sonsuza dek ayakta tutamamazlar. Ne “güvenlik paketleri”, ne yaydıkları parlamenter umutlar, sonlarını durdurabilir. İşçi ve emekçiler bir gün mutlaka bu oyuna son verecek, kendi iktidarını kuracaktır. Bize düşen, her koşul altında gerçekleri söylemek ve bu süreci hızlandırmaktır.