“Eğer çivi yapılmış olsaydı bu adamlardan
Daha sağlamı bulunmazdı onlardan.”
Nerede boşluk varsa, orayı doldurmakta tereddüt etmeyenlerdendi Mehmet Ali. Öylesine çok yönlü, öylesine çalışkandı ki, Adana’da boşluk oluştuğunda ısmail’in aklına ilk onun gelmesi boşuna değildi. “Kaçmalarla, göçmelerle tozarken Avrupa yolları”, Adana il komitesine koşar adımlarla gitti Mehmet Ali.
Sefaköy Direnişi’nde, Aslan Tel yoldaşı ile birlikte İsmail’in önüne geçip bedenini siper eden, bir eylem hazırlığı için İstanbul’a çağrılan Mehmet Ali’den başkası değildi. İsmail Cüneyt, ateş açarak çemberi yarıp çıkarken, iki yoldaş bu granitten kaleyi zaptederek şehit düştüler.
İsmail’in komutasındaki Sefaköy direnişi, üç işkencecinin de ölmesiyle sonuçlanmıştı. Hem de faşist generallerin meydanlarda “ezdik-biçtik” diye nutuk attıkları bir dönemde, 1983 yılının Mart ayında… Baharda toprağa düşen tohum oldular…
Bir yıl kadar sonra, bir tesadüf sonucu İsmail Cüneyt’i bulduklarında, aynı gece “gözaltında kaybettiler.” Kurşuna dizmişlerdi hunharca…
İsmail Cüneyt, Mehmet Ali Doğan ve Aslan Tel’den oluşan ihtilalci komünist müfreze, Sefaköy’deki evi, granitten bir kaleye dönüştürdüler. Tıpkı 12 Eylül’ün ilk günlerinde Osman Yaşar Yoldaşcan’ın çatışarak girdiği Bağcılar’daki inşaatı çevirdiği gibi…
12 Eylül’ün yukarıdan aşağıya hakimiyetini tamamen kurduğu, devrimin yenilgisinin kesinleştiği ve yaprağın dahi kımıldamadığı o günlerde, yine bir avuç kır çiçeği, “dövüşenler de var bu havalarda” dedi ve Sefaköy’le sarstı bu kez ülkeyi. Sefaköy, faşist cuntaya karşı direnişin bitmediğini, ihtilalci komünistlerin mücadeleyi kesintisiz sürdürdüklerini gösterdi. Şairin dediği gibi “çivilerin baladı”nı sundular. Her biri birer çivi gibiydiler. Yoldaşcan’ın 12 Eylül geldiğinde söylediği gibi “çivi çiviyi söker”di. Öyle de oldu.