Yakın zaman önce IMF ve Dünya Bankası küresel büyüme tahminlerini açıkladı. Tahminler beklentilerin altındaydı. Dünya Bankası, Haziran ayında yüzde 3.4 olarak açıkladığı 2015 küresel ekonomik büyüme öngörüsünü, yüzde 3’e çekti. Aynı şekilde Uluslararası Para Fonu (IMF), 2015 yılı için büyüme tahminini, yüzde 0.3 aşağıya çekerek yüzde 3.5 düzeyine indirdi. Üstüne üstük ekonomideki bu küçülme, “petrol fiyatlarının düşüşüne” rağmen gerçekleşmişti. Bizi ilgilendiren ise, ekonomik kriz anlamına gelen bu tablo karşısında işçi sınıfının durumudur.
Kapitalizm krizlerden beslenen ve krizler yaratan bir sistemdir. Yani dünya ekonomisinin büyümesi ya da küçülmesi bu bakış açısıyla okunmalı. Öncelikle şunu söyleyebiliriz; ekonominin küçülmesi en olumsuz şekilde emekçileri etkileyeceği gibi, büyümesi de bir o kadar emekçiye fayda sağlamayacaktır.
Ekonomi büyürken emekçilerin durumu nispi olarak iyileşir ama aynı zamanda mutlak olarak kötüleşir. Sermaye sahibi karına kar katarken, emekçi kırıntılarla yetinmek zorunda kalır.
Daha açık anlatmak gerekirse; ekonominin büyümesi, toplamda mal ve hizmet üretiminin artması, yani üretilen değerin artması demektir. Üretilen değerin artması, işçi ve emekçilerin yaşam koşullarına da yansımakta, onun payına düşen kırıntıları artırmaktadır elbette; ancak bu görece bir artıştır. Gerçekte, üretilen değerden, işçi ve emekçilerin payına düşen bölümün oranı azalmıştır. Diğer taraftan, burjuvazinin bu değerden aldığı pay oranı artmıştır. Yani işçiler, ekonomi büyürken görünürde daha iyi yaşam koşullarına kavuşurken, gerçekte, dünyanın toplam zenginliğinden aldıkları pay oranı düşmüştür. Ancak görünüş öylesine aldatıcıdır ki, işçiler ekonomi büyürken kendilerinin de zenginleştiğini sanırlar. Zaten burjuva propagandası hep bu yönde yapılır.
Üstelik diğer boyutları da vardır; sermaye büyüdükçe ve teknoloji geliştikçe işçiler işinden olurlar. Makineleşmenin artması içerideki emeğin verimliliğini de arttırır. Bu da, üretimin hızlanması ve sömürünün artması demektir.
Dünya Bankası ve IMF’nin ikiyüzlülüğü
Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların raporlarında “bölüşüm”e yer vermediklerini görürüz. Bunu en iyi şekilde anlamak için bu örgütlerin kuruluşuna gitmek gerekir. İkinci emperyalist savaş devam ederken, Amerika’da 1942 yılında ‘Dışİşler Komisyonu’ adlı gizli bir komisyon kuruluyor. Bu komisyonun içinde ABD başkanından, tekelci burjuvaziye kadar birçok kişi var. Konuşulan konu ise “komünizm tehdidi!” “Çevresel ekonomileri komünizmden kurtarmak!” mecburiyetinde hisseden bu komisyon, Türkiye’nin de içinde olduğu ülkelere askeri yardım kararı alıyor.
1944’te IMF ve Dünya Bankası bu komisyonun uzantısı olarak kuruluyor. Dünya Bankası çevre ülkelere proje vererek ekonomilerini canlandırmaya çalışıyor. Böylelikle bu ekonomileri “komünizm tehlikesi”nden de uzaklaştırmış oluyorlar. IMF ise başlangıçta ileri kapitalist ülkeler için kuruluyor. Çünkü kapitalizmin geliştiği bu ülkelerin ekonomileri de ithalat ve ihracatlarında açıklar veriyor. Artık SB önderliğindeki sosyalist kampın var oluşu, emperyalist-kapitalist ülkeleri birlikte harekete zorluyor. Borçlanma üzerine kurulu sistem, daha sonraları geç kapitalistleşen ülkeleri de kendilerine bağımlı hale getiriyor. Bu ülkelere kendi politikalarını empoze ediyorlar. Bağımlı hale geldikleri ve geri bırakıldıkları anlaşılmasın diye de her türlü kamufle yöntemi kullanıyorlar. Böyle bir sistemden, elbette bölüşümde “adalet” beklenemez. Ama daha önemlisi, “artı-değer” sömürüsü varolduğu sürece, yani kapitalizm koşullarında zengin-yoksul arasındaki uçurumun kapanması bir yana giderek açılması kaçınılmazdır. Yaşanan gerçeklik de budur. Fakat bu gerçeklik, burjuva iktisatçılar tarafından kamufle edilmekte, çarpıtılmaktadır.
Örneğin ikinci emperyalist savaşın bitimine baktığımızda, ‘sosyal devlet’ olarak adlandırılan aldatıcı bir uygulamayı görürüz. Bu sistemin uygulanmak zorunda kalınmasının sebebi de komünizm korkusudur. Sosyalist kampta yer alan ülkelerde kitlelerin yaşadığı refah koşulları, emperyalist-kapitalist ülkelerde yaşayan kitlelerde önemli bir çekim oluşturuyor ve sosyalizme duyulan ilgiyi arttırıyordu. Bu durum kapitalist dünya için çok ürkütücüydü. Asıl neden bu olmakla beraber, sosyal devlet o dönemin savaş sonrası yeni ekonomik koşullarına göre şekillendi. Bir taraftan bu ülkelerdeki kitle hareketlerinin ulaştığı düzey, diğer taraftan bu ülkelerdeki ekonomik refahın getirdiği koşullar, sosyal devlet uygulamalarını mümkün kılmıştı. Ancak sosyal devlette de emekçiler fazla bir şey kazanamadılar.
Kapitalizmde krizler süreklidir
Kapitalizmin sürekli kriz yaratarak bu krizleri kronikleştirmesi, kendini 2008 krizinde de gösterdi. 1929 büyük bunalımından ders alan kapitalist sistem, dünyayı bir anda paraya boğdu, devletler özel şirketlerin borçlarını üstlenerek tekellerin iflaslarını önledi ve krizi yayarak ötelemiş oldu. Piyasaya para sürmek, krizi önlemiyor; sadece yayarak öteliyor. Çünkü kapitalist krizler mekanik bir olay değil, organiktir ve sistemin işleyişinden kaynaklanmaktadır.
Kapitalizmin krizlerini daha iyi anlamak için krizlere daha derinlemesine bakmak gerekir. Örneğin 2008 krizini ele alırsak, bu krizin aslında 2008’de başlamadığını, temelinin 1970’lere kadar uzandığını görürüz.
Peki 1970’lerde olan bir şey nasıl 2008’e taşınabiliyor? Çünkü kesintisiz ve sürekli derinleşen bir kriz olarak yaşanmıyor. Emperyalist sistem, çeşitli yöntemleri devreye sokarak, krizin etkilerini azaltabiliyor, krizi geriletebiliyor, birkaç yıl zaman kazanıyor.
Kimi zaman emperyalist sermayenin yeni pazar alanlarına açılması, krizi öteleyen bir rol oynuyor. ‘80’lerden itibaren, Türkiye gibi birçok ülkede hızlı bir kapitalistleşme yaşandı; bu süreç, emperyalistlerin hem meta ihracını, hem de sermaye ihracını güçlendirdi. ’90’lı yıllarda ise revizyonist kampın dağılması, SB’nin parçalanması ve etki gücünün zayıflaması, dünyayı bir Amerikan pazarına dönüştürmüştü.
Kimi zaman teknolojideki bir gelişme, pazarın derinleşmesine neden oluyor. Yine ’90’ların başından itibaren önce bilgisayarların, arkasından internet ve cep telefonlarının üretilmesi, kapitalizmin krizini öteleyen bir rol oynamıştı. Bu koşullarda ‘70’lerden bu yana, kronik kriz koşulları geçerli iken, birkaç yıllık süreler halinde devrevi krizler, canlanma ve çöküşler kendini göstermeye devam ediyor. 2008’e geldiğimizde ise, sistemin tıkanma noktası ABD’de ortaya çıkıyor; 2009’da tüm dünyayı sarıyor.
Bu kriz, emperyalist-kapitalist sistemin krizidir ve yapısaldır. Krizin ABD’de patlak vermesi, yine sistemin doğasıyla ilgilidir. ABD’nin dünya üzerindeki pazar alanlarını kaybediyor ve yeni pazar alanları yaratamıyor oluşu, üretim gücünün ve kalitesinin (bilişim, silahlanma ve kısmen tarım sektörleri dışında) Çin gibi başka emperyalist ülkelerin üretim gücü ve kalitesi karşısında düşüş yaşaması, teknolojik atılım ile pazarı derinleştirmeyi başaracak yeni gelişmeler kaydedememesi gibi unsurlar, krizin öncelikle ABD’de başlamasının temel sebebidir.
Ancak kapitalizm, kitleleri kandırmak için sürekli demagojiler üretir. Özellikle sömürünün ve krizlerin kaynağının görülmesini engellemeye çalışır. Çünkü krizlerin kaynağında, artı-değer sömürüsü vardır; dünyadaki zenginliklerin bir avuç burjuva tarafından gaspedilmesi vardır; insanın insan tarafından sömürüsü vardır. Ve kitleler bunu gördüklerinde, tepkileri ve öfkeleri sisteme yönelecektir. Bundan korktukları için kamuflaj yöntemlerini sürekli kullanırlar.
‘Sosyal devlet’ dedikleri şey de aslında kapitalizmin devamı için aldatıcı bir mücadele yöntemiydi. Bugüne baktığımızda petrol fiyatlarının düşmesini de bu şekilde açıklayabiliriz. Petrol fiyatlarının düşmesi bir yandan bir türlü aşılamayan krizin şiddetlenmesini bir süre daha öteledi. Bir yandan da Amerika’ya en çok sorun çıkaran ülkelerden biri olan Rusya’ya karşı silah olarak kullanıldı. Çünkü Rusya büyük bir petrol üreticisiydi. Ancak bu durum, yarın ABD’nin karşısına farklı sorunlar çıkaracaktır. Mesela ABD’nin en büyük rakibi olan Çin, petrol fiyatlarının düşük olmasından en fazla faydalanan ülkeler arasındadır.
Kapitalizmde ekonomiler sürekli büyür ve küçülür. Krizler kapitalizmin doğal bir parçasıdır. Önemli olan bu krizlerin kimi çökerttiği ya da kimi kalkındırdığıdır. Ve gerçekte krizler, tabiatı gereği en çok emekçileri etkiler.
Kapitalist ekonominin “büyümek” diye bir sorunu var. Fakat bu, emekçinin derdi değil, sermayenin sorunudur. Çünkü “büyümek” sadece sermayenin payını arttırır, kapitalizmi krize sürükler. Ekonomisi “çok büyük” olan Amerika’da nüfusun sadece yüzde 1’lik kesimi servetin yüzde 48’ine, yani neredeyse yarısına sahiptir!
Dünyanın neresinde olursak olalım, emperyalist-kapitalist sistem içinde emekçiler hep sömürülür, değişen sadece sömürünün şeklidir. Bu nedenle, gerçek ekonomik refahı, kitlelerin yaşam koşullarının iyileşmesini istiyorsak, mücadelenin hedefine emperyalist-kapitalist sistem çakılmalıdır.