Geçtiğimiz Nisan ayının ortalarında, Akkuyu Nükleer Güç Santralı’nın temeli atıldı.
1970’lerden bu yana planlanan, birçok defa ihaleye çıkartılan, ancak kitle tepkisi nedeniyle bir türlü yaşama geçmeyen nükleer santral projesi, Nisan ayında başlatıldı. Rus Rosatom şirketi, Türkiye’de kurduğu Akkuyu Nükleer AŞ adındaki şirket üzerinden, 20 milyar dolarlık santralin inşaatına başladı.
Bugüne kadar yapılmasını engellemiş olan büyük protesto gösterilerine; çevreye, doğaya ve insana vereceği zararları ortaya koyan sayısız araştırmaya; geçmişte nükleer santral kazalarında ortaya çıkan vahşet tablosuna rağmen… Üstelik nükleer santral için “olumlu” görüş bildiren ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) raporunun sahte imzalarla hazırlanması nedeniyle açılmış davalara rağmen… Nükleer santral kurulacak bölgenin, deprem, hava akımları, rüzgar, nem, coğrafi yapı, nüfus yapısı, toprağın kullanım amaçları gibi birçok konuda ciddi araştırmalara tabi tutulması gerektiği halde, bunların hiçbiri yapılmadan…
Nükleer santrali kurma konusunda burjuvazinin ısrarı ve beklentileri öylesine yüksekti ki, bilimsel araştırmalardan kitle tepkisine kadar pekçok unsuru bir kenara fırlatarak, santralin yapımına başlandı.
Yalanlar, demagojiler
Devlet erkanı büyük bir gösteriye dönüştürdü, nükleer santralin yapımının başlamasını. Ve yalanların, demagojilerin bini bir paraya ortaya serildi.
Kurulacak nükleer santralin “milli” olacağı iddia edildi mesela. Oysa, santrali Rus Rosatom şirketi inşa ediyordu. Devlet Akkuyu inşa alanını bedelsiz olarak Rosatom’a teslim etmişti. Rosatom şirketi, Türkiye’deki yasalar nedeniyle Akkuyu Nükleer AŞ adında bir şirket kurmuş; gerçekte Rus sermayesini temsil eden, görünürde Türk olan bu şirket üzerinden inşaata başlamıştı. Santralin yüzde 51 hissesini her koşulda elinde tutacak, santralin nasıl yapılacağından nasıl işletileceğine, atık imhasının nasıl gerçekleşeceğinden, işe alınacak personelin seçimine kadar, santrale ait her kararı kendi başına alacak. Yani devletin parasıyla televizyonlarda yayınlanan abartılı reklamı bir kenara bırakırsak, ortada “milli” olan bir şey yok!
Projede “milli” olan tek şey, AKP dönemi inşaat rantiyeri olarak birden zenginleşen, her önemli projede adını duyduğumuz, Cengiz İnşaat! Ve sahibi, halka küfretmesiyle kitlelerin bilincine kazınan Mehmet Cengiz! Santralin “deniz hidroteknik yapılarının anahtar teslimi projelendirilmesi ve inşası” ihalesini, yani deniz suyu kullanılarak santralin soğutulması işlemini yapacak olan sistemi, yaşam ve doğa düşmanı projeleriyle bilinen Cengiz İnşaat aldı.
Ve en önemlisi; milli olduğu iddia edilen “Türkiye’nin ilk nükleer santrali”, Türkiye’nin değildi. Akkuyu, bir devletin sınırları içinde, başka bir devlete ait olan ilk ve tek santral! Dünyada başka hiçbir ülke, kendi topraklarında inşa edilen bir nükleer santral konusunda, söz hakkından bu kadar yoksun bir anlaşmaya imza atmamış.
Santralin bölgeye istihdam sağlayacağı iddia edildi mesela. Oysa, santralin inşası ve çalışması sürecinde, burada istihdam edilecek 2 bin 500’den fazla personelin tamamı Rusya’dan gelecek. Santralde görev alacak 200 civarında Türkiyeli personelin ise, önce Rusya’ya eğitime gönderileceği, ardından santralde çalıştırılacağı açıklandı. Yani bölgeye istihdam sağlaması diye bir şey de sözkonusu değil.
Santral sayesine Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 7’sinin karşılanacağı ve bunun yaşamsal önemde olduğu söylendi mesela. Oysa, Türkiye’de kullanılan toplam enerjinin yüzde 17’si, enerji aktarım hatlarının bakımsız olması nedeniyle aktarım sırasında kayboluyor. Elektrik faturalarımızda “kayıp-kaçak bedeli” içinde parası bize ödetilen bu kayıpları engellemek son derece kolay. Nükleer santralin maliyeti olan 20 milyar dolarla kıyaslanmayacak kadar küçük bir meblağ kullanılarak, enerji aktarım hatlarının bakımı yapılıp, ülkenin kullanacağı enerjiyi yüzde 17 artırmak, çok daha mantıklı ve ekonomik bir adım olurdu.
Santralde üretilecek elektriğin daha ekonomik olduğu söyleniyor mesela. Oysa Türkiye, Rus şirkete, kWh başına 12.35 dolardan satınalma güvencesi veriyor; ki doların sürekli yükselmekte olduğu koşullarda, bu son derece büyük bir maliyet anlamına geliyor. Keza, Rusya’ya ait Akkuyu Nükleer AŞ herhangi bir nedenle çekilmek zorunda kaldığında (mesela kitle hareketinin gücü nedeniyle santral inşaatı yarım kalırsa), ya da “iflas ettim” dediğinde, her türlü zararı Türk devleti karşılamak zorunda kalacak.
Bir başka demagoji, kurulacak santralin çok güvenli olduğu üzerinden yürütülüyor. Oysa, hem Akkuyu’da nükleer santral inşa eden Rusya, hem de Sinop’da nükleer inşaatına başlaması planlanan Japonya, dünyanın en önemli iki nükleer santral kazasını kendi topraklarında yaşamış ülkeler. Kendi topraklarında güvenliği sağlayamayanlar, başka ülkelerde bu özeni neden göstersin?
Nükleerin enerjide bağımlılığı azaltacağı da bir başka demagoji malzemesi olarak sürekli tekrarlanıyor. Oysa gıdada bile artık dışarıya bağımlı olan Türkiye’nin, sadece enerjide bağımsızlık elde etmesi gibi bir durum sözkonusu olamaz. Üstelik, nükleer santralin sahipliği ve üretimi Türkiye’ye ait olsa bile, üretim için kullanılacak olan uranyumun temini yine bir emperyalizme bağımlılık unsurudur. Bütün dünyada 19 uranyum üreticisi tekel, bütün üretimin yüzde 90’ını elinde tutmaktadır. Uranyumun bu emperyalist tekellerin elinde olması, nükleer enerji üretiminde de tam bir bağımlılık anlamına gelmektedir.
Kaldı ki, Akkuyu’da kurulacak olan nükleer reaktörün yeni bir model olduğu (WWER-1200 tipi), dünyada başka hiçbir santralde kullanılmadığı ve diğerlerinden daha yüksek oranda radyoaktivite içerdiği biliniyor. Yani Türkiye toprakları, yeni bir modelde kobay olarak kullanılıyor.
Akkuyu gibi, fay hattının üzerinde bulunan ve deprem riski yüksek bir bölgede nükleer santral kurulması, sonuçlarını daha da ağırlaştırıyor.
Nükleer enerji, savaş içindir
Nükleer enerji kullanarak daha ucuz, daha ekonomik, daha güvenli, daha kolay enerji elde etme ihtimali yoktur. Çevreyi ve doğayı sürekli olarak tahrip eden, deniz suyunu kirleten, nükleer atıkları yüzbinlerce yıl boyunca çevreye radyasyon yaymaya devam eden, kaza riski çok yüksek olan bir teknolojidir nükleer enerji.
Çernobil ve Fukuşima’daki kazaların sonuçları ortadadır. Çernobil’den yükselen gaz bulutları, Türkiye dahil olmak üzere çevre ülkelere radyasyon yağdırmış, onyıllar boyunca sakat-organları olmayan ya da fazla olan bebekler doğmuş, kitlesel kanser vakaları katliam gibi can almıştır. Fukuşima’nın ardından, radyasyonun okyanusu aşarak Kanada’ya ve ABD’ye uzandığı tespit edilmiştir. Önümüzdeki yıllarda, bunun etkileri giderek artan oranda görülecektir.
Kesin olan şudur: Nükleer santraller güvenli değildir, kaza yapması ihtimali çok yüksektir.
Üstelik nükleer santrallerin atıkları, santralin kendisi kadar önemli ve tehlikeli bir konudur. Bir nükleer santral, yılda 60 metreküp radyoaktif atık bırakıyor. Bunun bertaraf edilmesi en az 38 milyon dolara mal oluyor. Nükleer atığın zararlı etkisi 293 bin yıl sürüyor. Örneğin, nükleer atık içinde bulunan Plütonyum’un gücünün yüzde 100’den yüzde 99’a düşmesi için 24 bin 400 yıl geçmesi gerekiyor. Bu tehlikenin tümden bitmesi için gereken süre ise 292 bin 800 yıl.
Bütün bir insanlık tarihi düşünüldüğünde, 20-40 yıllık ömrü olan nükleer santraller, yüzbinlerce yıl etrafa zehir saçan atıklar oluşturuyor.
Nükleer atıkların tehlikesi, sadece ülkede çalışan santrallerin bıraktığı nükleer atıklarla sınırlı da değildir. Emperyalist ülkelerin ellerinde büyük miktarlarda nükleer atık birikmiş durumda. Bütün dünyada faaliyet halinde olan 443 nükleer santral, yılda 12 bin ton nükleer atık bırakıyor. Nükleer atıkların depolama masraflarından kurtulmak isteyen emperyalist ülkeler, bunları yarı-sömürge ülkelere doğru aktarmanın yollarını arıyorlar.
Nükleer santraller konusunda ortaya çıkan bu tablo, kitlelerin tepkisini artırmakta, bu tepkiyi göğüsleyemeyen emperyalist ülkeler, kendi topraklarında bulunan nükleer santrallerin sayısını giderek azaltmaktadır. Japonya Fukuşima nükleer santralinin patlamasının ardından, topraklarındaki santrallerin büyük kısmını kapattı. Almanya 7 santrali kapattı; 2022 yılı sonuna kadar nükleer enerjiden tümüyle vazgeçme kararı aldı. İtalya, nükleer santral kurulması konusunda referandum gerçekleştirdi ve halkın yüzde 95’inin oyu “hayır” oldu. İsviçre, 203 yılına kadar nükleer santrallerini kapatacağını açıkladı.
Ancak bu, emperyalistlerin nükleer enerjiden vazgeçtikleri anlamına gelmiyor. Tersine, nükleer enerji kullanımını giderek artırmaktadırlar. Ama artık, kendilerine bağımlı ülkeleri daha etkin kullanarak yapıyorlar bunu.
Zaten Kuveyt, İran, Türkiye, Hindistan, Bulgaristan gibi ülkelerin, kendi topraklarında nükleer santral kurmaları için emperyalistlerden yardım istemesi de bu yönelimin bir parçasıdır.
Rusya’nın, tümüyle kendi kontrolünde ve inisiyatifinde bir santrali Türkiye topraklarına inşa etmesi ise bunun çarpıcı örneğidir.
Çünkü nükleer santrallerin öncelikli görevi elektrik üretmek değil, nükleer silahlanmaya hizmet etmek, onun altyapısını oluşturmaktır. Üstelik nükleer silah üretimi, sadece en üst askeri teknolojiden ve nükleer bombalardan ibaret değildir. Mesela ABD’nin Bosna’da ve Irak’ta kullandığı, “seyreltilmiş uranyum” adı verilen silah, tamamen “sivil” amaçlarla kurulmuş olan nükleer tesislerde üretiliyor. Ve dünyada birçok ülke, tahrip gücü en etkili silah olan nükleer teknolojiyi elde edebilmek için emperyalistlerin icazetine sığınıyor.
* * *
Emperyalist tekeller, kendisi için en karlı olan alana yönelir. Ve bunu yaparken, doğayı ve yaşamı ne kadar yok ettiğini ne kadar büyük felaketler yarattığını umursamaz. HES’lerden nükleer santrallere kadar, petrol ve doğalgazdan kömür madenlerine kadar her alanda müthiş bir doğa katliamı gerçekleştiriyor, insan yaşamını hiçe sayıyorlar.
Oysa rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmak, enerjiye çok daha ekonomik ve güvenli biçimde ulaşmayı sağlayacaktır. Doğaya ve insana saygılı bir toplumsal sistemde, çok daha etkili ve güvenli yollar bulunabilir.
Emperyalist sistemde ise, doğaya ve insana saygı sözkonusu bile olamaz. Sistem doğayı ve insanı sonuna kadar sömürmek üzerine kuruludur. Bunu durduracak tek şey ise, her adımda ona karşı mücadeleyi yükseltmektir. Burjuvazinin 1970’lerden bu yana hayallerini süsleyen nükleer enerjiyi birçok defa gündeme getirmesine rağmen hayata geçirmeyi başaramamasının nedeni, ona karşı verilen mücadeledir.