Son dönemde yapılan tüm araştırmalar, anket sonuçları ve “sokak” değerlendirmeleri, aynı noktaya varıyor: AKP güç kaybediyor! AKP’nin tek başına hükümet kurması ihtimali giderek azalıyor! 2002 yılından bugüne, 13 yıldır sürdürülen “saltanat”ın sonu göründü!
Elbette bu değerlendirmeler, somut bir gerçekliği yansıtıyor. Ve bu sonuçlara bağlı olarak, başta AKP olmak üzere, her kesim kendi hazırlığını yapıyor.
AKP’nin önlenemez düşüşü
AKP’li anket şirketleri hala oy oranını yüzde 50’lere yakın göstermeye çalışsa bile, gerçekte nasıl bir düşüş yaşadığının somut göstergeleri bulunuyor.
En başta parti içindeki kargaşanın bu kadar büyümüş olması, güç kaybını kanıtlıyor. Yükseliş dönemlerinde, partilerin içinde “iç barış” sözkonusudur. Çünkü başarı susturur. Parti mensupları da, taraftarları da bir taraftan bu yükselişten kendilerine çıkar sağladıkları, kendi paylarını aldıkları için susarlar; diğer taraftan yükselmekte olan başarılı bir parti hakkında olumsuz konuştuklarında, kendilerini dinleyen kimse çıkmaz, yalnız kalırlar.
Bugün ise, AKP’nin içindeki her kesim bir tarafa çekmekte, herkes birbiriyle tartışmaktadır. Melih Gökçek ile Bülent Arınç’ın tartışması, taraflar açısından adeta “ölüm-kalım” meselesine çevrilmiştir. Fetullah Gülen ile Davutoğlu’nun görüşmüş olması, Abdullah Gül ile Davutoğlu arasında “kimin bilgisi vardı” münazarasına dönüşmüştür. Öyle ki, eski cumhurbaşkanı ile mevcut başbakanının birbirini yalanladığı ve bunda ısrarcı olduğu böyle bir örnek, TC’nin siyaset tarihinde yoktur.
Erdoğan’ın ise nerede ne konuştuğu artık giderek birbirine karışmaktadır. İnternet hızında önemli bir aşama olarak bütün dünyada kullanımına başlanmakta olan 4G teknolojisinin müjdesinin verildiği bir törende, “4G’ye ne gerek var, biraz daha bekleyelim, direk 5G’ye geçelim” diyebilmektedir. Teknolojiden hiç anlamadığının da göstergesidir bu cümle.
Anlamadığı şeylerden biri de işçi-emekçilerin durumudur elbette. Yaptığı konuşmalardan birinde, asgari ücretin ne kadar olduğunu söyleyememiş, kameraların karşısında olduğu halde yanındakilere sormuş, notlarını karıştırmış, yine de asgari ücreti hatırlayamamıştır.
İkinci gösterge, cemaate saldırıların artık parti içinde bile tepkiye yol açmasıdır. Oysa “paralel” tartışmaları ilk başladığında, parti kadroları kendilerinin cemaatçi olmadığını kanıtlama yarışına girmişken, bugün “bu kadar da olmaz” havası giderek artmaktadır.
MİT tırlarının durdurulması emrini veren savcıların tutuklanması, Manisa’daki cemaat derneklerinin basılarak gözaltı yapılması gibi gelişmeler karşısında açıktan hoşnutsuzluk ifade edenler artmıştır.
Bu tabloda, milletvekilliği beklentisi karşılanmayanların payı büyüktür. AKP’nin milletvekili sayısının azalacağının ortaya çıkması, seçilebilecek yerlerden aday gösterilmeyenlerin, daha açıktan tepki göstermelerine neden olmaktadır.
Üçüncüsü ve en önemlisi ise, “sokağın nabzı”dır. Geçmişte AKP’ye oy verdiği için pişmanlık ifade edenlerin, bu seçimlerde kesinlikle oy vermeyeceğini söyleyenlerin sayısında önemli bir artış vardır. AKP milletvekili adayları, kitle içinde seçim çalışması yapmakta ciddi sıkıntılar yaşamaktadırlar.
Önceki seçimlerde, “esnaf ziyaretleri” gibi halkın içinde yapılan çalışmalar büyük bir coşku ve gösterişle geçerken, bu seçimlerde, gittikleri her alanda sorgulanmakta, itirazlarla karşılaşmakta, protestolar görmektedirler. “Peki siz asgari ücreti ne kadar yükselteceksiniz” sorusuna “biz başkanlık sistemini getireceğiz” cevabı veren bir milletvekili adayının, oy alma şansı nedir? Keza Muş’da Davutoğlu’nun konvoyu geçerken yüzlerce kişinin arkasını dönerek protesto etmesi, gelinen durumu göstermesi yönüyle çarpıcıdır.
Bugün AKP açısından seçim çalışması, asıl olarak Erdoğan’ın “toplu açılış” adı altındaki mitinglerine ve saraya topladığı çeşitli kesimlere attığı nutuklara indirgenmiştir. Ve bunların herbiri, geniş kesimler tarafından her biçimde alay ya da eleştiri konusu haline getirilmektedir.
Anketler ya da araştırmalar bir yana, bu tablo AKP’nin gücünün artık sınırlarına geldiğini göstermektedir.
Bu sonuçtur; nedeni ise, Haziran Direnişi’nden bugüne yaşananların toplamıdır. Milyonlarca kişinin sokağa çıktığı koşullarda Erdoğan’ın saldırganlığını sürdürmesi, Suriye’ye dönük savaş politikaları ve ekonomik kriz bu kadar derinleşmişken, sarayda somutlanan yolsuzluk-israf görüntüsü, Erdoğan’ın, onunla birlikte AKP’nin güç kaybının asıl nedenidir. Son iki yıllık süre, bu üç olgunun etrafından örülen ve herbiri Erdoğan’ı biraz daha aşağıya çeken olaylar zinciridir. Berkin’in annesinin yuhalatılmasından, Haziran şehitlerinin katillerinin korunmasına, Reyhanlı’da patlayan bombalardan Somalı madencinin tekmelenmesine, MİT tırlarında çıkan silahlardan 17-24 Aralık yolsuzluk soruşturmalarına, 1 Mayıs’ta Taksim’in yasaklanmasından Suriyeli silahlı sığınmacıların halka karşı tehdide dönüşmesine, saraydaki bin dolarlık bardaklardan patatesin fiyatının fahiş düzeye yükselmesine kadar her olay, kitlelerin tepkisini biraz daha artırmış, öfkesini bilemiştir. Ve Erdoğan’ın etrafındaki kitle desteği, her bir olayla biraz daha aşağıya inmiştir.
Bugün Erdoğan, yeniden alanlara çıkarak, yıpranan prestijini düzeltmeye, kitle desteğini kazanmaya çalışmaktadır. Ancak, bugüne kadar kullandığı yöntemleri kullanarak durumu düzeltebilmesi ihtimali yoktur. Çünkü ne teşhir olan suçları ve icraatları değiştirilebilir, ne de ekonomik koşullar kitlelerin kandırılmasına uygundur. Tersine, onun yeniden mitinglere başlaması, “cumhurbaşkanının tarafsızlığı” üzerinden yeni bir tartışma başlatmakta ve yeni bir “anayasa suçu” durumu oluşturmaktadır. AKP’nin ve Erdoğan’ın inişi sürecektir.
CHP’nin ekonomi vaatleri
CHP’nin son iki seçimde “AKP’yi düşürmek” adına cemaatle ve MHP ile yaptığı ittifak sonuç getirmek bir yana, CHP kitlesinin erimesine, tabanının partiye güvensizleşmesine neden oldu. Üstelik, 2013’teki Haziran Ayaklanması’ndan bugüne, kitleler giderek daha eylemli, daha muhalif, daha “sol” bir çizgiye evrilirken, bu kitleye “cemaatle işbirliği”ni dayatmak, CHP’nin bulunduğu yerin çok altına inme tehlikesini doğurdu. Ve metropollerdeki seçmen kitlesinin bir bölümünü HDP’ye kaptırdığı da ortaya çıktı.
Bu koşullarda CHP, “asli rolüne”, yani “sosyal demokrat” kimliğine dönmek için harekete geçti. Milletvekili adaylarını belirlemek üzere yaptığı ön seçim, CHP’de önemli bir süreci başlattı. Tabana inmek, kitlenin talepleriyle doğrudan yüzleşmek, milletvekillerinin (ön seçimi kazanmak için bile olsa) kitlenin beklentilerine uygun sözler vermek zorunda kalması, CHP’nin seçim politikasını da netleştirmiş oldu.
CHP’nin seçim vaatleri, kitlede çok hızlı yankı buldu. Vaatlerinin önemli bir kısmı işçi-emekçilere dönük ekonomik vaatlerdi. Emekliye iki maaş ikramiye, asgari ücretin 1500 lira olması, çiftçiye mazotun 1.5 TL’den verilmesi, ekonomik krizin girdabında boğuşmakta olan kitle için son derece önemliydi. Çok geniş kesimler tarafından hemen sahiplendi ve AKP dışında bütün partiler buna yakın vaatler ileri sürmek zorunda kaldılar. AKP’nin milletvekili adayları ise, “başkanlık sistemi” dışında benzer vaatler sunamamanın sıkıntısını yaşıyorlar.
Bu vaatler, CHP’nin daha önce olmadığı bölgelere girmesine, AKP’nin kalesi sayılan yerlerde rahatlıkla çalışma yürütebilmesine yol açtı. Kitlede genel bir “daha iyi yaşam” isteği, ekonomik ve demokratik hak talebi yükselirken, CHP buna uygun konumlanmış, özellikle de ön seçim sayesinde kitlesini de harekete geçirmiş oldu. Bu tablo, CHP’nin oy oranını kısmi de olsa arttırdı. Anket sonuçları da bunu ortaya koyuyor.
CHP’nin bu kadar “solcu” bir görünüm oluşturması, seçim sonrasında hükümette yer alırsa gerçekten “sol” ve “halkçı” bir çizgi izleyeceğini göstermiyor elbette. En başta, Kemal Derviş gibi, Ecevit hükümeti sırasında Türkiye’ye gelen ve ekonomiyi ABD’ye peşkeş çeken bir Amerikan ajanını ekonomide görevlendireceğini açıklaması, CHP’nin gerçek yerini belirlemeye yetiyor. Diğer taraftan, işçi ve emekçilere çekici vaatlerde bulunurken, patronların bu vaatleri yerine getirmesi konusunda hangi yaptırımları uygulayacağını, burjuvaziyi ne kadar sıkıştıracağını da muğlak bırakıyor.
Elbette ki, işçi ve emekçilere dönük vaatleriyle ilgili, AKP’nin iddia ettiği gibi bir kaynak sıkıntısı yok. Saraya akıtılan servetin, cumhurbaşkanlığına nedeni belirsiz biçimde tahsis edilen “örtülü ödeneğin”, kamu ihalelerinden burjuvaziye aktarılan rantın kesilmesi durumunda, seçim programında vaadedilen her başlık için fazlasıyla yeterli bir kaynak ortaya çıkacaktır.
Zaten bu nedenle, vaatleri ile ilgili olarak kamuda atılacak adımlarda bir sorun yok; asgari ücreti 1500’e de çıkarabilir, memura kayda değer zamlar da verebilir. Ancak özel sektörde bunu başarmak, patronları zorlamaktan geçiyor. Geçtiğimiz yıl “maden işçilerine bir ay tek, bir ay çift maaş verilecek” diye yasa çıkartıldığında, maden patronları ocakları kapatıp işçileri işten atmış, işçiler “biz her ay tek maaşa razıyız, yeter ki işten çıkarmayın” sözü vererek geri dönebilmişlerdi.
Kendisi de bir düzen partisi olan CHP’nin işçilere dönük vaatlerine ilişkin, burjuvazi üzerinde nasıl bir “baskı” oluşturacağı belirsizdir.
Esasında CHP’nin bu dönem böyle vaatlerde bulunması, burjuvazinin beklentilerinden bağımsız değildir. Burjuvazi ona, kitlelere umut dağıtması, seçimlerde aradığını bulamadığı için uzaklaştığı parlamentoya yeniden bağlaması görevini yüklemiştir. Yaşam koşulları giderek kötüleşen, ekonomik ve siyasi ihtiyaçları giderek derinleşen kitleler, parlamentoda aradıklarını bulamadığında, düzen dışı arayışlara yönelirler. Bugünkü koşullarda, devrimci saflara kaymaları ihtimali yüksektir. Burjuvazi bunu durdurmak, CHP’yi yeniden umut haline getirmek istemektedir. CHP’nin seçimler yaklaştıkça “solculaşması”nın asıl nedeni budur.
HDP’nin körüklediği parlamentarizm
CHP’nin vaatleri asıl olarak işçi ve emekçilere dönük ekonomik vaatlerken, HDP’nin vaatleri daha çok “ötekiler”e dönük “kimlik ve kültür” vaatleridir.
Elbette CHP’nin programının yarattığı yankı nedeniyle asgari ücret vb. konularda tek tük kimi vaatler ileri sürmek zorunda kalmışlardır. Ancak HDP’nin asıl hedef kitlesi, “azınlık” konumundaki toplumsal kesimlerdir. Kadınlar, gençler, eşcinseller, Aleviler, ulusal topluluklar vb. Bu nedenle vaatlerinin merkezinde ekonomik refaha ilişkin unsurlar değil, kimlik haklarına ilişkin vurgular yer almaktadır. Keza miting konuşmalarında işçilerin asgari ücretini 1800 liraya çıkartacağını belirtirken, Demirtaş miting konuşmasında, “işverenlerin vergi yükünü hafifleteceğiz” diyerek, burjuvazinin çıkarını gözeten sözler de sarfetmektedir.
Ancak HDP’ye ilişkin sorun, vaatlerinin ne olduğu değildir. Çünkü bunların herbiri, hükümet oldukları koşulda konuşulacak şeylerdir; 50-60 milletvekiliyle parlamentoya girmek, bu vaatleri yerine getirme olanağı vermez zaten. Bizim asıl eleştirdiğimiz konu, HDP projesiyle körüklenmekte olan parlamentarizmdir. Milletvekili listelerinde ortaya çıkan tablo çarpıcıdır. Listeler, Kürt illerindeki Kürt oylarını artırmaya dönük değil, metropollerdeki solcu, aydın ve Alevilerin oylarını kazanmaya dönük olarak hazırlanmıştır. Kürt hareketi içinde uzun yıllar emek vermiş ve temsil gücü de bulunan isimlerin yerine, siyasal başarılarından çok cinsiyet, yaş, ulus ve mezhep “kotası” gözetilerek oluşturulmuştur.
HDP’nin kendisi bunu “Türkiyelileşmek” adına savunmaktadır da zaten. Keza “barajı aşmak” için buna zorunlu olduklarını ifade etmektedirler. Ancak gerçek durum daha farklıdır.
Kürt siyasal hareketi bugüne kadar önüne çıkarılan birçok engeli, sokağın eylem gücüyle aşmasını bildi. Bir önceki genel seçimlerde, veto yiyen Kürt milletvekilleri için sokak eylemleri yapılmış ve yargı kararları değiştirilmişti mesela. Şimdi de, yüzde 10 barajını aşmak için oy hesapları yapmak yerine, barajın kalkması için eylemlere girişebilir ve bu eylemler bir şekilde başarılı olabilirdi. Fakat HDP bu doğrultuda hiç bir eylem yapmadı. “Çözüm süreci” adı altında yapılan görüşmelerde de seçim barajının indirilmesini bir şart olarak ileri sürmedi.
Öcalan tarafından hazırlanan HDP’nin bugünkü hedefi, kitleleri parlamentoya yedeklemek, düzenle olan bağlarını güçlendirmek, sistem için tehdit olmaktan çıkarmaktır. Eylemle, “sokağın gücüyle” hak elde etmek değil, kitlelerin parlamentodan beklentiye girmesini sağlamaktır. Seçmen listeleri de, seçim çalışmalarında izledikleri yöntem de bunun göstergesidir.
Devrimcilerin parlamentoya girmede iki hedefi vardır: Birincisi, parlamentoda dönen dolapları teşhir etmek, yasaların gerçekte kapalı kapılar ardında çıkarıldığını göstermek; ikincisi, parlamentoyu kürsü olarak kullanarak işçi ve emekçilerin sorunlarını dile getirmek, devrimin propagandasını yapmaktır. Yani parlamentoya da girilse, yaşadıkları sorunların çözülmeyeceğini kitlelere kendi deneyimleriyle göstermeye çalışmaktır. HDP ise, parlamentoya daha fazla milletvekili ile girerek, tüm sorunların çözülebileceği yanılsaması yaratıyor.
Elbette bu sistem içinde de kimi hak ve özgürlükler elde edilebilir ve bu yönde yasalar çıkartılabilir. Ancak birincisi, bunun tek yolu parlamento dışında eylemli bir kitle gücünün olmasıdır, ikincisi, bu kazanımlar geçicidir, burjuvazi zorunlu kaldığı içindir, ilk fırsatta geri almaya çalışacaktır. Hepsinden önemlisi, bunların sınırları vardır. Sömürü sistemi tümden yıkılmadan -ki bu ancak devrimle olur- işçi ve emekçilerin emeklerinin karşılığını alması mümkün olmaz. Hele yönetimde söz ve karar sahibi olmaları asla gerçekleşmez.
Yapılan anket ve araştırmalar HDP’nin oylarının önemli bir kısmının, bugüne kadar çeşitli nedenlerle sandığa gitmeyen kesimlerden geleceğini gösteriyor. Bu demektir ki, HDP, sandığa ve parlamentoya güvensiz olan kesimi sisteme yedekleme konusunda önemli bir görevi yerine getiriyor. Ancak bu görev, kitlelerin çıkarına bir görev değildir.
Elbette Kürt ulusal hareketi mecliste temsil edilmelidir. Zaten anketler yüzde 10 barajını aştığını göstermektedir. Ne var ki, HDP’nin parlamentoya girmesi, barajın kalkacağı anlamına gelmiyor. Yani seçimlerin anti-demokratik yönlerini ortadan kaldırmıyor. Sadece Kürt hareketinin değil, her siyasi akımın gücü oranında temsili, “burjuva demokrasisi”nin bir gereğidir. Fakat faşist diktatörlükle yönetilen bizim gibi ülkelerde, bu kıstaslar da yerine getirilmez. Dolayısıyla HDP’nin meclise girmesi, başta seçim sistemi olmak üzere faşizmin gerçek yüzünü gizlememelidir. Dahası, kitlelerin eşitlik, özgürlük gibi taleplerinin şu ya da bu partinin parlamentoya girmesi ile gerçekleşmeyeceği gerçeğini perdelenmemelidir. Oysa HDP’nin yaptığı budur.
* * *
AKP’nin yaşadığı güç kaybı, kitlelerin son 13 yıla damgasını vuran argümanlarla yönetilemez hale gelmesi, Haziran Direnişi’nden bugüne artan arayışları, ekonomik krizin yarattığı sıkışma gibi etkenler, kitlelerde solcu-devrimci söylemlere olan yönelimi artırmıştır.
Ancak bu beklentinin karşılanacağı yer, parlamento değildir. Devlet burjuvazinin devletidir, sistem burjuvazinin çıkarlarına göre şekillendirilmiştir. Parlamento da, burjuvazinin çıkarlarını savunan devletin, kitleleri maniple etmede kullandığı en önemli araçlarından biridir.
Bu sistemde kitlelerin çıkarına olan hakları kazanmanın tek yolu, bunun için mücadele etmektir, sistemin çarkları arasında çıkış yolu aramak değil. Pir Sultan Abdal’ın “bozuk düzende sağlam çark olmaz” sözleri her dönem geçerliliğini korumaktadır.