TÜİK’in son yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de her yüz aileden 22’si yoksulluk sınırının altında yaşıyor. TÜİK’in ekonomik rakamlarla nasıl oynadığını, verileri değiştirerek ekonomiyi olduğundan daha iyi göstermeye çalıştığını biliyoruz. Buna rağmen ortaya çıkan bu rakam, gerçek yoksulluğun çok daha yüksek olduğunu gösteriyor.
Bu yoksulluk, bir avuç sömürücünün, bir avuç rantiyecinin sefahat içinde yaşaması karşılığında yaşanıyor. Kimileri devasa zenginlikler ve lüks içinde yaşarken, milyonlarca insan, açlıkla, işsizlikle, sefaletle boğuşuyor.
Ülkemizde çalışanların yarısı asgari ücret alıyor. Asgari ücret (asgari geçim indirimi dahil) 949 lira. Sarayda su içilen bir bardak 1000 lira. Yani ülke nüfusunun yarısının bir ay boyunca çalışarak kazanabildiği para, saraydaki bir su bardağının fiyatından daha düşük düzeyde.
Üstelik bu 949 lira ile bir ay geçinmesi bekleniyor. Patatesin 5 lira olduğu, etin kilosunun 40 liranın üzerine çıktığı koşullarda, ev kirasından ulaşıma, yiyecekten giyeceğe, en zorunlu ihtiyaçlarını bu parayla karşılaması bekleniyor.
En az 301 madencinin pervasızca katledildiği Soma’da, maden ocağının Genel Müdürü Ramazan Doğru, çıktığı mahkeme salonunda aylık gelirinin 37 bin lira olduğunu söyledi. Elbette bu resmi rakam; gerçek geliri çok daha yüksektir. Oysa bir madencinin, her an ölüm tehlikesi altında, gençliğini, sağlığını kömür tozunda yokederken aldığı ücret, yaklaşık 1000 lira!
17-25 Aralık 2013’te gerçekleştirilen ve Erdoğan’ın “paraları sıfırlayın” sözleriyle belleklere kazınan yolsuzluk operasyonlarında, peşkeş çekildiği, ülke ekonomisinden hortumlandığı tespit edilen para miktarı yaklaşık 180 milyar TL. Ve bu ülkenin yıllık bütçesi 145 milyar! Ülke bütçesinden çok daha büyük miktarda para, bir avuç sömürücü-rantiyenin kişisel sefahatı, şatafatı için harcanıyor.
“Bütçe yetersizliği” nedeniyle kamu çalışanlarının maaşlarına son derece düşük miktarlarda zam yapılıyor. “Bütçe yetersizliği” nedeniyle devlet okullarında bile, parası olmayan okuyamıyor. “Bütçe yetersizliği” nedeniyle “sağlıkta katkı payı” adı altında yoksul ve çaresiz insanlara muayene ve ilaç parası ödetiliyor. Ve bir buçuk yıllık bütçe düzeyindeki para, bir avuç insana peşkeş çekiliyor.
Ankara’nın göbeğine dikilen anlamsız bir dinazor heykeli için harcanan para 10 milyon lira. Heykellere düşman Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek, kendine yakışır bir heykel için tam 10 milyon lira ayırmaktan çekinmiyor. Dinazordan öne, aynı yere bir robot heykeli kondurmuş, eleştiriler üzerine bu heykeli kaldırmak zorunda kalmıştı. O robotun maliyeti ise bilinmiyor. Şimdi tepkiler üzerine bu dinazoru da kaldırmak zorunda kaldı. Ankara’da kitlelere “belediye hizmeti” adına hemen hiçbir şey sunmayan Gökçek, dinazor için gerçek bir servet harcıyor.
Bilal’in “gemicikleri” başta olmak üzere, kıyılarımıza demirleyen lüks yatlar, marinaları dolduran yabancı bayraklı tekneler, mazotu 1 liradan satın alıyor. Çiftçi ise tarlada kullanacağı traktörü için mazotu 5 liradan satın alıyor. Yat sahibi süper zenginler daha rahat gezip tozsun, tekne sefası yapsın diye indirim; gıdayı üreten ve yoksulluktan asla kurtulamayan çiftçiye ceza…
Ve patatesin kilosu 5 lira. Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi bulmuş sorunun kaynağını: “Patates lobisinin icraatı bu” diyor. Çözümü de hemen ekliyor. “İran’dan patates ithal edersek, patatesin fiyatı 50 kuruşa düşer!” Bir patates kalmıştı ithal etmediğimiz. Üzüm, erik, patlıcan gibi bu toprakların en doğal üretilen gıdaları uzun zamandır ithal ediliyor. Pirinç, buğday gibi en temel gıda kalemleri ithal ediliyor. Eti, muzu bırakalım, marul ve taze soğan bile ithal ediliyor. Tam 170 tür meyve ve sebze, ülkemizdeki üretimi yıkıma uğratıldığı için, üretimi tümden bittiği ya da üretilen miktar yetmediği için ithal ediliyor. Sıra patatese geldi.
Çiftçiye mazot 5 liradan satılsın. Çiftçi tohumu, gübreyi, ilacı emperyalist tekellerden ve onların belirlediği fiyat üzerinden satın almaya mahkum edilsin. Terminatör tohumlar nedeniyle üretimde süreklilik ortadan kaldırılsın. Banka borçları nedeniyle bir avuç toprağını da kaybetmekle karşı karşıya kalsın. Yerli üretim yıkıma uğratılsın. Dahası, fiyatları artırabilmek amacıyla üretimi sınırlayan kotalar konsun. Kotanın üzerinde üretim olduğunda, “fiyatı düşürmemek” için alım yapılmadan ürün imha edilsin. Bazı bölgelerde çiftçiye “üretmeme” karşılığında aylık para ödensin.
Ve bütün bunların sonucunda tarımda ortaya çıkan yıkım, gıda fiyatlarındaki inanılmaz artış, “patates lobisi”ne bağlansın. Ve çare: İthalatı artıralım, ithalatçılara para kazandıralım, emperyalist gıda tekellerine para kazandıralım!
Aksaray’ın maliyetini açıkladı Erdoğan. Hani kaç odası olduğunu da açıklamıştı daha önce. “Kaç oda olduğunu tartışıp duruyorlar, ben söyleyeyim, 1150 küsür oda” demişti, “ne var bunda, çok büyük bir rakam değil” der gibi. 1150’yi anlamıştık da neden “küsür” diye devam etmişti, “küsür” kaç ediyordu, o belli değildi. Şimdi de sarayın maliyetini açıkladı Erdoğan. “Ben söyleyeyim, 1 milyar dolar” dedi. Bunun da “küsür”ü var mıydı bilmiyoruz. Ama 1 milyar doların, mesela atanamayan bütün öğretmenlerin atanmasına, ve onlara maaş ödenmesine yetecek, “sözleşmeli öğretmen”liği kaldıracak kadar büyük olduğunu biliyoruz.
Diyanet İşleri Başkanı’nın kullandığı makam aracının fiyatının 1 milyon lira olduğunu öğrendik mesela. Tevazuyu, sadeliği vaazeden bir kurumun başındaki kişi, lüks ötesi bir aracı kullanıyordu devletin parasıyla. Neden olmasın, diyanetin bütçeden aldığı pay, eğitimin aldığı paydan daha fazladır. Bu parayla diyanetin başındaki kişinin lüks içinde yaşaması da doğaldır. Bu diyanetin vaazlarını dinleyen kitlenin ise, bırakalım otomobil almayı, minübüse binecek parası yoktur; çile doldurur tıka basa insan yüklenmiş otobüslerde.
“Sadaka”ya muhtaç hale getirilmiştir insanlar. Sadakayla, “ölmeyecek kadar” karınları doyar, “ağrı kesici” düzeyinde sağlık “hizmeti” alır, ilkokulu güç bela bitirir ve yoksul, sağlıksız, çürük evlerinde “yaşar”lar, zihinsel bir karanlık içinde. Daha rahat bir yaşam için çalışmak, daha çok çalışmak, çocukları da çalıştırmak dışında bir seçenekleri yoktur.
Sadaka, kapitalist devletin en somut uygulamalarından biridir. Çoğu zaman, kendisine “solcu” diyenler de kapılırlar bu rüzgara. Bu seçimlerde de gördük bunu. Asgari ücreti yükseltmek, elbette doğru, yerinde bir vaattir; çalışan insanın işgücünün karşılığını artırmaktır çünkü bu. Sadaka ise bir şeyin karşılığı değildir. Zengin burjuvaların kendi vicdanlarını tatmin etmesidir sadaka. Devlet açısından ise, kitlelerin yoksulluğa isyanını durdurmak için kullandığı uyuşturucudur. “Emek harcamadan” elde edilen mal ya da paradır sadaka. Devletin görevi karşılıksız biçimde sadaka dağıtmak değil, birincisi ücretleri artırmak, ikincisi, “mal”ı değil, “hizmet”i (mesela sağlık, eğitim, ulaşım hizmeti) bedava ve ulaşılabilir hale getirmektir. Bu yanıyla, parasız eğitim, belli miktarda suyun konutlarda bedava olması, ücretsiz toplu taşıma gibi vaatler doğru ve yerindedir, ama “gençlere aylık şu kadar para”, “yoksul ailelere aylık gıda yardımı” gibi, nedensiz dağıtılan para, sadakanın farklı biçimleridir. Ve gerçekte kitlelerin üretim gücüne saygısızlık, kapitalist ekonominin işleyişinin sürdürülmesidir.
Kapitalist devlet, burjuvazinin çıkarlarını, zenginliğini, karını korumak üzere şekillendirilmiştir. Cumhurbaşkanı, bakanlar gibi, devletin bürokrasi çarkında yer alanlar da, bu zenginlikten pay sahip olurlar. Erdoğan’ın kendisine saray inşa ettirmesi, Diyanet’in 1 milyonluk arabası bu payın görünen parçalarıdır.
Onların bu zenginliği ve sefahati, milyonlarca insanın sömürülmesi pahasınadır. Milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşam kavgası verirken, en temel ihtiyaçlarına ulaşımda zorluk çekerken, burjuvazi vurgunlar vurmaktadır. Bu durumu tersine çevirecek olan tek şey, sömürücülerden hesap sormak ve yaşam koşullarını değiştirmek için sokağa çıkmak, üretimi durdurmak, mücadeleyi yükseltmektir.