Demirel de eceliyle öldü!

demirel

Evren’in ardından yaklaşık bir ay kadar sonra Demirel de eceliyle öldü! O da Evren gibi “devlet töreni” ile uğurlandı. Tek farkla; Evren’in cenazesine günün burjuva siyasetçileri katılmazken, Demirel’in cenazesinde hepsi sıraya dizildi. Kılıçdaroğlu bile, Isparta’daki cenazeye yetişmek için koşturdu. Isparta-İslamköy’deki 58 bin metrekare olduğu söylenen (Anıtkabir’den sonraki en büyük) anıt mezara, hep birlikte yolcu ettiler. Bayraklar yarıya indi, 3 günlük yas ilan edildi ve günlerce “Demirel güzellemesi” yapıldı…

Ne de olsa Demirel’in faşist karakteri Evren kadar teşhir olmamıştı. Dahası, askeri darbeye karşı duran bir “demokrasi aşığı” gibi lanse edilmişti. Seçimle işbaşına gelmiş ve askeri darbelerle görevinden alınmış olması, “demokrat” ilan edilmesine yetiyordu! Oysa her askeri darbede, kendi deyimiyle “şapkasını alıp giden”, hiçbir direnişte bulunmadığı gibi, onun zeminini hazırlayan, hatta destekleyen bizzat kendisiydi.

* * *

Son yıllarda bilinçli bir şekilde çarpıtıldığı gibi faşist olmak için illa ki “asker” olmak ve “darbe” ile gelmek gerekmiyor. Faşist liderler pekala seçimle de işbaşına gelebiliyorlar. Hitler’den Mussolini’ye tarihte birçok örneği var. Demirel de, seçimle gelen bu liderlerden biridir. Buna karşın Demirel güzellemesi ve ona “demokrat” payesinin verilmesi yeni değildir.

‘90’lı yılların başında “Konuşan Türkiye” sloganıyla, kitlelerde cuntaya karşı oluşan tepkiyi kullandı. “Pembe karakollar”la işkencenin biteceğini vaadetti. Değişmiş gibi yaparak yeniden başbakanlık koltuğuna oturdu. Dönemin sosyal-demokrat partisi SHP ile koalisyon kurarak, halkta umut ve beklenti havası yarattı ve rejime “nefes borusu” oldu. ’80 öncesi “Milliyetçi Cephe” (MC) hükümetlerinin başında yer alıp, binlerce devrimci ve demokratın katledilmesinin müsebbibi değilmiş gibi, demokrasi havarisi kesildi. Ve o günün liberalleri, reformistleri de “Demirel değişti” diyerek, bu maskenin tutmasında büyük bir rol oynadılar. Tıpkı Erdoğan’ı “statüko”ya karşı “değişim”in, “ordu”ya karşı “demokrasi”nin simgesi olarak pazarladıkları gibi…

Elbette bu tür pazarlamalarının belli bir süresi vardır. Nitekim “demokrat” Demirel de, Özal’ın ölümünün ardından cumhurbaşkanı olduğu yıllar boyunca, kontrgerilla cinayetleri, kayıplar ve katliamlarla Türkiye’nin en karanlık dönemine imza atmıştır. Fakat Demirel’in suçları bunlarla sınırlı değildir. Onun suç dosyası hem oldukça kabarıktır, hem de daha eskiye dayanır.

Bir siyasi kimlik olarak ortaya çıktığı andan itibaren, devletin her tür kirli işini yapan-yaptıran biri olmuştur Demirel. Zaten Menderese-Bayar kliğinin devamcısı olarak ortaya çıkmış, onların “Demokrat Parti”sini, “Adalet Partisi” adıyla sürdürmüştür. ‘70’li yıllar boyunca kontrgerilla cinayetlerinden sivil-faşist saldırılara kadar estirilen tüm terörden birinci derecede sorumludur. Buna karşın “bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyecek kadar da pişkindir. Öğrenci eylemleri sırasında “yollar yürümekle aşınmaz” diyerek sözde hoşgörü gösteren, 15-16 Haziran büyük işçi direnişinde ise polise vur emri verip 5 işçiyi öldürten de Demirel’dir. Denizlerin idamı için mecliste en önde cansiperane el kaldıran, sonra da arkasına dönüp kimlerin el kaldırıp kaldırmadığını kontrol eden de…

Sivas’ta 2 Temmuz’da Madımak Oteli’nde 35 kişinin yakılarak öldürüldüğü dönem, Demirel başbakandır. Erdal İnönü’nün SHP’si ile koalisyon hükümeti kurup “demokrat” ilan edildiği bir zamanda yaşanmıştır bu katliam. ’96 ölüm orucunda, ’99 Ulucanlar Hapishanesi’ndeki katliamda cumhurbaşkanıdır. ’91-’93 arasında Başbakan, ‘93’ten 2000’e kadar Cumhurbaşkanı olarak, ‘90’lı yılların tümünde yaşananlardan sorumludur. Ki bu dönemde 864 “faili meçhul” cinayet işlenmiş, 360 kişi “gözaltında kayıp” edilmiştir. Kayıp yakınlarının Demirel’i ziyareti sırasında, “kayıplar cebimde mi ki, çıkarıp vereyim” sözü, kan donduran sözleri arasındadır. Keza “polisin elini soğutmamak lazım” diyerek, polis terörünü meşrulaştırıp teşvik ederek de, gerçek niteliğini ortaya koymuştur.

Kısacası ‘60’lardan 2000’li yıllara kadar Türk siyasetine damga vurmuş biridir. “Süleyman hep başbakan” diye şarkılara geçmesi boşuna değildir. “Yasaklı” olduğu 12 Eylül yıllarında bile, Nazlı Ilıcak’ın köşesinden “Bir Bilen” olarak konuşmuştur. 2000’li yıllardan sonra da burjuva siyasetçilerine “ombudsman”lık görevini üstlenmiş, akıldanelik yapmıştır. Erdoğan bile Demirel’i ziyaret ederek, ondan feyz alarak göreve başlamıştır.

ABD’nin en has işbirlikçisi, burjuvazinin çok iyi bir temsilcisi, iyi bir demagog olarak, bu sistemin gerçek bir “devlet adamı” portresi çizmiştir Demirel. Burjuvazi onu, yıllarca “çoban Sülo” olarak pazarladı, Isparta’nın köyünden çıkan bir çocuğun devletin en üst kademelerine geleceğine bir örnek olarak sundu. Ardından liberaller tarafından darbelere karşı “demokrasi”nin sembolü haline getirildi. Ancak ‘60’lı yılların öğrenci gençliği onun ABD işbirlikçiliğini “Morrisson Süleyman” olarak tescillemişlerdi. MC hükümetleri döneminde 5 bin kişinin öldürülmesine neden olduğu için halk tarafından lanetlenmişti. Aynı dönemde, yeğeni Yahya Demirel, sırtını “dayısı”na yaslayarak “hayali ihracaat” ile vurgunlar vuruyordu. Demirel’in “Yahya daha çocuk” demesi üzerine, “Yahya çocuk dediler, hazineyi yediler” sloganını ürettiler işçi ve emekçiler. Erdoğan’ın “Bilal oğlanı” ve “gemicikleri” gibi, Demirel’in de “Yahya”sı ve “ihracatları” vardı. Yani yolsuzluklar konusunda da hiç temiz sayılmazdı. ‘90’lı yıllarda ise, kayıpların, kontrgerilla cinayetlerinin, cezaevi katliamlarının sorumlusu olarak başta Kürt halkı olmak üzere halkların belleğine kazındı.

* * *

Burjuvazi önemli bir “devlet adamı”nı kaybetmiştir. Onu bu şekilde uğurlamaları son derece doğaldır. Yaşarken olduğu gibi ölümünde de minnettarlıklarını ifade etmişlerdir.

Burjuvazi için bu kadar değerli bir insanın, işçi ve emekçiler nezdinde nereye oturduğu kendiliğinden anlaşılır. Mesele sınıfsaldır çünkü. Burjuvaziye kusursuz hizmet, işçi ve emekçiye, ezilen halklara ağır sömürü ve baskı uygulanmadan yapılmaz. Joan Reed’in “Dünyayı sarsan 10 gün” kitabında bir işçinin ağzından sorduğu gibi, “hangi sınıfın safındasın; burjuvazinin mi proletaryanın mı” sorusunun yanıtıdır, yaşamda yerini belirleyen.

Onun içindir ki, burjuvazi ve sözcüleri, Demirel’i ne kadar allayıp pullasalar da, işçi ve emekçilerin, ezilen halkların bilincine kazınan halini değiştiremezler. O, “Denizlerin katili” damgasını yemiştir bir kez. Kayıp yakınlarının elleri yakasına yapışmıştır. Kontra cinayetleriyle, katliamlarla ölenlerin ahı üzerindedir.

Demirel de Evren gibi çok yaşadı ve Evren gibi ne yazık ki, eceliyle öldü! Yaptıklarının hesabı halk tarafından sorulamadı. Bu durum, doğal olarak hayıflanmalara neden oluyor. Ama bilmeliyiz ki, faşizm, bir halk hareketi ile yıkılmadığı sürece, bu suçlular gerçek anlamda yargılanamazlar. İçlerinden bazıları devrimci şiddet ile cezalandırılabilir, ama hepsini yargılayabilmek mümkün olmaz. Son yıllarda Kürt hareketinin ortaya attığı ve liberallerin desteklediği gibi, “hakikatlerle yüzleşme komisyonu” vb. ile de cezalandırılmazlar. Aksine en fazla “suç”larını kabul edip “özür” dileyerek yaşamlarını sürdürürler.

Halka karşı suç işlemiş olanların hepsini cezalandırmanın yolu, mücadeleyi sonuna kadar götürüp, halk mahkemelerini kurmaktan geçer. Kesin olan şudur ki, böyle bir cezalandırmadan kurtulmuş olanlar bile, halkın belleğine suçlarıyla kazınmıştır ve tarihe bu şekilde geçeceklerdir. Bunu hiçbir yalan ve demagoji örtemez.

Bunlara da bakabilirsiniz

Suriye cezaevleri, Türkiye cezaevleri

Yandaş basında Suriye haberlerinin önemli bir kısmını Suriye cezaevleri oluşturuyor. Büyük bir “dehşet ve panik” …

Sendikalı işçilere saldırılar protesto edildi

İstanbul’da 11 Aralık’ta Mecidiyeköy Cevahir AVM önünde saat 18’de Mücadeleci Sendikalar, tutuklu sendikacıların serbest bırakılması …

“Adana’nın Yoldaşcan’ı” METİN AYDIN (1956-1980)

11 Aralık 1980… Metin Aydın, belinde silahı, yanında bir yoldaşı, çalıntı bir araba ile Adana-Kozan …