Batıda tartışmalar asıl olarak seçim gündemine kilitlenmişken, Kürt illeri alev alev yanıyor. Devletin kolluk kuvvetleri ‘90’lı yılları hatırlatan yöntemlerle, Kürt halkına dönük pervasız bir terör dalgası başlatmış durumda. Bir ayı aşkın süredir, saldırılar peşpeşe yağıyor.
Önce Temmuz ayı sonlarında, IŞİD’i bahane ederek Kandil’deki PKK kamplarına bombardıman başlatıldı, Rojava’nın bazı bölgeleri de bu bombardımandan nasibini aldı.
Arkasından saldırılar artarak devam etti. Bu saldırılar, bölgedeki yaşamı savaş alanına çeviriyor.
IŞİD’le çatışmada ölen PYD’lilerin cenazeleri sınır kapısında günlerce bekletiliyor, ailelerine verilmiyor. Dersim’de ve Amed’de “özel güvenlik bölgeleri” oluşturuluyor ve halkın bu alanlara girmesi, hareket etmesi engelleniyor. Ağrı-Diyadin’de, fırında çalışan iki çocuk, Amed’de engelli bir çocuk, devlet tarafından pervasızca infaz ediliyor. Son bir ayda, 20’den fazla kişi, yargısız infazla katledildi.
Varto’da, Lice’de, Silvan’da “sokağa çıkma yasağı” ilan ediliyor. Evlerden insanlar alınıyor, işkencelerden geçiriliyor, infaz ediliyor. Öyle ki, kimlerin katledildiği bile tam olarak tespit edilemiyor. Evler yakılıyor, kurşunlanıyor. Öylesine bir terör estiriliyor ki, halk, evlerinde çatışmadan korunmak için “kafamızı bile kaldıramadık” diyor. Bir kadın gerilla, öldürüldükten sonra soyularak teşhir ediliyor. Şemdinli’de bir köye havan yağdırılıyor.
Bu saldırılar için, PKK’nin yaptığı eylemler ile Kürt hareketinin güçlü olduğu yerlerde “öz yönetim” ilan etmesi bahane ediliyor. Gerçekte ise, bir taraftan Kürt halkını sindirmek için terör estirilirken, diğer taraftan şoven dalga yükseltilmeye çalışılıyor. Çeşitli illerde HDP binalarının önünde sivil faşistler tarafından eylemler gerçekleştiriliyor, HDP hedefe çakılıyor. Asker cenazeleri, şoven saldırganlığın yükseltildiği arenalara dönüştürülüyor.
Alanya’da HDP’ye sivil faşist saldırı ile başlayan, ardından Kürtlerle sivil faşistlerin çatışmasına dönüşen olay ise, koşulların uygun olduğu yerlerde, şoven dalganın nasıl etkili olabileceğini gösteriyor.
Bu arada, saldırıların gerçekleştirildiği bölgelere girmek isteyen heyetlere, milletvekillerine izin verilmiyor; bu terör operasyonlarının doğrudan “Ankara”dan, yani AKP-Erdoğan tarafından yönetildiği, gerçekleştirenlerin ağzından itirafa dönüşüyor.
‘90’lara mı dönüyoruz?
Estirilen devlet terörünün, ‘90’larda yürütülen savaş politikalarıyla biçimsel benzerlikleri olduğu aşikar. Ancak iki dönem arasında özsel bazı farklılıkları gözden kaçırmamak gerekiyor.
En başta, Kürt halkının talepleri ve mücadelesi, ‘90’larla aynı düzeyde değildir. Bugün Kürt halkının özgüveni de, talepleri de, mücadeleye katılma-sahiplenme düzeyi de çok daha yüksektir. Suriye’de savaşın başlamasından bu yana, Rojava’da yaşanan gelişmeler, bir bütün olarak Kürt halkında, özel olarak da “Kuzey”de beklentileri artırmıştır. Rojava’nın, savaşın içinden doğması, resmen “devlet” olarak tanınmasa bile savaş koşulları içinde devlet gibi davranıyor olması, Kürt halkının binlerce yıllık özleminin gerçekleşmesi olarak görülmektedir.
Ve bu koşullar içinde, Kuzey’deki halk da, kendi fiili kazanımlarını genişletmektedir. Son bir yıldır, Kürt illerinin büyük çoğunluğunda milisler tarafından “asayiş” sağlanmakta, yol kesme-kimlik kontrolü eylemleri yaygınlaşmakta, yerellerde birçok sorun devletin kurumları değil, Kürt siyasal hareketinin kurumları tarafından çözülmektedir. Son aylarda çatışma süreçlerinde hendeklerin kazılarak ilçenin-kasabanın yalıtılması, devlete karşı savunmanın güçlendirilmesi oldukça önemli bir adımdır. Son bir ayda, devletin saldırılarının artması üzerine, birçok il ve ilçede “özyönetim” ilan edilmesi ise, bir adım daha ileri gidildiği anlamına gelmektedir. Bütün bu koşullar, devletin saldırılarına rağmen, mücadelenin daha da yükseleceğini göstermektedir. ‘90’lardan en önemli farkı budur.
İkincisi, ‘90’larda devlet, bir blok olarak Kürt hareketine saldırmıştır. Klikler arası farklılıklar geriye itilmiş, Kürt halkına karşı birleşik-topyekun bir saldırı başlatılmıştır. Bugünkü saldırı ise, devletin bir bölümünün, burjuvazinin bir kesiminin saldırısıdır. Diğer kesimler, bu saldırılara karşı olduklarını, son derece net ve açık biçimde ortaya koymaktadırlar. Hatta, AKP’nin kendi içinde bile “çatlak ses” yükselmektedir.
Bu durum, saldırıların sistemli hale getirilip sürdürülmesinin önündeki engellerden biridir. Saldırılar, Kürt halkının mücadelesini durduramayacağı gibi, bu saldırgan politikalara tepki duyan, karşı çıkan bütün kesimleri birleştiren bir zemin oluşturmaktadır. Tepkilerin ve muhalefetin yükseldiği koşullarda, devletin saldırgan kanadının bu tutumunu sürdürmesi giderek zorlaşacak ve bir noktada bitirmek zorunda kalacaktır.
Üçüncüsü, Öcalan ve İmralı heyeti üzerinden yürütülen ve “çözüm süreci” adı verilen uzlaşmacı süreç, yine ‘90’lardan bir başka farklılığın göstergesidir. ‘90’larda Kürt siyasal hareketi, “ulusal kurtuluş savaşı yürüten küçük burjuva devrimci” bir kimliğe sahipti. Şimdi ise, ‘99’dan itibaren uzlaşmacı-teslimiyetçi bir rotaya girerek, mücadeleyi burjuva-ulusalcı bir çizgide sürdürmektedir. Öcalan ile devlet arasında son birkaç yıla damgasını vuran görüşmeler bunun bir yanını oluşturmaktadır. Diğer yanında ise, Kobane direnişinden bu yana giderek artmakta olan ABD ile ilişkiler sözkonusudur. ABD’nin Kobane’de PYD ile birlikte hareket etmesi, Tel Abyad’ın ele geçirilmesi ve iki kantonun birleştirilmesinde olduğu gibi zaman zaman PYD’nin önünü açması, Kandil’den ya da Türkiye’deki gelişmelerden bağımsız değildir. ‘90’lı yıllarda ABD’ye karşı “anti-emperyalist” bir çizgide yürüyen PKK, bugün ABD ile işbirliğini meşrulaştırmaktadır. Kandil’in bombalanması başta olmak üzere Kürt halkına dönük saldırılara ABD’nin de tepki göstermesi bunun somut görüngülerinden biridir.
“Çözüm süreci” adı verilen ve hem devletle hem de ABD ile yürütülen ilişkiler, Kürt siyasal hareketi açısından öylesine belirleyicidir ki, bugün “müzakereler” yeniden başlasa, Kürt halkına dönük saldırılar önemini yitirebilir.
HDP’nin tutumu, bunun böyle olacağının işaretlerini vermektedir zaten. HDP eşbaşkanı Demirtaş, Kürt halkı üzerindeki bu açık devlet terörünü ve vahşi saldırganlığı, “devletin güvenlikçi politikaları” olarak isimlendirerek hafifsetmektedir mesela. Keza, bölgeye heyet göndermek gibi birkaç adımı bir kenara bırakacak olursak, HDP’nin asıl gündemi seçim-koalisyon tartışmalarıdır. HDP bölgedeki saldırıları teşhir etmeye değil, dayatılmakta olan seçimlerde oyunu yüzde 20’ye çıkartmaya kilitlenmiştir adeta. Öyle ki, bölge halkı bile bunu görmekte, “burada katliam yaşıyoruz, canımızın derdindeyiz, seçimi bırakıp bizimle ilgilensinler” diye tepki göstermektedir.
Sonuçta, Kürt hareketi büyümüş, kitleselleşmiş, uluslararası planda meşruiyetini güçlendirmiştir; ancak hareketin öncülerinin öncelikleri ile bölge halkının öncelikleri arasında bir açı farkı da oluşmuştur. Hareketin en önemli dezavantajı da budur.
Saldırılar durdurulsun
Bölgede vahşi bir devlet terörü estirilmekte, Kürt halkı üzerinde pervasız bir saldırganlık yürütülmektedir. Bu saldırılar biran önce durdurulmalıdır!
Operasyonlar bitirilmeli, kaçırılan-infaz edilenlerin kimlikleri açıklanmalı, cenazeleri ailelerine teslim edilmeli; saldırıyı yürütenler, emri verenler yargılanmalıdır!
Kürt siyasal hareketi, tüm gündemini “barış” politikası üzerine oturtmakta, devletle kurduğu ilişkiyi de bununla tanımlamaktadır. Oysa yapılması gereken, kitleleri “savaşa karşı savaş”a çağırmak, tüm Türkiye halklarını savaşa ve faşizme karşı ayağa kaldırmaktır. Erdoğan’ın pervasızlığını ve savaş politikalarını durduracak tek şey budur.
(Bu yazı 18 ağustos tarihinde, internet sitemizde yayınlanmış ve derginin eylül sayısında yer almıştır.)