Son dönemde sıkça bu soru soruluyor. Estirilen devlet terörünün, ‘90’larda yürütülen savaş politikalarıyla biçimsel benzerlikleri olduğu aşikar. Ancak iki dönem arasında özsel bazı farklılıkları gözden kaçırmamak gerekiyor.
En başta, Kürt halkının talepleri ve mücadelesi, ‘90’larla aynı düzeyde değildir. Bugün Kürt halkının özgüveni de, talepleri de, mücadeleye katılma-sahiplenme düzeyi de çok daha yüksektir. Suriye’de savaşın başlamasından bu yana, Rojava’da yaşanan gelişmeler, bir bütün olarak Kürt halkında, özel olarak da “Kuzey”de beklentileri artırmıştır. Rojava’nın, savaşın içinden doğması, resmen “devlet” olarak tanınmasa bile savaş koşulları içinde devlet gibi davranıyor olması, Kürt halkının binlerce yıllık özleminin gerçekleşmesi olarak görülmektedir.
Ve bu koşullar içinde, Kuzey’deki halk da, kendi fiili kazanımlarını genişletmektedir. Son bir yıldır, Kürt illerinin büyük çoğunluğunda milisler tarafından “asayiş” sağlanmakta, yol kesme-kimlik kontrolü eylemleri yaygınlaşmakta, yerellerde birçok sorun devletin kurumlarıyla değil, Kürt siyasal hareketinin kurumları tarafından çözülmektedir. Son aylarda çatışma süreçlerinde hendeklerin kazılarak ilçenin-kasabanın yalıtılması, devlete karşı savunmanın güçlendirilmesi oldukça önemli bir adımdır. Yine son aylarda, devletin saldırılarının artması üzerine, birçok il ve ilçede “özyönetim” ilan edilmesi ise, bir adım daha ileri gidildiği anlamına gelmektedir.
Özellikle Cizre’de yaşananlar, Kürt halkının geldiği düzeyi göstermesi yönüyle çarpıcıdır. Sokağa çıkma yasağını tanımayan, barikatlar ve hendeklerle devletin sokaklara girmesini engelleyen, bütün bir halkın direnişi sözkonusudur Cizre’de.
Tüm bu koşullar, devletin saldırılarına rağmen, mücadelenin daha da yükseleceğini göstermektedir. ‘90’lardan en önemli farkı budur.
İkincisi, ‘90’larda devlet, bir blok olarak Kürt hareketine saldırmıştır. Klikler arası farklılıklar geriye itilmiş, Kürt halkına karşı birleşik-topyekun bir saldırı başlatılmıştır. Bugünkü saldırı ise, devletin bir bölümünün, burjuvazinin bir kesiminin saldırısıdır. Diğer kesimler, bu saldırılara karşı olduklarını net ve açık biçimde ortaya koymaktadırlar. Hatta, AKP’nin kendi içinde bile “çatlak ses” yükselmektedir.
Kürt halkının “bağımsızlık” ve hatta “özerklik” talebi, elbette ki burjuvazinin bütün kesimlerinin karşı durduğu bir taleptir. Ancak halka dönük fiili saldırganlık, bugün AKP-Erdoğan kliğinde somutlanmakta ve diğerlerinin tepkisini çekmektedir.
Emperyalistler de bu saldırıları yanlış ve zamansız bulmaktadır. Bir yandan saldırının doğrudan halka karşı olması, diğer yandan bu saldırıların PYD ve PKK ile Suriye’de kurulacak bir işbirliğinin önüne engel olarak dikilmesi, ABD emperyalistlerinin saldırılara karşı çıkma nedenidir.
Bu durum, saldırıların sistemli hale getirilip sürdürülmesinin önündeki engellerden biridir. Saldırılar, Kürt halkının mücadelesini durduramayacağı gibi, bu saldırgan politikalara tepki duyan, karşı çıkan bütün kesimleri birleştiren bir zemin oluşturmaktadır. Tepkilerin ve muhalefetin yükseldiği koşullarda, devletin saldırgan kanadının bu tutumunu sürdürmesi giderek zorlaşacak ve bir noktada bitirmek zorunda kalacaktır.
Üçüncüsü, Öcalan ve İmralı heyeti üzerinden yürütülen ve “çözüm süreci” adı verilen uzlaşmacı süreç, yine ‘90’lardan bir başka farklılığın göstergesidir. ‘90’larda Kürt siyasal hareketi, “ulusal kurtuluş savaşı yürüten küçük burjuva devrimci” bir kimliğe sahipti. Şimdi ise, ‘99’dan itibaren uzlaşmacı-teslimiyetçi bir rotaya girerek, mücadeleyi burjuva-ulusalcı bir çizgide sürdürmektedir. Öcalan ile devlet arasında son birkaç yıla damgasını vuran görüşmeler bunun bir yanını oluşturmaktadır. Diğer yanında ise, Kobane direnişinden bu yana giderek artmakta olan ABD ile ilişkiler sözkonusudur. ABD’nin Kobane’de PYD ile birlikte hareket etmesi, Tel Abyad’ın ele geçirilmesi ve iki kantonun birleştirilmesinde olduğu gibi zaman zaman PYD’nin önünü açması, Kandil’den ya da Türkiye’deki gelişmelerden bağımsız değildir. ‘90’lı yıllarda ABD’ye daha mesafeli duran PKK, bugün ABD ile işbirliğini meşrulaştırmaktadır. Kandil’in bombalanması başta olmak üzere Kürt halkına dönük saldırılara ABD’nin de tepki göstermesi bunun somut görüngülerinden biridir.
“Çözüm süreci” adı verilen ve hem devletle hem de ABD ile yürütülen ilişkiler, Kürt siyasal hareketi açısından öylesine belirleyicidir ki, bugün “müzakereler” yeniden başlasa, Kürt halkına dönük saldırılar önemini yitirebilir.
HDP’nin tutumu, bunun böyle olacağının işaretlerini vermektedir zaten. HDP eşbaşkanı Demirtaş, Kürt halkı üzerindeki bu açık devlet terörünü ve vahşi saldırganlığı, “devletin güvenlikçi politikaları” olarak isimlendirerek hafifsetmektedir. Keza, bölgeye heyet göndermek gibi birkaç adımı bir kenara bırakacak olursak, HDP’nin asıl gündemi seçim-koalisyon tartışmalarıdır. Cizre’deki katliam döneminde, bölgenin içinde yaşayan birkaç milletvekili dışında HDP’nin genel olarak ilgisiz ve eylemsiz kalması önemlidir. Bu kadar büyük bir saldırıda bile, ne doğru düzgün bir eylem kararı almış, ne kitleleri sokağa çağırmış, ne kurumları harekete geçirmişlerdir. Katliamın 6. günü mecbur kaldıkları yürüyüş ise, hızla geriye çekilmiştir. Görünen o ki, Kobane’ye destek eylemlerinin arkasından burjuvazinin Demirtaş ve HDP’ye dönük eleştirileri karşılığını bulmuş, HDP geçmişin militan-mücadeleci hattından parlamentarist-düzeniçi hattına doğru hızla kaymıştır.
HDP bölgedeki saldırıları teşhir etmeye değil, dayatılmakta olan seçimlerde oyunu yüzde 20’ye çıkartmaya kilitlenmiştir adeta. Öyle ki, bölge halkı bile bunu görmekte, “burada katliam yaşıyoruz, canımızın derdindeyiz, seçimi bırakıp bizimle ilgilensinler” diye tepki göstermektedir.
Sonuçta, Kürt hareketi büyümüş, kitleselleşmiş, uluslararası planda meşruiyetini güçlendirmiştir; ancak hareketin öncülerinin öncelikleri ile bölge halkının öncelikleri arasında bir açı farkı da oluşmuştur. Hareketin en önemli handikapı da budur.
Bu üç unsur, saldırıların şiddetini artırmakla birlikte Kürt halkının direnişini, öfkesini büyütmektedir. Ancak yasal platformdaki temsilcilerin geriye çeken tutumu ile, alandaki militan mücadelenin çelişkisi, bu dönemin dikkat çekici yanıdır ve Kürt hareketinin dezavantajıdır.