“Günlerin bugün getirdiği / Baskı, zulüm ve kandır” diye başlar 1 Mayıs marşı.
Türkiyeli devrimcilerin dünya proletaryasına, ezilen halklarına armağan ettiği bir marştır bu. Bizim ülkemizin işçi ve emekçilerinin sorunlarını, özlemlerini anlatmaktadır; o yüzden de bize çok yakın gelir ve yıllardır büyük bir coşkuyla söylenmiştir. Ama aynı zamanda enternasyonaldir; tüm dünya proletaryasının, emekçilerin, ezilen halkların sahiplenmesi de bu yüzdendir.
1 Mayıs’a doğru ilerlediğimiz bugünlerde, “baskı, zulüm ve kan”ın en şiddetli haliyle yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Aylardır Kürt bölgesi faşist abluka altında. Yakılan-yıkılan evlerin arasından ceset parçaları çıkıyor. Aileler cenazelerini bile kaldıramıyor. Bu zulüm devam ederken, bir de evlerinden-yurtlarından olmakla karşı karşıyalar. Devlet “acele kamulaştırma” ile, başta Sur olmak üzere yıkılan yerlere el koymaya hazırlanıyor. Hem bir rant alanı açıyor, hem de Kürt bölgesinin kültürel ve nüfus yapısını değiştirmeyi amaçlıyor.
Devletin saldırısı Kürt halkıyla sınırlı değil. İşçi ve emekçilere dönük çok büyük hak gasplarını içeren saldırı programları devrede. “Ulusal İstihdam Stratejisi” adı altında meclise getirilen yasa tasarısı, “kiralık işçiliği” dayatıyor. Kölece çalışmak dışında hiçbir hakkı kalmayan işçileri, sınıf olmaktan çıkarıp tamamen örgütsüz hale getirmek istiyorlar. Sözde “taşeronu kaldırıyoruz” diyerek, taşeron işçisinin bugüne dek elde ettiği hakları da sıfırlayan, iş güvencesi olmayan, ne işçi ne memur, “özel sözleşmeli” hale getiriliyor. Bir diğer seçim vaadi olan asgari ücretin bin 300 TL olması ise iyice budandı. Ayrıca yıllardır çalışan işçilerin ücreti, yeni işçilerin ücreti ile eşitlenir duruma geldi. Buna karşı metal işçilerinin başlattığı “ek zam” eylemleri, polis saldırısına uğradı.
Emekçi memurlar da bu saldırı sağanağından paylarına düşeni alıyor. İşgüvencesi sağlayan 657 sayılı yasanın değişmesi gündemde. Toplu sözleşmesi, grev hakkı olmayan bir sendika dayatılıyor kamu emekçilerine. Keza küçük üreticiler kan ağlıyor. Fındık üreticisinden süt, sebze-meyve üreticisine, hepsi kendilerine çok düşük fiyat dayatmasına feryat ediyorlar. Buna karşılık marketlerde yüksek fiyatlarla satılması, asıl vurgunun gıda tekelleri tarafından gerçekleştiğini gözler önüne seriyor.
Kısacası işçi, emekçi, ezilen kesimler topyekün bir saldırı altında. Buna karşı sesini yükselten gazeteci, aydın, akademisyen, avukat vb. kesimler de soruşturma-tutuklama kıskacı ile boğulmak isteniyor. Ülke, büyük bir hapishaneye çevrildi. Diğer yandan taciz, tecavüz olaylarında, adeta patlama yaşandı. Hem de dini vakıflarda, okul ve yurtlarda, öğretmen ve hocalar tarafından…
* * *
Devletin bu topyekün saldırısını, sadece Erdoğan’ın kişisel tutumuyla ve başkanlık hırsıyla açıklamak doğru değildir. Başta Kürt halkı olmak üzere işçi ve emekçilere karşı, devletin açtığı bir savaş sözkonusudur. Egemen sınıfların içte ve dışta yaşadıkları sıkışma bunu dayatmaktadır. Burada Erdoğan’ın rolü, biçimseldir, sınırlıdır. Ayrıca yapılanların, emperyalistlerin bölgeye dönük politikalarından bağımsız olmadığı, aksine onun yıkıcı sonuçlarının yansıması olduğu gözlerden kaçmamalıdır.
Hal böyleyken son günlerde ABD’nin Erdoğan’ı gözden çıkardığı, Obama’nın artık görüşmediği türü haberler ortalığı kapladı. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonunun baş aktörü Rıza Sarraf’ın Amerika’da tutuklanması da bu düşünceleri güçlendirdi. Sarraf’ı tutuklayan savcıya övgüler yağdırıldı!
ABD’nin Erdoğan’dan rahatsızlığı daha önceki yıllarda da ortaya atılmıştı. Fakat her defasında Erdoğan yerini muhafaza etti, hatta sağlamlaştırdı. Bunu da başta ABD olmak üzere emperyalistlere verdiği tavizlere borçluydu. Bir kez daha bunu deneyeceği aşikardır. Nitekim son ABD gezisinde, Obama’nın görüşmeyeceği söylendiği halde, görüşme gerçekleşti. Kim bilir hangi tavizlerle?!
Kuşkusuz Erdoğan’ın da emperyalistler açısından bir “kullanma süresi” vardır. O süre sonunda ipini çekeceklerdir. Fakat burada belirleyici olan dış faktörlerden ziyade iç dinamiklerdir. En son Arap isyanlarında görüldüğü gibi, içte ciddi bir muhalefet yükselmeden diktatörlerin sonu gelmez! Kendi gücüne güvenmeyip “dışardan” medet ummak, son derece yanlış ve tehlikeli bir yaklaşımdır.
Başta ABD ve AB olmak üzere emperyalistler, hem kendi kamuoylarını, hem de bağımlı ülkelerin halkını etkilemek için, çoğu kez “demokrasi” havarisi kesiliyorlar. Bu da burjuva aydınlar tarafından abartılarak kitlelere aktarılıyor ve onlardan bir umut ve beklenti havası yayılıyor. Oysa emperyalistlerin “demokrasi”, “insan hakları” vb. kavramları demagojik olarak kullandıklarını, kendi çıkarları için en kanlı diktatörleri desteklediklerini, tekellerin azami karı için oluk oluk kan akıttıklarını biliyoruz.
Geçtiğimiz günlerde AB emperyalistlerinin AKP’nin mülteci kartı karşısında nasıl geri adım attıklarını gördük. Tam da 1 Kasım seçimleri öncesi iki kez Merkel’in Türkiye’ye gelmesi, AB raporunun seçim sonrasına bırakılması, AKP’ye açık bir destek değil miydi? Davutoğlu’nun “Kayseri pazarlığı” sadece Türkiye’nin değil, AB’nin de utancıdır.
* * *
Her dönem 1 Mayısların, işçi ve emekçilerin mücadelesinde ayrı bir yeri olmuştur. Bu dönemde yaşanan saldırıların boyutu ise, 1 Mayıs’ı çok daha önemli hale getirdi.
1 Mayıs, bu saldırı sağanağını durdurmada bir fırsata çevrilmelidir! İşçi-emekçi ve ezilen halkların kol kola girerek yürüdüğü, emperyalistlere ve işbirlikçilere meydan okuduğu bir gün olmalıdır! Onları durduracak tek güç, halkın birleşik gücüdür çünkü.
1 Mayıs’ın kutlanmasını bu yıl da engellemek isteyeceklerini biliyoruz. Ama 1 Mayıs, engellere sığmayan bir gündür! Bu kez de tüm engellere, yasaklara rağmen sokaklara çıkılacak, savaşa ve faşizme karşı öfke haykırılacaktır. Tam da 1 Mayıs’ı simgeleyen “birlik, dayanışma ve mücadele” gerçekleşecektir.
1 Mayıs marşı “günlerin bugün getirdiği” ile başlar ve ardından “ancak bu böyle gitmez / sömürü devam etmez” diye devam eder. Gerçekten de karanlığın en koyusunun yaşandığı bir anda “yepyeni bir güneş doğar” ve “devrimin şanlı yolunda ilerleyen halklar” bu kanemici sınıfları ezer geçer.