Laikliğe yaklaşım üzerine

arka-logo

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı İsmail Kahraman’ın geçtiğimiz günlerde sarfettiği sözler, laikliği yeniden gündemleştirdi ve tartışmalara yol açtı. Kahraman, “Anayasada laiklik olmamalı, yeni ve dindar bir anayasa olmalı” diyerek, dinci-gericiliğin özlemini bir kez daha ifade etti. Bunun söyleyen kişinin şu anda TBMM Başkanı olması, kuşkusuz işin ciddiyetini arttırıyor.

Sonrasında “bu benim kişisel görüşüm” dese de, Erdoğan başta olmak üzere AKP kurmayları, böyle bir niyetleri olmadığına dair açıklamalar yapsalar da; bu akımın ideolojik hattını ve geçmişten bugüne yaptıklarını bilen herkes, oynanan oyunun farkında.

AKP uzun bir süredir yaşama geçirmek istediği konuları önce ortaya atıyor, gelen tepkileri ölçüyor; ona göre kimi zaman -daha sonra yeniden denemek üzere- geri çekiyor, kimi zaman da adım adım uygulamaya sokuyor. Sonuçta konu bir biçimde ortaya atılmış ve tartışılmaya başlanmış oluyor. Adeta önce kulaklarda bir aşinalık yaratılıyor ve yavaş yavaş normalleştiriliyor, kanıksatılıyor. Kurbağanın kısık ateşte suyun ısınmasına alıştırılıp pişirilmesi gibi, zıplatmadan amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlar. Türbandan, eğitim sistemine kadar her uygulama öncesinde bunu yaptılar.

Dolayısıyla sarfedilen sözler, ne İsmail Kahraman’ın “kişisel görüşü”dür; ne de AKP’nin laiklikle sorunu bitmiştir. Fiiliyatta laikliğe aykırı birçok şey yapıldı, yapılıyor. Buna son noktayı anayasa değişikliği ile koymak istiyorlar.  Zaten “yeni anayasa” AKP’nin bugüne dek yaptıklarını resmileştirmek ve anayasal bir güvenceye kavuşturmak için gündeme getirilmiyor mu? Ayrıca Erdoğan, yıllar önce “hem Müslüman hem laik olunmaz” dememiş miydi? Sadece eğitim alanında yapılanlar bile, bu gerçeği gözler önüne seriyor.

Erdoğan, geçtiğimiz günlerde İmam Hatip’li gençlerle yaptığı toplantıda, bu okulların 60 binden 1 milyon 200 bine çıktığını övünerek anlattı. Bu devasa artışla da yetinmediler, tüm okulları “İmam Hatip”leştirdiler. “Seçmeli” denilerek dini dersleri zorunlu hale getiridiler. Keza anadolu-fen liselerini kazanamayan emekçi çocuklara İmam Hatip’lere gitmek dışında seçenek bırakılmadı. Böylece hedefledikleri “dindar ve kindar” gençliği yaratma yolunda önemli mesafeler aldılar.

2 bin 500’den fazla İslami vakıf bulunuyor. Buralarda ana okulundan başlayarak çocuklara dini eğitim veriyorlar. Fiilen medreseler açılmış durumda. Zaten Erdoğan da “medreselerin kapatılması yanlıştı” diyor. Ki bu “yanlış” halen anayasada varlığını koruyor! Ama Erdoğan için “anayasal suç” işlemenin hiç bir hükmü yok!

Son rakamlara göre, 90 bin cami, 17 bin 500 cami yaptırma derneği, 150 bin imam var. İmamlar artık subay, hâkim, savcı vb. olabiliyor. Türban, anaokullara kadar yayıldı. Keza avukatlardan öğretmenlere hemen her mesleğe doğru genişledi. 6.4 milyar bütçesi, 1 milyonluk makam arabasıyla, hazineden en çok pay alan kurum haline gelen Diyanet, her konuya ilişkin fetva veriyor. Kandiller dini bayramlar gibi kutlanır oldu. Üniversite kampüsleri, kültür merkezleri “külliye” adını aldı. “Kaçak saray” bile “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi” olarak geçiyor!

 

“Laiklik bizi ilgilendirmez” mi?

İlk anda sayabileceğimiz bu gelişmeler, AKP döneminde dinci-gerici uygulama ve söylemlerin ne denli yaygınlaştığını göstermektedir. Bu durumun toplumun yapısını değiştirmemesi düşünülemez. Dünya çapında kamuoyu araştırmaları yapan bir kurumun (PEW) son araştırmasına göre, Türkiye’de yasaların Kuran’a göre düzenlenmesini isteyenlerin (yani şeriat isteyenlerin) oranı yüzde 13. Bu oran 2011’de yüzde 8 imiş! Daha önce yapılan bir ankette Türkiye’de IŞİD sempatizanlarının oranı da, yüzde 14 çıkmıştı. Şeriat isyenlerle aşağı-yukarı çakışıyor.

IŞİD ya da şeriat dışında, yaşamlarını dini kurallara göre sürdürmek isteyenlerin oranı çok daha yüksek. Bu oranlardan daha vahim olanı ise, dinci kesimlerin büyük oranda örgütlü olmalarıdır. Hükümetin her tür desteğini arkalarına almış olmanın güveni ile hareket ediyorlar ve büyümelerini kesintisiz biçimde sürüyorlar.

Bu tablo karşısında, kendisine “laik” diyen kesimlerde, “laiklik anayasada kalsa ne olacak, kalmasa ne olacak” ya da “laiklik mi kaldı” diyerek duruma teslim olanlar artıyor. Asıl önemlisi, devrimci-demokrat kesimlerde laikliğin küçümsenmesi, hayırhah bir tutum takınılmasıdır. Kemalist laikliğin eksikleri sıralanarak, sanki AKP döneminde değişen bir şey olmamış, ya da en fazla “niceliksel bir fark” varmış gibi davranılıyor. Laiklik, işçi ve emekçileri ilgilendirmezmiş, sadece burjuvazinin sorunuymuş gibi ele alınıyor. Dolayısıyla AKP’nin laiklik karşıtı söylem ve uygulamalarına herhangi bir karşı çıkış yapılmıyor, bu alan “ulusalcılar”a, “sosyal-demokratlar”a bırakılıyor.

Laiklik, gerçekten işçi ve emekçileri ilgilendirmiyor mu? Dinci-gericiliğin tüm topluma nüfuz etmesi, devrim ve sosyalizm mücadelesine çekilmesi gereken kitlenin dinle uyuşturulması, devrimci ve komünistleri etkilemiyor mu, en azından faaliyet alanını daraltmıyor mu? Çocuk ve gençlerin kafalarının hurafelerle doldurulması, hatta bir kısmının radikal-dinci militanlar haline getirilmesi, geleceğimizi tehdit etmiyor mu? Kadın cinayetlerinin, taciz ve tecavüzün bu denli artması, dinci-gericiliğin yayılmasından bağımsız olabilir mi?

Hal böyleyken laikliği sadece burjuvazinin sorunu olarak ele almak ve burjuva kliklerin çekişmesine indirgemek ne kadar doğrudur? Ya da laiklik denilince “Kemalist laikliği” anlamak, onun eksiklerini öne çıkararak dinci-gericiğin yayılmasını sorun etmemek nasıl bir bakışaçısıdır?

Kitlelerin “dinci-laik” şeklinde yapay bir şekilde bölünmesine karşı çıkmak başkadır, “laiklik bizi ilgilendirmez” demek başka! Kaldı ki, şu dönem AKP’ye karşı darbe hazırlığında olan kliklerin, “laiklik” savunusu altında kitleleri peşinden sürükleme gibi bir çabası da yoktur. Burjuva klikler arasında “dinci-laik” kavgası gerilere düşmüştür. Laiklik bayraktarlığı yapanlar yenilmiş, hatta “Kürt düşmanlığı” ekseninde AKP ile işbirliğine girmişlerdir. Bugün öne çıkan şoven-milliyetçi kesimlerin “laiklik” demagojisi değil, dinci-gericiliğin artan saldırganlığıdır.

Siyaset, somut durumdaki gelişmelerden, öne çıkan asıl tehlikeden bağımsız belirlenemez. Fakat karşı karşıya kaldığımız durum, somut gelişmeleri dikkate almayan yanlış bir siyaset belirleme sorunu da değildir. Aksine ideolojik bir kayış sözkonusudur. Çünkü din ve laiklik, bir dünya görüşü, bir yaşam tarzıdır. Zaten laiklik konusundaki hayırhah tutum, dine karşı hoşgörü ile de birleşmiştir. Durumu daha vahim kılan budur.

Son yıllarda Kürt ulusal hareketinden Türkiye devrimci hareketine doğru yayılan “dinle uzlaşma” eğilimi baskındır. Öyle ki, HDP’li bazı milletvekilleri “tekke ve zaviyelerin kapatılması”na karşı çıkıyor, hatta yeniden açılmasını savunuyorlar. HDP’de gerici kesimlerin sözcüsü Altan Tan’ın gündeme getirdiği bu konu, daha önce Alevi kurumlarında başkanlık yapmış bir milletvekili tarafından (Müslim Doğan) kanun teklifi haline getirildi. Böylece yükselecek olası tepkileri de azaltmak amaçlandı. Bu durumda HDP kurumsal olarak da teklifin arkasında olacaktır. Kaldı ki, Altan Tan’ın Ensar Vakfı’nı savunusu tepkiyle karşılandığı halde, HDP yönetiminin bir yaptırımı sözkonusu olmamıştır.

HDP-HDK içinde yeralan kurumlar başta olmak üzere, Kürt ulusal hareketinin etkisi altında kalan birçok devrimci yapı, dinci-gericiliğe karşı mücadeleyi gündemlerinden çıkarmıştır. Mücadele adına yapılan en ileri şey ise, “din bu değil” üzerinden yürütülüyor! İslam dininin faziletleri sıralanıyor, “demokratik islam konferansları” toplanıyor, “alternatif cuma”lar örgütleniyor, vb… Dine ML bakış çoktan unutulmuş, hatta terkedilmiş durumda. Devrimci hareketin “çocukluk dönemi” diyebileceğimiz yıllarda görülen sekter tutumlar abartılarak mahkum ediliyor ve diğer uca savrulmanın zemini yapılıyor.

Elbette bütün bunlar devrimci harekette yaşanan tasfiyeci süreçten ve reformizme kayıştan bağımsız değil. Kadın sorunundan ulusal soruna her konuda olduğu gibi bu konuda da en temel ML doğrular ve tarihsel gerçekler unutulmuş ya da bilinçli bir şekilde çarpıtılmıştır.

Onun için temel doğruları ve tarihsel gerçekleri yeniden hatırlamak ve hatırlatmak zorundayız Dinin ne zaman ve hangi koşullarda doğduğu, laikliğin hangi dönemde ve ne amaçlarla ortaya atıldığı, burjuva laikliğin evrimi ve sınırları, Türkiye’de laikliğin neden güdük kaldığı vb. pek çok soruya ML bilimin ışığında bir kez daha bakmak gerekiyor. Gerçekleri görebilmek ve doğru bir siyasal-pratik tutum belirleyebilmek buradan geçiyor.

 

Dinin ortaya çıkışı ve evrimi

İlk çağlarda din, insanın doğada olup bitenleri çözememesi ve bunu doğaüstü güçlere bağlamasının bir sonucu olarak ortaya çıktı. O dönemki insanlar, korkutucu doğa güçleri karşısında son derece güçsüzdü. Dünya, yaşadıkları kabilenin çevresiyle sınırlıydı. Bilinçleri de o kadar gelişmişti. Sonrasında çocukça gelecek inançlara körü körüne boyun eğmeleri, bu koşulların ürünüdür.

O dönemki inanışa göre, gök tanrısı, deniz tanrısı, fırtına tanrısı vb. tanrılar, ölümsüz olmayı başaran ve çok büyük güçlere sahip insanlar olarak düşünülmüştür. Kült bir heykelin içinde yaşar ve geleceğin yazgısını belirlerler. Onları değiştirebilmek mümkün değildir. İnsanlara düşen tek şey, tanrıların öfkesini yatıştıracak dinsel törenler yapmaktır.

“Çok tanrılı dinler” olarak geçen bu doğa güçlerine tapınma, ilkel komünal toplumun başlangıç evresine kadar uzanan yüzbinlerce yıllık bir dönemi kapsamaktadır. Genel olarak din, insanlığın gelişimi ve toplumsal dönüşümle birlikte değişmiş, dönüşmüştür. İlkel komünal dönem olarak adlandırdığımız “çok tanrılı dinler” dönemi, üretim güçlerindeki gelişmeyle, yerini “tek tanrılı dinler”e bırakacaktır.

Üretim aletlerindeki gelişme, çalışmayı kolaylaştırdıkça doğa afetlerine karşı yedekler birikmiş ve bunlara el konulmasıyla ilk sınıflı toplum kölecilik doğmuştur. O andan itibaren insanlığın karşısına doğa güçlerinin yanı sıra toplumsal güçler de dikilir. Başlangıçta yalnızca doğanın gizemli güçlerinin yansıması olan “fantastik kişilikler”, toplumsal bir nitelik kazanır. Çok sayıdaki tanrılar yerini, “soyut insanın yansımasından başka bir şey olmayan” tek bir tanrıya bırakır.

İslamiyetin diğer tek tanrılı dinlerden (musevilik, hıristiyanlık) farklı koşullarda doğmasının, onu tüm toplumu dizayn eden bir din haline getirdiği, o yüzden de laikliğin İslamiyetle bağdaşmadığı ileri sürülür. Elbette İslamiyet farklı koşullarda ortaya çıkmıştır. Ancak buradan ne Hıristiyanlığın baskıcı olmadığı sanılmalıdır, ne de laikliğin uygulanmasındaki sorunların sadece İslamiyetle bağı olduğu…

İslamiyet, Arap yarımadasında devletin olmadığı bir dönemde ortaya çıktı. Verimsiz doğa koşullarının da etkisiyle soygun-talana dayanan ilkel kabile yaşamı hüküm sürüyordu. Bu durum özel mülkiyetin ve ticaretin gelişimini engelliyordu. O yüzden kısa sürede devlet olarak örgütlendi, toplum yaşamını düzenleyen kurallar koydu. Buna karşın Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun en güçlü olduğu dönemlerde ortaya çıktı, bu güçlü iktidarla çatışmamak için “ruhani ve cismani iktidar” ayrımını getirdi. Kendisini “ruhani” alanla sınırlarken, “cismani” alanı Roma’ya bıraktı. Ne var ki, sonrasında taç giyerek Roma’nın resmi dini olunca, kilise gittikçe güçlendi, kralları deviren bir güç haline geldi.

Dolayısıyla Hıristiyanlığın dünyevi yaşamın dışında kaldığı söylenemez. Hiçbir din yoktur ki, -özellikle egemen olduktan sonra- toplumsal yaşamı düzenlemeye kalkmasın! Zaten egemen sınıflar dine, toplumu denetim altında tutmak için gereksinim duymuşlar ve o şekilde kullanmışlardır.

Laikliğin İslam ülkelerinde uygulanamayışını bu dinin özelliklerine bağlamak da doğru değildir. Birincisi; “toplumsal düzeni” belirleyen din değil, her zaman ekonomik ilişkiler olmuştur. Din, bir üstyapı kurumu olarak, o ekonomik ilişkileri perdelemenin bir aracı haline getirilmiştir. İkincisi laiklik, her ülkenin sosyo-ekonomik yapısına, sınıfların durumuna göre değişmiştir. Üçüncüsü, burjuvazi ilk ortaya çıktığı zaman laikliğe gereksinim duymuş, sonra “eski” egemenlere uzlaşma yolunu tercih etmiştir.

Sonuçta dinin ortaya çıkışı ve gelişimine kısaca göz attığımızda; ilk çağlarda insan ile doğa arasındaki mücadelenin zorluklarına karşı doğa güçlerine tapma şeklinde ortaya çıktığını ve insanlığın gelişiminin belli bir aşamasında bizzat yaşam içinde kaybolmaya başladığını görürüz. Fakat sınıflı topluma geçişle birlikte, yani ilkel komünal toplumdan köleci topluma geçildikten sonra din, özellikle muhafaza edilmiştir. Sömürünün gerçek nedenini gizlemek için dine, dinsel önyargılara sarılmışlardır. Dinin bu kadar kalıcı olmasının sebebi de budur.

 

Dinde reform, aydınlanma

ve laiklik

Köleci toplumdan feodalizme evrilişle birlikte din de ona özgü biçimler aldı. Ortaçağ, dinin “altın çağı” oldu, tüm bilimler, teolojiye (dinbilim) göre biçimlendi. Hıristiyan dininin sembolleştiği kilise, ideolojik, iktisadi, siyasi bir güç elde etti. Onun çizdiği sınırların dışına çıkanlar Engizisyon mahkemelerinde ölümle cezalandırıldı. Birçok bilim insanı yakılarak öldürüldü.

Fakat zamanla kentlerde büyüyen burjuvaziye, ortaçağın derebeylik düzeni dar gelmeye başladı. Üretimi geliştirmek için bilime ihtiyaç duyuyorlardı. Kilise ise, bilimin inanç sınırlarının dışına çıkmasına izin vermiyordu. Öte yandan kilise, milyonlarca hektar toprağa sahipti. Burjuvazi, kilisenin elinde tuttuğu topraklara ve tüm gelirlerine göz dikmişti.

Almanya’da Luther, Fransa’da Calvin’in başını çektiği dinde reformculuk hareketi, 17. yüzyılda bu ortamda gelişti. Öncesinde sanat, edebiyat ve felsefe alanlarında Ortaçağ’ın dinsel temalarından uzaklaşarak antik dönem eserlerine dönen rönesans (yeniden doğuş) dinsel alana da yansıdı. Matbaanın da bulunmasıyla farklı düşünceler hızla yayılma olanağı buldu.

Reformcular, tanrı ile inanan kişi arasında her çeşit aracının kalkması gerektiğini savundular. İnsanların eşit ve özgür olarak doğduğu fikrini yaydılar. Ve yüzyıllardır kutsallaştırılan ilkeleri tartışılır kıldılar. Hareket, dinsel bir başkaldırı gibi görünse de, yukarıda bellirttiğimiz ekonomik ve siyasi bir altyapıya sahipti. Yeni doğan sınıfın, ticaret burjuvazisinin gelişmesini engelleyen koşulları ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Dolayısıyla burjuvazinin emekçi sınıfları da peşine takarak gerçekleştirdiği büyük bir dönüşüm yarattı.

Reformcular (protestan mezhebi) Almanya’da yenildi, Fransa’da başarı kazandı, İngiltere’de ise uzlaşmayla sonuçlandı. Fakat burjuvazi güçlendikçe, feodalizme karşı her alanda radikal bir mücadeleye girişti. Feodal iktidarın en önemli dayanağını oluşturan kiliseye cepheden savaş açtı.

Burjuva demokratik devrimler “Aydınlanma Çağı” ve Laisizm de bu zeminde gelişti. (Laik sözcüğü, Latince “laicus” sözcüğünden türeyen “din adamı dışında kalan halk” anlamına gelmektedir. Lasizm ise Fransa’da devletin tüm dinler karşısında tarafsız olması ilkesini savunan akıma verilmiştir.)

Aydınlanmacılar, başta toplum sorunları olmak üzere insanlığın tüm sorunlarının doğa bilimlerinde kullanılan yöntemlerle çözülebileceği inanıyordu. İnsana daha düzenli ve dengeli bir yaşam biçimini öneriyor ve bunu aklıyla kurabileceğini söylüyordu. Aydınlanmacılığın akılcılık (rasyonalizm) olarak adlandırılması, bundan dolayıdır. İnsan aklının da bilimsel ve özgürlükçü bir eğitimle gelişeceğini savundular. Dinin sadece devlet işlerinden değil, okuldan da elini çekmesini istediler. Bu anlamda dini, bilinci sakatlayan bir güç olarak gördüler.

Aydınlanmacılar asıl olarak Fransa’da öne çıktı. Diderot, Voltaire, J.J.Rousseau, en çok tanınan isimlerdir. Bu aydınlar görüşlerini bir Ansiklopedi’de topladıkları için “Ansiklopedistler” olarak da bilinir. Aralarında materyalist düşünceleri ilk ortaya atanlar da vardır. Yönetim sistemi olarak yasa ile sınırlandırılmış bir sistemi savunmuş, onun mücadelesini vermişlerdir. Rousseau’nun “Toplumsal Sözleşme”si  kralın tanrısal egemenliği yerine “halkın egemenliği”ni savunur. Ayrıca “yasama-yürütme-yargı” şeklinde “kuvvetler ayrılığı” ilkesi de ilk olarak bu dönemde aydınlanmacılar tarafından ortaya atılmıştır.

18. yüzyılın ortalarında çıkan Aydınlanmacılar, 1789 Fransız Devrimi başta olmak üzere burjuva demokratik devrimleri besleyen, onları ideolojik olarak güçlendiren bir akım olmuştur. Sadece Fransa’yı değil tüm dünyayı etkileyen bir düşünce akımıdır. Laiklik, ekonomik altyapısında burjuvazinin ihtiyaçlarının bir sonucu olarak önce reformcuların, ardından aydınlanmacıların ideolojik-siyasi savaşıyla ortaya çıkmış ve toplumları ileri götüren bir kazanım olmuştur.

Fakat burjuvazi iktidarı ele geçirdikten sonra devrimci barutunu tüketti, gericileşti. Emperyalizm aşamasında ise, her alanda gericiliğin doruğuna çıktı. Hegemonyasını sürdürebilmek için, kendinden önceki egemen sınıfın kültürüne ve dine sarıldı. Çünkü din, insanlar için yararlı bir sınırlama idi. Başka ülkelerle giriştikleri savaşlarda, ülke içinde işçi ve emekçileri daha yoğun biçimde sömürmede, çok önemli bir işlev görüyordu. Böylece kapitilize edilmiş haliyle burjuvazinin kullandığı bir araç oldu. Lenin’in dediği gibi; “Burjuvazi, büyüyen ve güçlenen proletarya karşısında kapıldığı korku yüzünden, köhnemiş, çökmeye yüz tutmuş, ortaçağ eseri ne varsa, hepsine dört elle sarıldı.” (ML ilkeleri I -Yay yayınları, sf: 76)

Diğer yandan burjuvazinin feodalite ve kiliselerle mücadelesi her yerde aynı radikallikle gerçekleşmedi. Örneğin İtalya’da saray monarşisi ile uzlaştılar. İtalya’da dinsel otoritenin gücünü koruması ve günümüze kadar gelmesi, bundan dolayıdır. Bu tür uzlaşmalarla kapitalizme geçişin yapıldığı yerlerde, dinin toplumsal yaşam üzerindeki etkinliği daha güçlüdür. Ayrıca burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığı ülkelerde, işbirlikçi burjuvazi, feodal sınıflarla ittifak yaparak feodal ideoloji ve kültürü, ona özgü biçimiyle dini korudu ve geliştirdi. Türkiye de bu ülkelerden biridir.

 

Türkiye’de laiklik

Merkezi feodal bir sistem üzerine oturan Osmanlı Devleti’nde dinin üstünlüğü tartışılmazdı. Özellikle Yavuz Selim döneminde Mısır seferiyle birlikte halifeliğin de Osmanlı padişahlarına geçmesiyle, Osmanlı devletinde Müslüman ve Sünnilik baskın hale geldi. Şeriat kanunları esastı, medreselerde dini eğitim veriliyordu. Din, bir kurum olarak Şeyhülislam nezdinde devletin en üst düzeyinde temsil ediliyordu. Padişah çıkaracağı her kanunda, dinen de caiz olduğuna dair fetva çıkarmak durumundaydı. Tanzimat’la başlayan yenilik hareketlerinde anayasal kimi reformlar gerçekleştiyse de devletin dinle iç içeliği hep korundu.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, üstyapıda gerçekleştirilen bir dizi değişimden biri de laikliktir. Hatta laiklik, yapılan burjuva demokratik reformların içinde en radikalidir. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması, şer-i hukuk sisteminin değiştirilmesi, medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılması, tevhid-i tedrisat (öğrenim birliği) yasası, Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi ve ezanın Türkçe okunması, bu doğrultuda yapılan değişikliklerdir ve Osmanlı’dan kopuşun en köklü ifadeleridir.

Bunlar, Fransız devriminden esinlenmiştir. Fakat Türkiye’de laiklik Batı’dan farklı gelişir. Batı’da burjuva devrimlerinin düşünsel temelini oluşturan rönesans ve aydınlanma hareketi, Türkiye’de yaşanmamıştır. Avrupa’da beş-altı yüzyıllık bir ön hazırlık dönemi üzerinden yeni bir düzene geçilirken, bizde yüzyıllık bir geçiş dönemi bile sözkonusu değildir. Keza Batı’daki gibi altyapıda hakimiyetini oluşturan burjuvazinin, geniş halk kesimlerini arkasına alarak üstyapıyı-devleti ele geçirmesi gibi bir durum da yaşanmamıştır. Bunların bir sonucu olarak laikliği, yukarıdan aşağıya doğru ve baskıyla gerçekleştirilmek durumunda kalmışlardır. O yüzden de laiklik ülkemizde hep tartışmalı hale gelmiş, sosyo-ekonomik temel ve bu temel üzerinde yükselen ideoloji ve kültürle çatışmıştır.

Sonrasında, belli bir laik taban oluşmuşsa da, dinci-gericilik her zaman daha fazla bir kesim üzerinde etkili olabilmiştir. Bunun en önemli nedeni, emperyalizmle artan bağımlılık ilişkisi ve işbirlikçi burjuvazi ile feodal sınıfların ittifakıdır.

Kemalist önderlik, milli ticaret burjuvazisini temsil ediyordu ve ulusal kurtuluş savaşı cılız bir anti-emperyalist nitelik taşıyordu. Fakat anti-feodal bir niteliği yoktu. Bir kısım feodaller, topraklarını kurtarmak için kurtuluş savaşını desteklediler. M. Kemal de İslamiyeti, birleştirici bir öge olarak bir dönem kullandı. Sonrasında, sultanlık ve halifelik kaldırılıp, burjuvazinin ekonomik gelişimini hızlandıracak kararlar alınsa da, feodaller ekonomik güçlerini büyük oranda korudular. İktisadi bakımdan olduğu gibi ideoloji ve kültürleriyle de partilerde ve parlamentoda önemli bir güç oluşturdular.

Emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazi bundan yararlandı. Özellikle feodallerin etkin olduğu yerlerde, egemenliğini daha kolay sürdürebilmenin aracı olarak dini kullandı. Halk kitlelerini denetim altında tutabilmek, devrimci uyanışın hızını kesebilmek için dini düşünceleri belli bir seviyede korudu.

Diğer yandan, sınıf örgütlenmelerinin yaygın ve etkin hale gelememesi, geleneksel düşünce tarzına uygun olarak kitleleri dine yöneltti. Ekonomik ve sosyal bir altüst sürecine giren yığınlar, bunun nedenlerini, sosyo-ekonomik temellerini görmekte ve kavramakta zorlandıkça, kapitalizmin ahlaki ve kültürel yozlaşmasına karşı tutunacak bir dal olarak da dine sarıldılar.

Dini akımlar, ‘60’lı yıllardan itibaren komünizm düşmanlığı ile şekillendiler ve devrimci harekete karşı ideolojik bir silah, vurucu bir güç olarak kullanıldılar. 12 Eylül sonrası ise, bilinçli bir şekilde dinci gericilik körüklendi. Sendikalar ve çeşitli kitle örgütlerinin kapatılmasıyla birlikte tarikatların gelişmesine uygun zemin yaratıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarında baskın olan “Kemalist laiklik”ten, “laikliğin dinsizlik olmadığı” şeklinde bir rota değişikliğine gidildi. Okullarda din dersi zorunlu hale getirildi, İmam Hatip’ler çığ gibi arttı, resmi dairelere mescit yaptırıldı vb…

Cuntanın benimsediği yeni politika, dini akımların denetimli biçimde geliştirilmesiydi. Devrimci-demokrat harekete taban olabilecek kitleyi dinci-gericilikle zehirleyip en azından nötralize  etmeyi amaçladılar. Faşist MHP’nin 12 Eylül öncesi yükselen hareketi bastırmada yetersiz kalmasından da hareketle, yeniden dinci gericiğin palazlandırılmasına giriştiler. O yıllarda Kürt ulusal hareketinin gelişmeye başlaması da bunda etkili oldu. Kürt toplumunda etkin olan dini özellikle kullandılar.

Elbette laiklik konusundaki politika değişikliği, sadece iç politika ve güncel hesaplarla sınırlı değildir. Emperyalizmin bölgedeki hesapları sözkonusudur. Ortadoğu’da İran gibi bir jandarmayı yitiren ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacı artmıştı. SB’nin dağılma sürecine girmesi, Müslüman-Türk halklarının yaşadığı bölgelerde dinsel-ulusal çelişkileri körüklemeye uygun zemin yaratmıştı. “Türk-İslam sentezi” böyle bir dönemde ortaya atıldı. Bu, ABD’nin Ortadoğu’daki “yeşil kuşak” politikasına paralel olarak geliştirildi.

2000’li yılların başında “yeşil kuşak” politikası çökünce, ABD bu kez “ılımlı İslam” politikasını ortaya attı. Bunun için de Türkiye “model ülke” olarak seçildi. AKP, böyle bir konjonktürde kuruldu. “Milli Nizam Partisi” ile başlayıp “Milli Selamet”, “Refah”, “Saadet” diye uzayan partiler zincirinin son halkasıydı AKP.  Yelkenlerini ABD’nin desteği ile şişirerek yeni emperyalist savaşın öngününde Türkiye’nin başına getirildi.

Başlangıçta dinci-gerici yüzünü gizlemeye çalışan AKP, gücünü arttırdıkça gerçek kimliğini daha fazla gösterir oldu. Batı ile kıyaslandığında sınırlı ve sorunlu olan laiklik yönünde atılmış adımları da geri almaya başladı. Ve anayasadan çıkarma noktasına kadar gelip dayandı.

 

Tavrımız ne olmalı?

Bu kısa tarihsel özet de gösteriyor ki, laiklik insanlığın gelişiminde önemli bir kilometre taşıdır. 17. yüzyıldan 20 yüzyıla kadar uzanan burjuva demokratik devrimlerin ideolojik kaynağıdır. Ancak burjuvazi iktidarı ele geçirdikten sonra, laikliği revize etmiş ve yeniden dine sarılmıştır. Lenin’in deyimiyle; “bize kendi kendini yöneten kilise cemaatlerinde etkin olabilecek daha uygar, yenilenmiş, daha kurnaz bir din verin – işte sermayenin otokrasiden talep ettiği buydu.” (Din Üzerine, İnter yay sf: 33)

Tarihsel-toplumsal gelişmenin her ileri adımını kendi mirası ve kazanımı olarak gören komünistler, özgürlük ve demokratikleşmenin bir parçası olarak gördükleri laikliği sahiplendiler. Burjuvazinin ilk ortaya çıktığı dönemde benimsediği laikliği gerçek anlamda hiç bir yerde yaşama geçirmediğini, bu görevin de proletaryaya düştüğünü saptamışlardır. Tıpkı ulusal sorunda olduğu gibi laiklik de burjuva demokratik devrimlerin konusu iken, onun yarım bıraktığı işleri tamamlamak, proletarya önderliğindeki demokratik halk devrimlerine, sosyalizme kalmıştır.

“Proletarya bizim burjuva demokratik devrimimizin lideridir. Bu nedenle ortaçağın tüm kalıntılarına ve bu arada eski resmi dine, bunu canlandırma, yeniden biçimlendirme yolundaki tüm girişimlere karşı yürütülecek mücadeledeki ideolojik lider de proletarya partisi olmalıdır.” der Lenin. Yani dine karşı ideolojik mücadeleyi proletarya partisinin yürütmesi gerektiğini belirtir.

Son dönemde Lenin’in dini “kişisel bir sorun” olarak belirlemesinin çarpıtıldığına tanık oluyoruz. Sanki Lenin böyle söyleyerek, dini kişilerin vicdanına bırakmış, proletarya partisinin ve devletinin mücadele alanında görmemiş gibi lanse ediliyor. Böylece dinci propagandanın önü açılıyor, en hafifinde dine karşı hayırhah bir tutum alınmasına gerekçe yapılıyor. Oysa Lenin’in sözleri çok açıktır: “Proletarya partisi, devletin dini kişisel bir sorun olarak belirlemesini ister, ancak halkın afyonu niteliğindeki dini, dinsel batıl inançlara karşı savaşı ‘kişisel sorun” olarak görmez” der. (Din Üzerine sf: 35)

“Dinin devlet karşısında özel (kişisel) bir sorun olması” şeklinde ifade edilen görüş, esasında laikliğin en özlü tanımıdır. Komünistler bu tanımı benimsemekle kalmamışlar, laiklik karşıtı her tür düşünce ile mücadele edeceklerini açıkça ilan etmişlerdir. Dahası bunu iktidara geldikleri her yerde yaşama geçirmişlerdir. Örneğin Paris Komünü’nün uygulamaya soktuğu ilk karardan biri laikliktir. Engels, Komün’ün bu kararını şöyle anlatıyor:

“Kilise ile devletin ayrılması ve din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal mülkiyete dönüştürülmesi kararlaştırıldı… Bütün dinsel simge, dua ve dogmaların, kısaca ‘herkesin bireysel vicdanı ile ilgili her şeyin’ okullardan uzaklaştırılması buyuruldu ve bu buyruk yavaş yavaş gerçekleşti.” Ardından da şu yorumu yapıyor: “Komün, dinin devlet karşısında özel bir sorundan başka bir şey olmadığı yolundaki ilkenin gerçekleşirilmesi gibi, cumhuriyetçi burjuvazinin salt korkaklıktan savsakladığı, ama işçi sınınıfın özgür eylemi için temel olan reformları buyuruyor.” (Marks-Engels Seçme Yapıtlar sf:220)

Tıpkı Komün gibi 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte kurulan sosyalist devletin de ilk kararnamelerinden biri, “kilise ile devletin ayrılması” olmuştur. Kilisenin elindeki bütün sermaye, işçilerin mülkü haline getirilir. Çarlık rejiminin ruhban sınıfına tahsis ettiği paralar kamulaştırılır. (Ki bunların milyonlarca rubleyi bulduğu görülmüştür.) Din, her Sovyet vatandaşının “özel meselesi” haline getirilir. Keza “okulların kiliseden ayrılması” kararı alınır ve “seçmeli” bile olsa dinsel konuları içeren derslerin okutulmasına izin verilmez.

Elbette bu kararları almak ve uygulamak, işin daha kolay yanıdır. Aslolan kitlelerin bilincine zerkedilmiş ve derin kökler salmış dinsel önyargılarla mücadele etmektir. İşte bu konuda komünistleri tutumu, burjuvaziden tamamen ayrılır.

Burjuvazinin iktidarı ele geçirdikten sonra dine yeniden sarılmasının asıl nedeni, gerçekleştirdiği sömürüyü tıpkı doğa olayları gibi “gizil bir güç” gösterip sır perdesi altında gizlemesidir. Kapitalizmden farklı olarak sosyalizmde üretim-dağıtım alanı dahil “gizemli” hiçbir şey kalmayacaktır. Her işçi, sadece kendi işini yapmayacak, üretimin genel işleyişini öğrenecek, üretim planının hazırlanmasına bizzat katılacak ve ortada “mistik” bir durum olmadığını kendi gözleriyle görecektir. Ayrıca çocuk yaştan itibaren bilimsel bir eğitim, sanat, felsefe, spor vb. çok yönlü gelişme ile bilim ve akıldışı safsatalara inanmanın zemini ortadan kaldırılacaktır.

Aslolan dinin varlığının nesnel temellerini ortadan kaldırabilmektir. Marks’ın söylediği gibi din, halkın hayali bir mutluluğa olan özlemidir. Bu da hayale ihtiyacı olan bir toplumsal düzende oluşur. Kitleler gerçek mutluluğu ve bunun gerçekleşebilirliğini kavradıkça, buna ihtiyaç duymayacaktır. Kısacası insanlığın doğa ile mücadelesinde olduğu gibi toplumsal sistemlerle mücadelesinde de bilimsellik esas alındığında, yaratılan “sis perdesi” yırtılacak ve sömürü ile birlikte din de ortadan kalkacaktır.

Dine karşı mücadele, son derece sabırla ve anlayışla yürütülmesi gereken bir mücadeledir. Bugünden yarına çözülemeyeceğinin bilinci ile hareket edilmelidir. Onun için sosyalizmde dinin propaganda özgürlüğü yasaklanmakla birilikte inanç özgürlüğü korunmuştur. İnanlar üzerinde hiçbir baskı kurulmamış, zor kullanılmamıştır.

 

Sonuç olarak

Dinci-gericiliğin gerek ülkemizde, gerekse dünyada hızla yayıldığı bir dönemi yaşıyoruz. Emperyalist paylaşım savaşı, dinsel-mezhepsel perde ile örtülmek isteniyor. ABD’nin Ortadoğu’da yoğunlaşan savaşı “haçlı seferleri”ne benzetmesi ya da “medeniyetler savaşı” gibi isimlendirmesi, bunun göstergelerinden biridir.

Emperyalizm dönemiyle birlikte gericileşen ve geri olan herşeye sarılan burjuvazi, devrim ve sosyalizm korkusuyla dinci-gericiliği her yerde hortlattı. El Kaide’den IŞİD’e Ortaçağ kalıntısı binlerce örgütün kurulmasını ve yayılmasını bizzat üstlendi. “Ilımlı”sından radikaline bu dinci akımları, amaçları doğrultusunda kullandılar, kullanıyorlar.

Bu savaşın ortasında yer alan Türkiye, AKP eliyle daha koyu bir dinci-gericiliğin girdabına sokuldu. Öncesinde müslüman ülkelere “laik devlet” örneği olarak sunulan bir ülkeyken, 2000’li yıllardan itibaren yeni emperyalist savaşa uygun bir şekilde “ılımlı İslam” dedikleri dinci-gericiliğin bir modeli haline getirildi. Önce Irak, ardından Suriye savaşının “cephe gerisi” olarak kullanıldı.

Artan gericileşme, her burjuva akımı bir adım daha geriye çekiyor. Geçmişte laiklik bayraktarlığı yapan ulusalcılardan sosyal-demokratlara hepsi, dinci-gerici saldırganlık karşısında gerilemiş durumda. Tek argümanları “İslam dini böyle değil” diyerek, dine karşı dini öne sürmektir. Her zaman olduğu gibi, taklitler aslını güçlendirmiş ve AKP’yi daha cesur ve pervasız hale getirmiştir.

Bu kervana kendine sosyalist, devrimci diyenlerin de katılması, durumu daha ciddi hale getiriyor. Sözde Kemalist laikliğe vurarak, dinci-gericiliğin değirmenine su taşınıyor.

Dinci gericiliğe karşı mücadele, materyalizmi terkedip dinsel düşüncelere doğru yaklaşarak yapılamaz. Aksine burjuva laikliğin yüzeyselliğini ve sonrasında dinle uzlaştığı ortaya konarak ve laikliği bilimsel sosyalizm perspektifiyle ileriye taşıyarak mümkün olur. Yani kendi bakışaçımız ve mücadele tarzımızla başarıya ulaşabiliriz. Bu şekilde yaklaşılmadığında, hem teorik bir mevziden kayılmış olur; hem de siyasal ve pratik yenilgi kaçınılmaz.

Komünist ve devrimciler, burjuva liberal-Kemalist laiklerden farkını net biçimde ortaya koyarak, dinci-gericilikle cepheden mücadeleyi yürütmelidirler. Kaldı ki, politika ve taktikler belirlenirken, “mızrağın sivri ucu” o dönemde öne çıkan asıl tehlikeye yöneltilir. Bugün dünyada ve ülkemizde asıl tehlike, dinci-gericiliktir.

Bir kez daha yineliyoruz: Kimi dinci akımlara ilericilik vehmedip ittifak arayışına girmek, ya da sınıf gerçeğinden kopuk bir demokrasi savunuculuğu ile onlar için de özgürlük istemek, bizlerin işi olamaz. Biz halk için demokrasi istiyoruz. Proletarya ve diğer emekçi sınıflar için söz, örgütlenme ve eylem özgürlüğü istiyoruz. Çağdışı bir ekonomik, toplumsal, siyasal sistem savunucuları ile ortak hiç bir yanımız yoktur. Yaşamın her alanını düzenlemeye kalkan başta İslamiyet olmak üzere bir bütün olarak dinde, demokrasinin zerresini bulmak mümkün değildir.

Şu unutulmamalıdır  ki; bu dinci akımların önü, toplumu muhafazakar bir düşünce ve yaşam biçiminde tutmak ve devrimci hareketin gelişimine set olmak amacıyla açılmıştır. Mezhep ayrılığına dayanan örgütlenmeler, halkı böldüğü gibi toplumsal muhalefetin sınıfsal temelde gelişimini de perdelemektedir. Örneğin son yıllarda işe girerken bile, dini-mezhebi sorulabiliyor. İşçi ve emekçiler arasında sadece oturdukları bölgelerde değil, işyerlerinde de ulusal-mezhepsel ayrımların kışkırtıldığını görüyoruz. İşçiler arasında dinci-gericiliği özellikle yayıyorlar. İşyerlerinde mescit açılması, Cuma namazı izni, Kandil kutlamaları, yemek duası vb. çeşitli biçimlerle işçiler arasında Sünni-Müslümanlık ayrıcalıklı kılınıyor. Birlikte çalıştığı sınıf kardeşlerinin mezhebi-ulusal kökeni farklı ise,  düşmanlaştırılıyor. Böylece dinci-gericilik, sömürünün gerçek nedenini gizlediği gibi, sınıfın birliğini ciddi biçimde sarsıyor.  Sadece bu bile, dinci-gericiliğe karşı mücadelenin ne kadar yaşamsal olduğunu görmeye yeter.

Diğer yandan dinci-gericilerin geleneksel olarak komünizm düşmanlığı yaptıkları ve birçok katliamın sorumlusu oldukları akıldan çıkarılmamalıdır. Dolayısıyla dinci-gericiliğe karşı mücadele yürütülmeden bırakalım komünist ya da devrimci olmayı, demokrat bile olunamaz. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu mücadeleyi, iktidarı elinde tutan sınıfa ve devlete karşı mücadeleden kopuk ve bağımsız ele almamaktır. Geçmişte faşizmi MHP’den ibaret gören anlayışlarda görüldüğü gibi, dinci-gericiliği de emperyalist-kapitalist sistemden koparmamaktır.

Bizler açısından temel sorun kitlelerin dinsel yargılarla edindiği ters bilinçlenmeyi değiştirebilmektir. Bunun da asıl yolu, sınıf mücadelesinden geçmektedir.

İnanç farkı gözetmeksizin tüm işçi ve emekçileri, ezilen halkları mücadelenin içine çekmek, onları birleştirmenin ve gerçekleri görmelerini sağlamanın en etkili yoludur.

 

* * *

İsmail Kahraman kimdir?

Laikliğin anayasadan çıkarılmasını isteyen ve şeriat özlemini açıkça ifade eden TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın geçmişi, dinci-gericiliğin gerçek yüzünü ortaya koyar niteliktedir.

‘60’lı yıllarda İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olan Kahraman, Talebe Cemiyeti Başkanlığı, MTTB (Milli Türk Talebe Birliği) Genel Başkanlığı, Birlik Vakfı gibi dinci-gerici vakıfların başkanlığını yaptı. Refah Partisi ve Fazilet Partisi’nden milletvekili oldu, Kültür Bakanlığı yaptı. Son resmi görevi, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nde Mütevelli Heyeti Başkanlığı idi.

Ama onu asıl öne çıkaran 1965-69 yılları arasında MTTB Başkanlığı dönemidir. Bu dönem MTTB, yükselen devrimci gençlik hareketi başta olmak üzere toplumsal muhalefete karşı “paramiliter bir güç” olarak örgütlenen bir odaktır.

“Şahlanış mitingleri” adı altında halk hareketine karşı mitingler düzenlerler. Bu mitinglerde konuşan Kahraman; “Komünizme zemin hazırlayanlara yeter ve dur deme zamanı gelip geçmektedir” der.  Ve tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçen katliam, bu mitinglerin arkasından gerçekleşir.

10 Şubat 1969’da ABD’nin 6. Filosu’nun Dolmabahçe açıklarına demirlemesiyle birlikte, öğrenci gençliğin ABD emperyalizme karşı eylemleri artar. İşçi sendikaları ve çeşitli kitle örgütleri de 6. Filo’yu protesto etmek için, 16 Şubat’ta “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü” düzenler. Yaklaşık 30 bin kişi Beyazıt’tan Taksim’e yürüyüşe geçer.

Bu yürüyüşten iki gün önce Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin Başkanı İlhan Darendelioğlu’nun MTTB’nin Cağaloğlu’ndaki merkezinde “… Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin” dediği sonradan öğrenilecektir. Bu gerici güruh, 16 Şubat’ta Dolmabahçe Camisi’nde namaz kıldıktan sonra Taksim’de toplanırlar.

Gümüşsuyu’ndan Taksim’e doğru ilerleyen yürüyüş koluna, önce polisler tarafından bomba atılır. Dağılan kitlenin üzerine bu gerici güruhu salarlar. Güruhtakiler, çatışma esnasında birbirlerini tanımak için kollarına mavi kurdela takmışlardır. O kurdelaların dağıtıldığı yer de MTTB binasıdır. 1500 polisin gerici güruhla birlikte gerçekleştirdiği saldırıda, iki işçi, Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan öldürülür, yüzlerce kişi yaralanır.

MTTB içinde bir kontrgerilla yapılanması olan ve 40 kişiden oluştuğu için “40’lar komitesi” olarak da bilinen bir “İnzibat (Asayiş) Komitesi” “Kanlı Pazar”ın örgütleyisicisidir. Abdullah Gül’ün icra başkanlığını yaptığı bu komitenin amacı, “üniversite ve üniversite dışında İslamcı öğrencilerin güvenliğinin sağlanması ve eylemlerin daha etkinleştirilmesi” olarak resmileştirilmiştir. İlginçtir; CIA bünyesinde kurulan, ABD adına başka ülkelerde girişilen gizli operasyonlara, darbe ve silâhlı müdahalelere karar veren birimin adı da “40’lar Komitesi”dir.

AKP’nin kurucuları, işte bu kontrgerilla örgütlenmesinin için yer alan ve “Kanlı Pazar” gibi saldırıları gerçekleştiren kişilerdir.

Bunu İsmail Kahraman 2012 yılında MTTB’nin Tekirdağ şubesinin etkinliğinde yaptığı konuşmada açıkça ilan ediyor: “Şu an Türkiye’yi yöneten kadro, MTTB Akademisi’nden yetişti. Bizim dönemimizden iki dönem sonra Tayyip Erdoğan, MTTB kültür müdürüydü. Abdullah Gül, MTTB İcra Konseyi Genel Sekreteriydi. Sami Güçlü, Beşir Atalay, Bülent Arınç, Mehmet Ali Şahin… Bugün ülkeyi yönetirken gördüğünüz şu kadro, Milli Türk Talebe Birliği Akademisi’nden mezun olmuştur.”

Kahraman’ın da belirttiği gibi, ABD’nin 60’lı yıllarda yükselen gençlik hareketine karşı oluşturduğu bu gerici paramiliter kadro, bugün ülkenin yönetimini elinde tutuyor. Sadece AKP’nin kurucusu değil, aynı zamanda isim babası da olan İsmail Kahraman, bugün TBMM Başkanı sıfatıyla şeriat düzenini savunuyor.

Ama bu kanlı geçmişleri unutulmadı, unutulmayacak. TBMM Başkanlığı için İsmail Kahraman’ın aday olduğu oylamada “Kanlı Pazar”da katledilen iki işçinin isimlerinin yazıldığı pusulalar çıktı. Kahraman’a bu kanlı geçmişinden kaçamayacağı bir kez daha hatırlatıldı.

“Kanlı Pazar”, 1 Mayıs 1977 katliamının provası gibidir. Sonrasında gerici kışkırtmalarla Maraş, Çorum gibi katliamlar da gerçekleşmiştir. Bu katliamların arkasında kimlerin olduğu büyük oranda bilinmektedir. Elbet birgün hesabı da sorulacaktır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“MÜHENDİSSEN, Mühendislerin Sendikası Girişimi” ilk toplantısını gerçekleştirdi

Ağır sömürü koşulları altında çalışmaya zorlanan mühendisler, sınıf mücadelesi içinde kendi örgütleriyle yer almak için …

Adana İHD’de Makbule Berktaş anısına toplantı yapıldı

İnsan Hakları Haftası dolayısıyla Adana İHD’de Makbule Ana (Berktaş) anısına bir toplantı yapıldı. 13 Aralık’ta …

Suriye cezaevleri, Türkiye cezaevleri

Yandaş basında Suriye haberlerinin önemli bir kısmını Suriye cezaevleri oluşturuyor. Büyük bir “dehşet ve panik” …