Haziran direnişinin üzerinden 4 yıl geçti. Fakat ne egemenlerin “Gezi korkusu” bitti, ne de ezilen-sömürülen kesimlerin direnişleri ve Gezi özlemleri…
Marks ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto, “Avrupa’da bir ‘heyhula’ kol geziyor, ‘komünizm heyulası’!” diye başlar. Haziran direnişinden bu yana, başta AKP olmak üzere egemen kesimlerin başında da hep “Gezi heyhulası” dolaştı. Tam 4 yıldır bu “heyula” ile yaşıyorlar. Her direnişte onu görüyor, onun kabusundan kurtulamıyorlar.
En son Nuriye ve Semih’in direnişlerinde de aynı korkuyu gördüler. Tutuklama kararı bile “yeni bir Gezi olabilir” diye verildi.
Tabi ki direnenler cephesinden de Gezi bitmedi. Her direnişte Gezi’den izler arandı; onunla paralellik kuruldu. Dahası ona benzemesi istendi. Bir direnişin Gezi’ye benzetilmesi veya o korkuyla saldırılması, gurur verici oldu. Referandum sürecindeki “hayır” kampanyasından, kamu emekçilerinin direnişine, hemen her karşı koyuşta Gezi’ye göndermeler yapıldı.
Sonuç olarak üzerinden 4 yıl geçmesine rağmen “Gezi ruhu” hala tüm canlılığı ile varlığını hissettiriyor. Kiminde kabus ve korku olarak, kiminde gurur ve özlemle…
Gezi’den kim, neyi anlıyor?
Geçen 4 yılın üzerinden Gezi’ye, Haziran direnişine yeniden dönüp baktığımızda, Gezi kabusu ile yaşayanlardan, Gezi’ye methiyeler düzenlere kadar, her kesimin farklı bir “Gezi tarifi” olduğunu görürüz. Her sınıf ve her siyasal akım, kendi cephesinden Gezi’yi tanımlıyor, ona farklı anlamlar yüklüyor. Bu, direnişin yaşandığı dönemde de böyleydi. Ancak direniş sürerken yapılan-söylenenlerle, sonrasında söylenenler her kesim için aynı olmadı. Örneğin direniş Gezi Parkı’nın çok ötesine taştığı andan itibaren onu bitirmek için elinden geleni yapanlar, sonrasında Gezi direnişine en fazla güzelleme dizen ve onun prestijinden en fazla yararlanmak isteyenler oldu.
Yeri gelmişken Gezi ile Haziran direnişi arasındaki farka da kısaca değinelim. Bu iki isim, genellikle eşanlamlı kullanılıyor. Bu yanlış da değil. Çünkü Gezi ile Haziran içiçe girmiş, biri diğerini tetiklemiş bir direniş bütünü. Ancak Gezi direnişini doğa katline karşı barışçıl bir gösteri ve ona yapılan saldırıya kitlesel tepki şeklinde gören ve öyle göstermeye çalışan, direnişin sadece bu yönünü öne çıkarıp ona sahip çıkan geniş bir reformist kesim var. Bunlar da Gezi ile Haziran’ı birlikte anıyorlar, fakat esasında onun sadece ilk kısmını, yani parktaki bölümünü sahipleniyor, onu yüceltiyorlar.
Oysa 27-31 Mayıs günleri arasında yaşanan, Gezi Parkı’nın yıkılmasına karşı yürütülen direnişle, oradaki saldırıya karşı İstanbul’dan başlayıp yurdun dört bir yanına yayılan ve 15 gün süren genel direniş arasında çok önemli farklar var. İlki doğanın katline karşı, bir parkla sınırlı ve barışçıl bir direniş iken; diğeri AKP hükümeti şahsında faşizme karşı siyasal bir başkaldırı, meşru ancak yasadışı yöntemleri de kullanan ve tüm ülkeye yayılmış bir halk ayaklanması idi.
Bunlar, sadece biçimsel değil, özsel olarak da farklıydı.
Nitekim direniş Gezi Parkı ile sınırlı olduğu anda ona katılanlar, hatta önderlik edenler; direniş Gezi’nin sınırlarını aştığı andan itibaren onu önce frenlemeye, sonrasında durdurmaya çalışmışlardır. Farklı saiklerle de olsa burjuva liberal kesimlerle, HDP bu noktada buluşmuştur.
İçinde CHP’nin de olduğu geniş bir reformist kesim, düzen sınırlarını aşan bir halk ayaklanmasından duydukları korku ile; HDP ise, o dönem AKP ile sürdürdükleri “barış süreci”nin kesintiye uğrayacağı kaygısıyla direnişle aralarına mesafe koydular. Direniş, park ile sınırlı iken HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder, o bölgeden seçilmiş olmanın da etkisiyle direnişçilerin çağrısını yanıtsız bırakmamış ve parkta ağaçları sökmeye gelen kepçenin önünde durarak, direnişin “önderi” pozlarına girmişti. Ancak parkın sınırlarını aştığında, ortadan ilk kaybolan ve direnişin bitirilmesi için AKP’li yetkililerle pazarlıklar yürüten de o olmuştu. Keza direnişin parktan Taksim Meydanı’na taştığı ve tüm ülkeyi kapladığı günlerde bizzat Selahattin Demirtaş, direnişten çekildiklerini duyurmuştu.
Benzer şekilde CHP’liler de direniş henüz Gezi Parkı ile sınırlıyken Kadıköy’de yapacakları mitingi Taksim’e kaydırdılar ve Kılıçdaroğlu başkanlığında bir heyetle Taksim’e yürüdüler. Ancak direniş bir çığ gibi büyüyüp tüm ülkeyi kapladığında, parti olarak uzak durmayı yeğlediler.
Elbette CHP tabanı direnişin içindeydi, keza metropollerdeki HDP’liler de… Fakat her iki parti, direniş Gezi’nin sınırlarını aştığı andan itibaren uzak durdu. Yanısıra Taksim Dayanışması içinde yeralan bileşenleri aracılığı ile ilk günlerden itibaren “direniş amacına ulaşmıştır, son verelim” nakaratını yineleyip durdular. Bitiremedikleri noktada, siyasi hedeflerini budamak ve radikalleşmesini önlemek için ellerinden geleni yaptılar. Polisin direnişe ilk saldırıyı Taksim Meydanı’nı zapteden devrimci gruplara düzenlemesine büyük katkıları oldu.
Sonuçta direniş devletin saldırıları sonucu kırıldı, fakat geriye büyük bir miras bıraktı. Onu bitirmek için uğraşanlar, sonrasında direnişin prestijinden yararlanmak için ona sarıldılar. Fakat esasında bu, “bağrına basarak boğma” yöntemiydi. Çünkü Gezi’yi hep “barışçıl, doğa katliamına karşı” veya en fazla AKP’nin kimi politikalarına tepki olarak gösterdiler. Direnişin en önemli eksikliği olan örgütsüzlüğü ve önderlik boşluğunu, onun fazileti imiş gibi sundular. Mizahını, interneti kullanma gücünü, gençlerin zekasını öne çıkarıp; düzen-sınırlarını aşan radikal ve militan yönünü, hükümeti devirmeyi amaçlayan siyasal hedefini karartmaya çalıştılar.
HDP’nin sonrasında verdiği “özeleştiri” de, CHP’nin Gezi’yi sahiplenen açıklamaları da, bir yandan direnişin prestijinden yararlanmak, diğer yandan onu en geri yanlarıyla tanımlayıp düzen-içi sınırlarda tutmak ve kendi amaçları doğrultusunda kullanmak içindi.
Gezi’den sonra geçen 4 yıl boyunca yaptıkları bu oldu. Sadece HDP ve CHP değil, adını “Haziran Hareketi” koyan ÖDP’nin başını çektiği tüm reformist kamp bunu yaptı. Hep birlikte direnişin gücünü sandığa akıtmak için var güçleriyle çalıştılar.
Egemenlerin bitmeyen korkusu
Onun içindir ki, “Gezi korkusu” sadece AKP ile sınırlı değildir. Elbette AKP, Gezi’de kendi sonunu gördüğü için, onun nezdinde ayrı bir yeri var. Ne 17-21 Aralık, hatta ne de 15 Temmuz, Gezi kadar korkutmuştur AKP’yi, özellikle de Erdoğan’ı…
AKP’nin önce “Ergenekon”cularla sonra “FETÖ” ile mücadelesi, sonuçta kendi aralarındaki mücadeledir ve altetmesi daha kolaydır. Fakat Gezi gibi bir halk ayaklanması ile karşı karşıya kalmak, her hükümetin başetmekte en fazla zorlanacağı, en büyük kabusudur.
Tam da bu yüzden “Gezi korkusu” sadece AKP ile sınırlı olmayan, bir bütün olarak egemenleri kapsayan bir korkudur. Ayağa kalkan bir halk, aslolarak iktidarın gerçek sahiplerini, yani egemen sınıfı, burjuvaziyi korkutur. Taleplerini elde etmek için sokağa dökülen kitleler, kendi gücünün farkına varacak ve bu sömürü düzeninin çarkına çomak sokacaktır. Burjuvazi, böyle bir hareketin kendi çıkarlarına zarar vereceğini çok iyi bilir.
Kuşkusuz klikler arası savaşta her bir burjuva klik, halkı arkasına almak ister. Bunun için çeşitli demagoji ve yalanlar kullanır, kontrollü gösteriler de yaptırabilir. Tarihte bunun pekçok örneği vardır. Fakat kendi dışında patlayan, egemenlerin kontrolünden çıkan bir halk ayaklanmasını asla istemez.
Gezi direnişi de böyle bir ayaklanmaya yol açmıştır. Ayaklanma başladıktan sonra, onu kendi amaçları doğrultusunda kullanmak isteyenler, farklı yönlere çekmeye çalışanlar tabi ki çıkacaktır. Yukarıda belirttiğimiz gibi Haziran ayaklanması yaşanırken de böyle olmuştur. (Sadece reformistler değil, işbirlikçi burjuvazinin “Koç”u bile AKP ile çelişkilerinden dolayı direnişçilere destek verir görünmüştür.) Fakat ayaklanma, kendi yolunu kendisi açarak ve kendi dinamikleri üzerinde yükselerek, bu kesimlerin çabalarını boşa düşürmüştür.
Onun içindir ki, hükümeti-muhalefeti ile tüm burjuva partileri, Haziran ayaklanmasının karşısındadır. Anamuhalefet partisi olarak CHP tabi ki, AKP hükümetinin devrilmesini istemektedir, ancak düzen sınırları içinde! Bunun için halka gösterdiği tek araç da sandıktır.
Düzen sınırlarını aşan, kurtuluşu sandıkta değil sokakta gören bir kitle, tüm burjuva partileri için korkutucudur. Halk hareketi ile yıkılan bir hükümette kendi sonlarını da görürler. Diğer partilerle “it dalaşı” içinde, bir dönem muhalefet-bir dönem hükümet “tahterevallisi”nde yaşayıp gitmek varken; halk ayaklanması ile yıkılmak veya başa gelmek, bu düzenin tezgahını bozan, dolayısıyla hepsinin rahatını kaçıran bir durumdur. Seçimden seçime, yani 4-5 yılda bir halka gitmek yeterlidir!.. O da halkı aldatmak amacıyla!… Yani halkı, kendi oylarıyla yöneticileri seçtiği yanılsaması ile kandırmak varken; inisiyatifin halkın eline geçtiği, gerçekten yönetimde söz sahibi olduğu bir durumu neden istesinler?!
Böyle bir durumda tüm düzen partileri çelişkilerini bir kenara iterek birlikte hareket ederler. Dikkat edilirse, Haziran direnişi sonrasında AKP’nin yasa-kural tanımaz, keyfi davranışlarına bile boyun eğmişlerdir. Kitlelere ısrarla tek çözüm yolu olarak sandığı göstermişler, sandıkta yapılan her tür hileyi de sineye çekmişlerdir. “Gezi korkusu”, esasında hepsinin ortak korkusudur.
Ne yazık ki, Haziran ayaklanmasında komünist ve devrimci önderlik eksikliği, onun kendi siyasal hedeflerine ulaşamadan bitmesine yol açtı. Aynı nedenden dolayı direnişin gücü, reformistlerin elinde çar-çur edildi, kitleler yeniden düzen-içine, sandığa çekildi. Direnişten bu yana geçen 4 yıl içinde yapılan yerel-genel seçimler ve en son anayasa referandumu, rekor üstüne rekorlar kıran katılımlarla gerçekleşti.
Bir kez daha görüldü ki, her defasında daha fazla kişinin sandığa gitmesiyle, bırakalım bu düzeni değiştirmeyi, AKP’yi düşürmek bile mümkün olmuyor. Eskisinden çok daha büyük hileler ile bütün oylar çöpe gidiyor.
Ve seçim öncesi yane yane kitleleri sandığa çağıranlar, her defasında bu durumu seyrediyor, sonrasında kabulleniyorlar. Sonuçta düzenin bekası için hükümeti-muhalefeti ile elbirliği içinde halkı aldatıyorlar.
Korksun ve beklesinler
Burjuvazi, reformizm eliyle her ne kadar Haziran ayaklanmasını Gezi sınırları içinde tutup, kitleleri yeniden sandığa yöneltmeyi başardıysa da, ayaklanma korkusunu üzerinden atabilmiş değil. Üstünü ne kadar küllemeye çalışırsa çalışsınlar, Haziran günleri kitlelerin belleklerinde canlılığını koruyor. Taşıyla-molotofuyla direnişe önderlik edenleri ve bu uğurda şehit düşenleri unutturmaları mümkün olmadı.
Haziran ayaklanmasının eksiklikleri mutlaka birgün aşılacaktır. Örneğin işçi sınıfı, hem nicelik, hem nitelik olarak direnişe damgasını vuramadı. O günlerde yapılan bir ankete göre, direnişe katılanların yüzde 52’si ücretli, yüzde 6’sı işsizdi. Elbette “ücretliler” içinde işçiler de vardı, keza “işsizler” kategorisi içinde yer alanların büyük çoğunluğu işçiydi. Ancak sınıfın ezici bir kesimi sendikal anlamda bile örgütsüzdü, sendikalar ise büyük oranda işbirlikçi…
Haziran’dan sonraki yıllarda işçi sınıfı grev, direniş ve işgalleriyle öne çıktı. Varolan sendikaları aşan bir direniş sergiledi, sendika ağalarını teşhir etti. Bunların içinde “metal fırtınası” en öne çıkan ve ülke çapına yayılan bir direniş oldu. OHAL ilanından bu yana grevler yasaklanıyor, işçi direnişlerine saldırılar artıyor. Bu durum fiili grevlerin ve yasadışı eylemlerin zeminini de güçlendiriyor. Metalden sonra cam işçilerinin fiili eylemleri, yeni bir işçi dalgasını muştuluyor.
Marks’ın “işçi sınıfı ya devrimcidir, ya da hiç” sözü, her direnişte doğruluğunu bir kez daha kanıtlıyor. İşçiler ancak kendi taban örgütlerini kurup, devrimci işçileri sendika yönetimlerine getirdikleri zaman, taleplerini elde edebilecekler. Bunu başardıklarında, sadece kendi yaşamsal taleplerini karşılamakla kalmayacak, yeni ayaklanmalara önderlik edebilecek bir niteliğe kavuşacaklar.
Direnişin en önemli eksikliği ve yenilmesinin ana nedeni, devrimci bir önderlik boşluğu ve örgütsüzlüğüydü. O halde daha fazla örgütleneceğiz! Örgütsüzlüğe dizilen methiyelere prim vermeyeceğiz! Burjuva liberallerin ve reformistlerin sürekli geriye çeken çağrılarına kulakları tıkayıp bu sömürü ve soygun düzeninine son vermek için devrimci bir ruhla savaşacağız.
Engels “Komün Dersleri”nde şunları söylüyor:
“Başka zamanlarda olduğu gibi, her devrimde de kaçınılmaz olarak birçok hata yapılır ve nihayet, insanlar olayları eleştirel bir biçimde yeniden gözden geçirebilecek kadar yatışınca, kaçınılmaz olarak şu sonuca varırlar: Yapılmadan kalması çok daha iyi olacak birçok şey yaptık; ve yapılsa çok daha iyi olacak birçok şeyi yapamadık; ve işte işlerin sarpa sarması bundandır.”
Haziran direnişine de “yaptığımız” ve “yapmadığımız” şeyler üzerinden bakmak ve geleceğe “Haziran dersleri” ile hazırlanmak dışında başka bir yol yoktur.
Egemen sınıflar ise, halk ayaklanmaları karşısında ‘daha fazla şiddet’ dışında başka bir şey yapamazlar. Türk egemen sınıfları da Haziran’a daha fazla polis, gaz bombası, daha çok tutuklama ve ölümle karşılık verdiler. Fakat kitlelerin Haziran’dan fazlasını yapabileceğini henüz görmediler.
Kitleler açısından çıta, artık Haziran ayaklanmasının üzerine çıkmıştır. Yeni ayaklanmalar Haziran’ı aştığında, işte o zaman egemenlerin korkusu gerçeğe dönüşecektir.
Korksun ve beklesinler…