100. yılında EKİM DEVRİMİ: İnsanlığın hala umudu, özlemi…

Bu yıl Ekim devrimi 100 yılı, yani bir asırı geride bırakıyor. Eski takvime göre 25 Ekim 1917’de gerçekleşen, onun için de tarihe “Ekim Devrimi” adıyla nakşolan Rusya’daki sosyalist devrim, 20. yy’a damgasını vurdu.

Denilebilir ki, Fransız Devrimi’nden sonra, dünyayı en fazla etkileyen devrimdi Ekim. Onun içindir ki, en çok Fransız Devrimi ile birlikte anıldı, onunla kıyaslandı. Ama arada çok önemli bir fark var: Burjuvazinin en radikal devrimi olarak 1789’da gerçekleşen Fransız Devrimi, kendinden sonraki dönemi etkisi altına alarak, esas olarak 19. yüzyıla damgasını vururken; işçi ve emekçilerin iktidarı ele geçirmesinin sembolü olan Ekim Devrimi, sadece kendi yüzyılına değil, sonraki yüzyıllara da damgasını vuracak bir devrim niteliğini taşıyordu.

Bir başka ifade ile, Ekim Devrimi ile birlikte Fransız Devrimi’nin yarattığı etki son bulurken, Ekim Devrimi’nin etkisi yeni başlıyordu. Ve bu etki, emperyalist-kapitalist sistem varolduğu sürece devam edecekti. Dolayısıyla Ekim Devrimi sadece 20. yy değil, içinde bulunduğumuz 21. yy’ı da kapsayan, gelecek yüzyılları etkileyecek bir devrim olma niteliğini sürdürüyor.

Ekim Devrimi’nden sonra da birçok devrim yaşandı kuşkusuz. Ne var ki bunlar “halk devrimi” olmanın ötesine gidemedi; “sosyalist devrim” aşamasına geçemedi. Ve hiçbiri Ekim Devrimi’nin başardıklarını başaramadı. Bu yönleriyle Ekim Devrimi hala ulaşılamayan bir devrimdir. Sosyalist devrimin en gelişkin hali, sembolüdür.

Bilimsel sosyalizmin kurucularından Engels, “işçi devleti nasıl olacak” sorusuna, “Paris Komünü’ne bakın” diyerek yanıt vermişti. Lenin de Ekim Devrimi’nin öngününde kaleme aldığı “Devlet ve Devrim” adlı eserinde, “Bolşevikler iktidarı ele geçirdiklerinde nasıl bir yönetim oluşturacaklar”ın yanıtını, Paris Komünü’nü inceleyerek ortaya koydu. Doğrularını örnek aldı, eksiklerini gidermeyi hedefledi. Ekim Devrimi sonrasında da, onu somut bir gerçeklik olarak tüm insanlığın gözleri önüne serdi. O günden sonra sosyalizm ile Ekim Devrimi özdeşleşti. “Sosyalizm nedir” sorusuna gösterilen örnek oldu.

Her ne kadar devrim düşmanları tarafından karalanmaya, çarpıtılmaya çalışılsa da Ekim Devrimi öneminden hiçbir şey kaybetmedi. Özellikle ‘90’larda revizyonist blokun çöküşünün ardından genel olarak sosyalizme, özelde Ekim Devrimi’ne yönelik saldırılar arş-alaya çıkmıştı. Fakat kapitalist-emperyalist sistemin insanlığa kan ve gözyaşından başka vereceği hiçbir şey olmadığı bir kez daha görüldü. “Yeni dünya düzeni” diyerek allayıp-pullamaya çalıştıkları düzenlerinin “yeni ortaçağ” olduğu ortaya çıktı. “Sosyalizm öldü” çığlıklarının ardından, yeni emperyalist bir boğazlaşmaya; mezhepsel-ulusal ayrılıkların kışkırtıldığı, halkların birbirine kırdırıldığı bir cangıla girildi.

Bütün bunlar, insanlığın bin yıllardır verdiği eşitlik ve özgürlük mücadelesini ve onun en son hali sosyalizme duyulan özlemi arttırmaktan başka bir sonuç vermedi, vermeyecek…

Ekim Devrimi’nin 100. yılına, bu koşullar altında giriliyor ve bu durum onun önemini, insanlığa kattığı değerleri çok daha büyük kılıyor. Bugün bir “hayal” gibi görünen, ama 100 yıl önce başarılan şeyleri, yeniden hatırlamak-hatırlatmak gerekiyor ki; Ekim Devrimi ve onunla birlikte insanlığın önüne açılan dünya iyi görülsün. Onun neden tüm dünyayı sarstığı ve hala neden egemenleri korkutmaya devam ettiği daha net anlaşılsın. Ama daha önemlisi, geleceğin mutlak sosyalizm olduğu gerçeği bilince çıkartılarak bu uğurda mücadele azmi bilensin… Daha bir güvenle devrim ve sosyalizm bayrağı altında kavga yükselsin…

 

Ekim Devrimi’nin kilometre taşları

Ekim Devrimi, o sırada Rusya’da bulunan Amerikalı gazeteci Joan Reed’in (sonradan kitaplaştırdığı) sözleriyle en çok “dünyayı sarsan on gün” olarak akıllarda yer etti. Elbette bu, Ekim Devrimi’nin sadece 10 gün içinde olup-bittiği anlamına gelmiyor. Hem öncesi, hem sonrası var…

Öncesini, en yakın haliyle Rusya’da gerçekleşen 1905 Devrimi ile başlatmak gerekiyor. Bolşeviklerin henüz çok güçsüz olduğu bir dönemde başlayan bu devrim, Papaz Gapon’un işçileri Çar’a dilekçe vermek üzere kandırıp Kışlık Saray’a götürdüğü ve “Kanlı Pazar” olarak tarihe geçen katliamla son bulan bir eylemle başlamış ve yaklaşık iki yıl sürmüştür. Daha sonra Lenin’in “gericilik yılları” olarak tanımladığı bir dönem başlar. Ardından grevlerle birlikte sınıf mücadelesi yeniden hız kazanır ve Çarlık Rusyası’nın Almanya ile birinci emperyalist savaşı başlattığı 1914 yılından itibaren “barış ve ekmek” talepli kitle gösterileri gerçekleşir. Bu gösteriler, savaşta yenilgi, ülkedeki açlık arttıkça büyüyecek ve 1917 Şubat’ında Çar’ın devrilmesi ile sonuçlanan devrime götürecektir.

İşçi ve köylülerin savaştığı fakat iktidarı burjuvazinin ele geçirdiği bu Şubat Devrimi’nde, kitlelerin “barış, toprak, ekmek” taleplerini karşılanmaz. Kerensky’nin başına geçtiği burjuva “geçici hükümet” önceki sözlerini unutarak emperyalist savaşa devam eder, köylü isyanlarını ise kanla bastırmaya kalkar. Ancak kendi gücüne güvenmeyi öğrenen halk, Çarlık döneminden farksız bu uygulamalara karşı yeniden ayağa kalkacaktır. Bunun üzerine egemenler, general Kornilov aracılığıyla bir darbe yapmaya girişir. Bu darbe, Bolşeviklerin önderliğindeki işçi ve emekçiler tarafından bertaraf edilir.

Şubat Devrimi, Lenin’in “ikili iktidar” dediği bir dönemi ortaya çıkarmıştır. Bir yanda burjuvazinin “duma”sı, diğer yanda işçi-asker “sovyetler”i bulunmaktadır. Ancak “sovyetler” içinde menşeviklerin, sosyalist-devrimcilerin etkisi vardır ve bu kesimler, devrimin karakterinin burjuva olmasından hareketle “sovyetler”in en fazla “geçici hükümet”e baskı kurabileceğini söylemektedir. Lenin ise, Şubat’la birlikte burjuva devriminin gerçekleştiğini, artık sosyalist devrime geçilmesi gerektiğini savunarak, “bütün iktidar sovyetlere” sloganını yükseltir.

Bolşeviklerin önderliğinde askeri bir darbenin bastırılması, “sovyetler” içinde Bolşeviklerin gücünü de arttıran bir rol oynar. Diğer yanda savaşta alınan yenilgiler, ordu içinde de Bolşevik propagandayı güçlendirir. Asker ve işçi sovyetlerinde çoğunluğu ele geçiren Bolşevikler, Lenin’in “dün erkendi, yarınsa geç kalınacak” dediği günlerde ayaklanmayı başlatır. 25 Ekim 2017 tarihinde ise, (günümüz takvimiyle 7 Kasım’da) iktidar sovyetlerin eline geçecek ve dünyada ilk kez işçi sınıfının iktidarı kurulacaktır.

Hemen üç kararname yayınlanır; barış, toprak ve devlet iktidarı üzerine. Barış üzerine olanı, bütün savaşan hükümetlere -birinci emperyalist savaşı halen sürüyordur- barış görüşmelerine başlamayı öngörüyordu. Toprak üzerine olanı, bütün toprakları devlet mülkiyeti yapıyor ve üzerinde çalışan köylülere kullanma hakkını tanıyordu. Devlet iktidarına ait kararname ise, bütün iktidarı Sovyetlere veriyordu.

Ayaklanmanın başlaması ile iktidarın ele geçirilmesi, gerçekten de 10 gün gibi kısa bir sürede olmuştu. Dahası tarihteki bu ilk sosyalist devrim, bugüne dek gerçekleşen devrimlerin belki en kansız olanıydı. Bunu Lenin’in dehasına, her ayrıntıyı düşünerek yaptığı ayaklanma planına borçludur. Savaş gemisi Avrora’nın Kışlık Sarayı hedef alacak şekilde mevzilenmesi, saraya hücum eden işçi ve emekçilerin önünü açacak ve “geçici hükümet”i direnişsiz çekilmek zorunda bırakacaktır. Ancak burjuvazi, hiç de kolay pes etmez. Devrimi daha doğar-doğmaz boğmak için her yolu dener. Çarlığın generalleri ile “beyaz ordu”yu toplar; içerdeki işbirlikçileri aracılığıyla sabotajlar, suikastler düzenler; emperyalistler dış borçları bahane ederek işgalleri başlatır vb…  Bir yandan emperyalist işgallere, diğer yandan “beyaz ordu”ya ve işbirlikçilere karşı 1921 yılına kadar sürecek çok çetin bir savaş yürütülür. Bu süre içinde oluk oluk kan akıtılır, açlık, yoksulluk ve hastalık pençesinde onbinlerce insanını kaybeder.

Bunca zorluk içinde kitlelere doğru önderlik edilerek, onların sosyalizme duydukları inanç sürekli pekiştirilerek ayakta kalınır. Hem içte atılan devrimci adımlar, hem dışarıda enternasyonalist dayanışma ağı ile devrim, başarıya ulaşır. Bu hiç kolay olmamıştır. Gerek Ekim öncesi, gerekse sonrasında çok büyük bedeller ödenerek, nice zorlukların üstesinden gelinerek, tam da şairin dediği gibi, “tırnakla sökülüp alınmıştır” zafer…

Sonuç olarak Ekim Devrimi’nin kilometre taşları, iki büyük devrim, birçok genel grev, kitle ayaklanması ile döşenmiş; kesin zaferi ise, tam dört yıl süren iç savaşın büyük yıkımı üzerinden gerçekleşmiştir. Devrimin önderi Lenin’in hayatı, bunun kanıtı niteliğindedir. Devrim öncesi yaşamı, tutsaklık, sürgün, idam kararı, ajan suçlamaları ile geçtiği yetmezmiş gibi, devrim sonrasında da suikaste uğramış, ağır yaralanmıştır. Erken ölümünde bu suikastte vücuduna saplanan zehirli kurşunların etkisi olduğu şüphesizdir. Bir kurşunun çıkarılamadığı ve ölümüne dek omuzunda kaldığı bilinmektedir. Ayrıca hayatının önemli bir kısmı yoksulluk içinde ve kötü yaşam koşulları altında geçmiştir. Buna devrimin ilk yılları da dahildir. O, Rus halkının acılarını sadece hissetmekle kalmayıp bizzat yaşamıştır.

Lenin ile Ekim Devrimi’nin içiçe girmesi, özdeşleşmesi boşuna değildir. Başta Rus halkı olmak üzere tüm ezilen halkların, dünya proletaryasının sevgisini-saygısını kazanmasında ve halen en sevilen liderlerin başında gelmesinde, bu mütevazı yaşamın ve sade kişiğinin payı vardır.

Bir Halk Komiserliği’nde kendilerine görev verilmiş olan bazı işçiler, Lenin’in yanına gelerek yeni mevkilerinin hakkını veremediklerini söyleyip eski işlerine geri dönmek istediklerini bildirince, Lenin şöyle diyecektir: “Ben de hiçbir zaman bir devletin başına bulunmadım. Ama parti ve halk bana güvenerek bu görevi verdi, ben de bu güveni haklı çıkarmak zorundayım. Sizin de aynı şeyi yapmanız gerektiği inancındayım.” (Lenin, Yaşam öyküsü ve savaşımı Konuk Yay, Sf. 131)

Onun bu inancı, kitlelerle doğrudan kurduğu yakın ilişki, hiç kimseyi kırmayan ama uzlaşmayan tutumu, kitlelerin de ona ve sosyalizme duyduları inancı pekiştirmiş, görevlerine daha sıkı sarılmalarını sağlamıştır.

 

Ekim Devrimi’nin başardıkları

Ekim Devrimi’nin başarıları esasında saymakla bitmez. Bu yazı kapsamında sınırlı da olsa kısaca özetlemeye çalışacağız.

İlk önce Ekim Devrimi’nin işçi ve emekçilerin yaşamlarını nasıl değiştirdiğini görmekte yarar var. Daha önceki devrimlerden farklı olarak, ilk kez Ekim Devrimi’nde devrimin asli unsurları, yani işçi ve emekçiler yönetimde yer aldılar ve gerçekten insan gibi yaşayacak koşullara kavuştular. Beslenme, sağlık, eğitim, barınma gibi en temel sorunlar çözülmekle kalmayıp, sanat-spor gibi hem fiziki hem sosyal olarak gelişimi sağlandı. Hepsinden önemlisi her işçi-emekçinin, Lenin’in deyimiyle “her aşçı kadının devleti yönetebileceği” bir ortam yaratıldı. Çalışma ve yaşam koşulları ona göre düzenlendi. İşte veriler:

Büyük Sovyet ülkesinin ulusal gelirinin yüzde 75’i işçi ve emekçilerin ihtiyaçlarına ayrılmıştı. Geri kalan yüzde 25 ise, yeni ekonomik yatırımlara. Çarlık döneminde 12 saatten fazla çalışan işçilerin iş günü saatleri, 1927’de 7 saate düşürüldü. Bazı dallarda ise 6.5 ile 4 saatlik işgünü uygulamaları başladı.’30’lu yılların sonuna doğru 6 saate çekilmesi planlanıyordu, ama savaşın yaklaşması buna izin vermedi.

Fabrika ve işletmelerde işgünü kısalırken, emek üretkenliği artıyordu. Böylece daha fazla vardiyalar oluşuyor ve işsizlik ortadan kalkıyordu. 1930 yılına gelindiğinde tek bir işsiz kalmamıştı. Ayrıca işçilerin dinlenme, sosyal-kültürel etkinlikleri için zaman da kalıyordu. İşçiler ekonominin planlanmasına katılıyor, işçi üniversitelerinde, istedikleri meslek üzerine uzmanlaşabilecekleri teknik liselerde, gece okullarında eğitim görüyorlardı.

“Her yıl Sovyetler Birliği, çoğu üretimde rekorlar kıran kahramanlar çıkartıyordu ortaya. 1935’te en çok duyulan ad, daha iyi bir üretim yöntemi bulan bir madencinin, Stahanov’un adıydı. 1935’in ikinci yarısında Stahanovistler ülkeyi sarmaya başladı. Aynı zamanda yüzlerce yerde yeni makinalar üzerinde çalışan işçiler, öteki işçilerin kendilerini izlediklerini bilerek üretimin standartlarını parçaladılar.” (Stalin Dönemi, Anna Strong, Sf. 78)

İşçiler sosyal sigorta kurumları için tek kuruş ödemiyordu. Sovyet vatandaşları doğumlarından ölümlerine kadar sosyalist devletin güvencesi altındaydılar. Sakatlandıklarında tüm bakım, tedavi ve masrafları karşılanırdı. Çalışamaz durumda iseler, emeklilik sürelerinin dolması beklenmeksizin emekli edilirlerdi. Emekliler, kapitalizmin tam tersine, Sovyet ülkesinde çalışmalarının karşılığını saygı ve rahatça geçirebilecekleri yıllarla alırlardı. Onlar için inşa edilmiş yüz binlerce hastanede en gelişkin yöntemlerle tedavi yapılırdı. Sağlık herkese parasızdı.

Ekim devrimi, bir çok alanda olduğu gibi kadın sorununda da “ilk”leri yarattı. Kadınlara seçme-seçilme hakkı, ilk kez 1917 yılında SB’de ilan edildi ve yaşama geçirildi. İlk kez devlet yönetiminde kadınlara yer verildi ve ilk kadın bakan (Sosyal Güvenlik Halk Komiseri- Kollantay) oldu. Ardından yine Kollantay ilk kadın “diplomat” olarak SB’yi temsil etti. İlk kez bir devlet “eşit işe, eşit ücret”i benimsenmekle kalmadı, uygulamaya soktu. Toplu çamaşırhaneler, yemekhaneler ve kreşlerin çoğaltılmasıyla kadınlar, ilk kez bu kadar kitlesel çalışma hayatına atıldılar; yönetimin her kademesinde görevler üstlendiler. İlk kez kadın-erkek işi ayrımı ortadan kalkmaya başladı, ilk kadın makinist, ilk kadın pilot, hatta kozmonot oldular.

Sovyet çocukları sağlıklı ortamlarda ve en seçkin eğitmenler tarafından kreşlerde bakılır, ucuz süt ve besin sağlanırdı. Clara Zetkin’in ifadesiyle “anne ve çocuğun korunması devletin göreviydi ve bu çalışmada hayırseverliğin izi bile olmamalı”ydı.

Çocukların oynayabileceği parkları, gençlerin bedensel yeteneklerini geliştirecekleri spor alanları vardı. İşçi ve emekçilerin işyerlerine yakın, bir kent gibi düzenlenmiş yerleşim siteleri bulunuyordu. Sıhhi tesisat, ısıtma, gaz ve öteki donanımların ücretsiz yapıldığı, konforlu ve estetik biçimde inşa edilen evlerde yaşıyorlardı.

Devrim öncesi Rusya’da halkın yüzde 80’i okuma yazma bilmiyordu.1930’a gelindiğinde okuma-yazma oranı Rusya’da yüzde 81.2; diğer halklarda yüzde 70’e yükseldi. Ülkenin neredeyse her köşesinde kütüphaneler yükseliyordu. Halk kütüphanelerinin sayısı 1914’e oranla 62 kat artmıştı. Rus klasikleri 435 dilde 167 milyon 742 bin adet, dünya klasikleri ise 158 dilde 15 milyon 763 bin adet basılıyor, bu kütüphanelerin raflarında emekçilere sunuluyordu.

Çarlık Rusya’sında tüm ülkede 153 olan tiyatro salonu, 1941’de 926’ya çıkmıştı. Ve bu tiyatrolarda değişik halklar tarafından konuşulan 50 dilde oyun oynanıyordu. Sovyet ülkesinin sinemacıları da iç savaşlarda yetişiyor, dünyanın sayılı ve seçkin filmlerini üretiyorlardı. Dünyada ilk sinema okulu 1919’da Moskova’da açıldı ve ‘40’lı yıllara gelindiğinde tiyatro ve sinema eğitimi veren okul sayısı 170’i aştı. Yine dünyada sesli ve renkli filme geçen ilk ülkelerinden oldu Sovyetler Birliği.

Dünyanın en güzel metro istasyonları hala bugün de Moskova ve Petrograd’dadır. İşçilerin deyimiyle, “saraylar yeraltına inmiş”ti bu ülkede. Emekçiler, Neva ve Moskova nehirlerinin altından geçen sayısız metro hattından, duvarları süsleyen devrimleri konu alan resimleri izleyerek yolculuklarını yapıyorlardı.

 

Kriz bilmeyen bir ekonomi

Emperyalist-kapitalist sistemin 1929 “büyük buhran”ı ile sarsıldığı bir dönemde, krizi hiç tanımayan ve büyük bir kalkınmayı başaran tek devlettir sosyalist SB. Dünya ekonomik sarsıntılar, askeri-siyasi felaketlerle çalkalanırken o dimdik ayaktadır. Gerek sanayide, gerek tarımda büyük atılımlar gerçekleşmekte, beş yıllık ekonomik hedeflere 4 yılda ulaşmaktadır.

Çünkü “sosyalist ekonomi” kapitalist ekonominin aksine planlıdır. Daha önemlisi tekellerin karını maksimize etmek için değil, işçi-emekçilerin yaşam koşullarını yükseltmek, sosyalist devleti güçlendirmek için yapılmaktadır.

“Sistem, muhasebe, sorumluluk!” Lenin ve sonra Stalin, henüz mekanize olmamış bir ülke için en zor ve en gerekli şeyler olarak bunları istiyorlardı. 1928’de beş yıllık plan açıklandığında, emperyalist ülkeler bunun çılgınca olduğunu, gerçeği yansıtmadığını söylüyorlardı. Oysa bu plan tek başına Moskova tarafından yapılmamıştı. Ülkenin en ücra köşelerinden gelen bilgilerle, önerilerle, kolektif bir şekilde hazırlanmıştı. Fabrikada ve köylerde insanlar, ne istediklerini, ne yapabileceklerini ve bunu başarmak için nelere gereksinimleri olduğunu tartışmışlardı. Yerel düzeyde hazırlanan planlar, ‘merkez’e gitmiş, öteki planlar ile uyumlaştırılmış ve tekrar yerel makamlarca kabul edilmek üzere geri gönderilmişti. Böylesine kolektif tarzda hazırlanan bir planın yaşama geçmemesi mümkün müydü?

Emperyalist ülkelerin “gerçekçi” bulmayıp gülüp geçtikleri ilk beş yıllık plan, 1928 Ekim’inden 1932 Aralığına kadar dört yıl üç ayda tamamlandı. Bu başarı üzerine Stalin, “eski geri kalmış köylü Rusya’nın, dünyanın ikinci sanayileşmiş ulusu haline geldiğini” bildiriyordu. “Eskiden -diyordu- demir çelik sanayimiz yoktu, ama şimdi var. Traktör sanayimiz yoktu, şimdi var. Otomobil sanayimiz yoktu, şimdi var…” (Leninizmin Sorunları, inter yayınları sf: 540)

Tarihte bunun örneği yoktur. Böylesine büyük bir atılımın, bu kadar kısa sürede gerçekleştiği görülmemiştir. Savaş tehdidi altındaki Sovyet işçi ve emekçisi, bunu başaramadıkları taktirde kendilerini nasıl bir tehlikenin beklediğini biliyordu. Sadece sosyalist inşanın gecikmesine yol açmayacak, bugüne dek başardıkları her şeyin yok olmasıyla karşı karşıya kalabileceklerdi. Çünkü 1933’te Japonya Mançurya’daki sınırlarını zorlamış, Alman Nazileri, Ukrayna üzerinde taleplerde bulunmuştu. Sovyet halkı, her iki sınır üzerinde de saldırıya karşı koyabileceklerine, ama bunun ancak ekonomilerinin hızlı kalkınmasına bağlı olduklarına inanıyorlardı. Onun için bu ‘iş’ değil, bir ‘savaştı’.

En önemli kapitalist ülkelerin sanayisi 1929’dan itibaren yıldan yıla gerilerken ve ancak 1933’te, o da 1929 düzeyine ulaşmakta çok uzak biçimde biraz toparlanmaya başlamışken, SB’de sanayi kat be kat büyümüştür ve kesintisiz bir yükseliş seyri izlemiştir.

Bu muhteşem tablo, emperyalistler kriz içinde kıvranırken en fazla 10 yıllık bir sürede gerçekleşti. Çünkü emekçiler, Stalin’in belirttiği gibi, “milyonların görebildiği açık hedeflerden doğan gönüllü bir disiplin”le,  sağlam bir ruh ve güçlü bir atılımla kendini çelikleştirmişti. Bu yüzden dört elle sarıldı Sovyet ülkesine. Ona yönelik her tehditte tek bir yürek olup ayağa kalktı. Kimsenin gerçekleşmesine inanmadığı 5 yıllık kalkınma planlarını zamanından önce tamamladı. Onmilyonlarca şehit verip, eşsiz kahramanlar yaratarak tüm dünyayı Nazi vahşetinin kollarından çekip aldı.

“Bir an için Bolşeviklerin üstünlüğü ele geçirdiklerini varsayalım, bu durumda bizi kimler yönetecek?” diye korkuyla soruyorlardı Ekim Devrimi öncesinde gericiler. Ve dalga geçerek şöyle devam ediyorlardı: “Belki aşçılar, pirzola ve biftek uzmanları? Ya da itfaiyeciler? Ahırlardaki bakıcılar ve atlı araba sürücüleri? Belki de dadılar, çocuk bezlerini yıkadıktan sonra aceleyle Devlet Konseyi oturumlarına koşacaklar? Bunlar değilse kim? Devlet adamları kimler olacak?” diyorlardı. (Muhafazakar gazete NoveoVremia’dan alıntı-1917, aktaran T. Cliff  3, sf. 14)

İşte o küçümsedikleri insanlar, kendilerini çok yönlü geliştirerek büyük mucizelere imza attılar. Devleti yönetimini küçük bir azınlığın elinden alıp kolektif bir güç haline getirdiler. En büyük emperyalistlere kafa tutan, kısa sürede onları geride bırakan bir ülke yarattılar. Ve tüm dünya işçi ve emekçilerine izlenmesi gereken yolu gösterdiler.

 

Emperyalist savaşı durduran devrim

Ekim Devrimi, emperyalist savaşa karşı işçi ve emekçilerin, ezilen halkların nasıl bir yol izlemesi gerektiğini göstermesi bakımından da ayrı bir öneme sahiptir. Lenin’in “ya devrimler savaşları önler, ya da savaşlar devrimlere yol açar” sözü, emperyalist savaş altında ezilen tüm kesimlere direniş çağrısı olmuştur. Aynı şekilde emperyalist-kapitalist burjuvaziyi, onların işbirlikçilerini titretmiş, bütün şimşeklerini üzerinde toplamıştır.

Çünkü o, dünyanın en büyük sömürgeci ülkesi Çarlık Rusya’sını tarihten silmekle kalmadı, önce Rus-Alman savaşına, ardından sürmekte olan dünya savaşına noktayı koydu. Çarlık Rusyası ile diğer emperyalistlerin gizli anlaşmalarını deşifre ederek, onların gerçek niyetlerini ve planlarını ortaya döktü. Bunların içinde ünlü ‘Skyes Picot’ anlaşması vardır ki, İngiltere ve Fransa’nın Ortadoğu’yu nasıl paylaştıklarını gösteren bu anlaşmanın teşhiri, onları zor duruma soktu, Ortadoğu halklarında yeni direnişlerin mayalanmasına yol açtı.

Bolşeviklerin “barış” çağrısıyla yetinmeyip, emperyalistlerin Çarlıkla birlikte yaptığı gizli anlaşmaları “kirli çamaşırlar” gibi ortaya dökmesi, Osmanlı aydınları arasında bile Lenin’e ve Bolşeviklere karşı büyük bir hayranlık uyandırır. Hatta o yıllarda Anadolu’da en güçlü ideolojinin Bolşevizm olduğu söylenir.

Sovyet Hükümeti’nin bütün cephelerde ateşkes ve barış çağrılarına, İngiltere, Fransa gibi emperyalistler yanıt vermeyince, ilk anlaşma Almanya ve onun safında yer alan devletlerle gerçekleşir. Bunlardan biri de Osmanlı’dır. SB’nin büyük tavizler vermek zorunda kaldığı, 3 Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk anlaşmasından en karlı çıkan devletlerin başında Osmanlı gelir. Öyle ki, 1887-88 Rus savaşı öncesinde kaybettiği Kars, Batum ve Ardahan gibi şehirleri yeniden sınırları içine katmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da, Ekim Devrimi’nin rolü çok büyüktür. Sadece esinlendirici bir rol oynamakla kalmaz, önemli maddi destekler de sunar. Ulusal kurtuluş savaşı başladığında SB’nin Ankara Hükümeti’ne 10 milyon altın ruble sözü verdiği, bunun 5 milyonu, Temmuz 1921’de Yunanistan saldırısından önce ulaştırdığı söylenmektedir. O günkü değere göre sağlanan mali yardımın 80 milyon TL tutarında olduğu, bu rakamın Ankara Hükümeti’nin bir yıllık bütçesine denk düştüğü belirtilmiştir. (Rakamlar Stefanos Yerasimos’a aittir.)

Yine Yerasimos’un verdiği rakamlara göre, Sakarya Meydan Savaşı’nda Türkiye’nin elinde bulunan 54 bin 572 tüfeğin, 30 bini; kullanılan mermilerin yarısı; ağır makineli tüfeklerin dörtte biri ve topların üçte biri Sovyetler Birliği’nden gelmiştir. Yunan saldırısı öncesinde Türkiye’ye ulaştırılan bu silahlar, silah bakımından çok daha güçlü olan Yunanistan ile Türkiye arasındaki eşitsizliği büyük ölçüde gidermiş ve işgalin Sakarya’da durdurulmasında önemli bir rol oynamıştır.

Bütün bunlar üzerinden Türkiye’de ulusal kurtuluş savaşının zaferle sonuçlanmasında, Ekim Devrimi’nin çok büyük bir rolü olduğunu söylemek yanlış olmaz. SB’nin yardım ve desteğinin yanı sıra, Rusya’daki devrimin yayılmasından büyük bir korkuya kapılan emperyalistler, hızlı bir biçimde Kemalist burjuvazi ile uzlaşma yolunu tutmuştur. Emperyalistler sadece Türkiye’de değil, birçok yerde ve birçok konuda devrim korkusuyla geri adım atmak zorunda kalmışlardır.

Lenin; “bireylerin yaşamındaki ya da ulusların tarihindeki her bunalım gibi, savaşlar da bazı kişi ve örgütleri baskı altına alır, ezer; bazılarının da gözünü açar, çelikleştirir ve ileri fırlatır” der. Bu, komünist ve devrimci hareketler açısından da böyle olmuştur.

Savaş, devrim için koşulları olgunlaştırır. Ancak kendiliğinden devrime yol açmaz. Bunun için öznel faktör, yani devrimci, komünist bir önderlik gerekmektedir. Lenin ve yoldaşları bunu bilinci ve sorumluluğu ile hareket ettiler. Alman sosyal-demokratları, kendi burjuvaları ile işbirliği yapıp Alman devletini nasıl kurtaracaklarını düşünürken, Rus Bolşevikleri, ‘bu devleti nasıl yıkarız’ın derdindeydiler. Almanya’da devrimin koşulları Rusya’dan daha elverişli iken ve herkes Almanya’da devrim beklerken, Rusya’da gerçekleşmesi, bundan dolayıdır.

Savaş boyunca başta Avrupa olmak üzere dünyanın dört bir yanında ayaklanmalar, devrimler yaşandı; fakat sadece Rusya’da, tarihe “Ekim Devrimi” olarak geçen sosyalist bir devrim gerçekleşti. Ve bu devrimle bir çağ kapandı. Lenin’in “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı” adını verdiği yeni bir çağ açıldı.

 

“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nın pratiğe geçişi

Ekim Devrimi, emperyalizmi yalnızca kendi egemenlik merkezlerinde, yalnızca ‘metropoller’de sarsmakla kalmadı; sömürge ve bağımlı ülkelerdeki egemenliğine de darbe indirdi.

En başta Çarlık Rusyası gibi “uluslar hapishanesi”nde gerçekleştirdiği devrim ile, ulusal ve sömürgesel baskı zincirlerini kopardı. Ekim Devrimi’nin ayırıcı özelliği, SSCB’de yaşayan uluslar ve ulusal topluluklardan işçi ve köylüleri, karşılıklı güven ve kardeşçe bir yakınlaşma ile birleştirmesi ve enternasyonalist bir bakışaçısıyla dövüştürebilmesidir.

Ekim Devrimi’nin 10. yılında konuşan Stalin, devrimin “uluslararası niteliği” hakkında şunları söylüyor:

“Ulusal ve sömürgesel devrimler bizim ülkemizde proletaryanın yönetimi ve enternasyonalizm bayrağı altında gerçekleştirilmiş bulundukları için, parya-halklar, köle-halklar işte bu nedenle kendi örnekleri ile bütün dünyanın ezilen halklarını kendilerine çekerek, insanlık tarihinde ilk kez olarak gerçekten özgür ve gerçekten eşit halklar durumuna yükselmiştir. Bu demektir ki, Ekim Devrimi, yeni bir çağ; dünyanın ezilen ülkelerinde, proletarya ile ittifak halinde proletaryanın yönetimi altında, sömürgesel devrimler çağını açmıştır.” (Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, Sol yay, sf. 283)

Komünistler, başından itibaren proletaryanın kurtuluşunun, ezilen halkların kurtuluşu ile birlikte olacağını savundular. “Bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” diyen Marks, bunun ilk taşlarını döşedi. Lenin ise, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı (UKKTH) Ekim Devrimi’nden çok önce ilan etmişti. Lenin tarafından formüle edilen Partinin ulusal programının temel istemleri şöyleydi: “Tüm ulusların tam eşitliği, ulusların kendi yazgılarını belirleme hakkı (yani ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkı) tüm uluslardan işçilerin ortak proletarya örgütleri içinde yakın birliği” (Lenin, Yaşam öyküsü ve savaşımı, Konuk Yay, sf. 88)

UKKTH, Ekim Devrimi ile ete-kemiğe büründü ve bunun en güzel örneklerini sunarak tüm dünyaya yayıldı. Daha devrimin ilk yıllarında Çarlık Rusya’sında yer alan uluslardan Finlandiya’nın bağımsızlık kararını onaylayan kişi, Lenin’dir. Kendi toprakları içinde bulunan bir ulusun “kendi kaderini tayin hakkı”nı “bağımsız devlet” şeklinde kullanması ve bunun egemen ülke tarafından tanınması tarihte ilktir. Bunu gerçekleştiren ilk devlet ise sosyalist SB’dir. Kaldı ki Finlandiyalı komünistler “bağımsızlık” kararına karşı çıkmıştır; buna rağmen meclis çoğunluğu böyle bir karar alınca, büyük bir üzüntü ile Lenin’e getirip onaylatan da onlardır.

Finlandiya’nın ardından Azeri, Ermeni, Gürcü gibi uluslar da bir süre bağımsız kaldılar. Ki bunlar, emperyalistler tarafından dünyadaki ilk sosyalist devleti daha doğmadan boğmak için kullanıldıkları halde, Lenin ve partisi tarafından UKKTH sonuna dek savunulmuş, yaşama geçirilmiştir.

Denebilir ki, SSCB içinde yeralan uluslar ‘altın çağ’larını, sosyalizm döneminde yaşamışlardır. Devrimin ilk yıllarından itibaren 60’tan fazla dilde gazete basılmaya başlamış, kültürel-sanatsal etkinlikleri alabildiğince gelişmiştir. Öyle ki, unutulmuş diller ve kültürler bile açığa çıkarılmıştır. Devrim sonrası her ulus UKKTH’nı kullanmış, ayrılanlar olduğu gibi federal, özerk biçimler altında SSCB içinde yer alanlar büyük çoğunluğu oluşturmuştur.

Çünkü SSCB, Çarlık Rusyası’nın “uluslar hapishanesi”ni bir bahçeye çevirmiş, uluslar arasında kaynaşma ve kardeşleşmenin en seçkin örneğini sunmuştur. Birlikte çalışılıp birlikte paylaşılmış, birlikte dövüşülüp birlikte ölünmüştür. Bunun sırrı, sosyalizmin ulusal soruna bakışında, bu doğrultuda ortaya koyduğu pratikte saklıdır. Gerek iç savaş döneminde, gerekse II. emperyalist paylaşım savaşında, kendilerinden çok daha güçlü düşmanlara karşı çetin bir savaş vererek zafere ulaşmaları, başka türlü mümkün olamazdı.

Sosyalizm ile faşizm arasındaki savaş, aynı zamanda ulusal soruna iki farklı dünyanın bakışı ve savaşımı oldu. Sosyalizmin ulusların eşitliği ve dostluğu ideolojisi ile faşizmin milliyetçilik ve ırk düşmanlığı ideolojisi çarpıştı ve ilkinin kesin zaferiyle sonuçlandı. İkinci emperyalist savaşta Nazi Almanyası sadece askeri olarak değil, siyasal ve manevi olarak da büyük bir yenilgiye uğradı.

 

Ekim Devrimi yaşıyor!

Ekim Devrimi sadece devrimin gerçekleştiği Rusya’da değil, tüm dünyada işçi ve emekçilerin, ezilen halkaların yaşamında büyük değişimlere yol açtı, çok önemli hakları kazanmasının zeminini yarattı. UKKTH’nın BM tarafından göstermelik olsa da kabulünde Ekim Devrimi ile açılan yolun etkisi vardır. Keza ikinci emperyalist savaş sonrası emperyalist-kapitalist ülkelerde “sosyal devlet” adı altında işçi-emekçi lehine yaşanan gelişmelerde, devrimin artan etkisi görülür. O yıllarda işçi ve emekçiler, kapitalist sistem altında verdikleri mücadele ile çok geniş haklar elde edebilmişlerdir.

Dünyanın üçte birinin “sosyalist kamp” içinde yer aldığı bu dönemde, emperyalist burjuvazi gerek içte, gerekse dışta büyük bir sıkışma yaşadı. Pazar alanları daraldı, daha fazla kar çabaları sekteye uğradı. Sosyalizme yönelik saldırıları ise hız kesmeden sürdü. Sonunda içten çökertmeyi başardılar. Sosyalist SB, önce revizyonist-bürokratik önderler tarafından adım adım devlet kapitalizmine yöneldi. Dışarıda emperyalist politikalar izlenmeye başladı ve sosyal-emperyalist bir ülkeye dönüştü. Kendisiyle birlikte sosyalist kampı da revizyonist bir kamp haline getirdi. ‘90’lı yıllarda bu kamp tümden çöktü…

Burjuvazi sevinç çığlıkları attı. “Tarihin sonu” dediler. Artık kapitalizm ebediyete kadar yaşayacaktı! Fakat bu yaygaralar 10 yıl içinde sönüp gitti. Yeni bir emperyalist savaş, kapitalizmin artan sıklıkta krizleri, zengin-yoksul arasındaki uçurumun devasa boyutlara ulaşması, artan mülteci akını, beyin göçü, açlık ve vahşet ortalığı sardı. Kapitalizmin sosyalizme alternatif oluşturması bir yana, sosyalizm tehdidi ortadan kalktığı anda daha geriye savrulduğu, sömürüde “vahşi kapitalizm”e, yaşamda karanlık ortaçağ dönemine döndüğü görüldü.

“Sosyalizm öldü”, “proletarya bitti” gibi demagojiler, artık eskisi gibi duyulmuyor ve etkisini çoktan yitirdi. Buna karşın halen güçlü bir sosyalist rüzgar esmiyor. Komünist ve devrimci partiler ciddi bir varlık gösteremiyor. Elbette bu durum geçicidir. Devrim yeniden doğrulacak, egemenlerin dünyasına hakim olacaktır. Çünkü devrimin nesnelliği ortadan kalkmamıştır, aksine yeni olgularla daha da pekişmiş durumdadır. O yüzden sosyalizmin yenilgisi geçici, zaferi ise mutlak ve kaçınılmazdır.

Kapitalizm, beşyüzyıllık ömrünün üç yüzyılını feodalizme karşı iktidar mücadelesiyle geçirdi. Burjuvazi, aristokrasiyi devirmek için 16. yüzyıldan 19. yüzyıla dek uğraştı. En radikal biçimde iktidarı ele geçirdiği Fransa’da bile, geriye dönüşler yaşandı, bu süreç “üçüncü cumhuriyet”e kadar uzadı. Üstelik kapitalizmin feodalizmin bağrında kendiliğinden gelişip egemenliğini kurması gibi bir şansı olduğu halde!

Sosyalizmin ise böyle bir şansı yok! Dahası bin yıllardır hüküm süren sömürüyü ortadan kaldırmak gibi büyük bir hedefle, oldukça elverişsiz koşullar altında işe koyuldu. Gencecik tarihine rağmen, bir SSCB örneğini ve dünya emperyalistlerini sarsan sosyalizm dalgasını yarattı. Tüm dezavantajları, “Komünist Cumartesi”lerin, Stahanovistlerin sınır tanımayan atılım gücüyle yendi; “yarı barbar” bir ülkenin çehresini değiştirdi. Kapitalizmin 150 yılda gerçekleştirdiğini sadece iki on yıla sığdırdı.

Onun işçi sınıfı ve emekçi halklara bıraktığı miras, yalnızca sosyalizmin kuruluşunun teorisi ve pratiği değildir. Ekim devrimi, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal bağımsızlık ve sosyalizm mücadelelerini de ateşledi; Doğusu’nu aydınlattı… Ekim devrimi, kapitalizmi (işsizlik sigortası, emeklilik hakkı, sağlık sigortası vb.) kendine çeki düzen vermeye zorladı; Batısı’nı aydınlattı… Dünyanın başına çöreklenmeye çalışan Alman faşizmini Berlin’e dek kovaladı; Dünyayı aydınlattı…

Böyle bir devrimi, onun yarattığı değerleri, ortaya koyduğu başarıları, insanlığın bilincinden söküp atmak mümkün mü?  O hala insanlığın özlemi, umudu olmaya devam ediyor…

Derler ki, yüz gün dolmadan yenilgiye uğrayan ilk proletarya iktidarı Paris Komünü’nden sonra, Ekim Devrimi’nin yüzüncü gününde Lenin, Kremlin Meydanı’ndaki karların üzerinde coşku ve sevinçten, mutluluk ve heyecandan yuvarlanarak “başardık” diye haykırıyormuş.

Ekim Devrimi, Paris Komünü’nden çok uzun yaşadı ve onun yapamadığı pek çok şeyi başardı. Yeni proleter devrimler de Ekim Devrimi’nin yapamadıklarını yaparak sömürüsüz-sınıfsız topluma doğru yürüyüşünü sürdürecektir. Tıpkı Lenin’in 100 yıl önce söylediği gibi…

“Bu ilk zafer, nihai zafer değil henüz. Ekim Devrimimiz bu zaferi, emsalsiz cefalar ve güçlükler, işitilmemiş acılar içinde ve kendi payımıza büyük başarısızlıklar ve hatalarla gerçekleştirdi. Sanki başarısızlıklar olmaksızın, hatalar yapılmaksızın, tek başına geri bir halk, dünyanın en güçlü ve ileri ülkelerinin, emperyalist savaşların üstesinden gelebilirmiş gibi!.. Fakat olgu şu ki; yüzlerce, binlerce yıldır ilk kez köle sahipleri arasındaki savaşa, kölelerin, bütün köle sahiplerine karşı bir devrimle ‘cevap vermek’ için verilen sözü tamı tamına yerine getirdi ve tüm güçlüklere rağmen yerine getirecek.

Biz başlangıcı yaptık. Ne kadar zamanda, ne zaman, hangi ulusun proleterleri, bu eseri sonuna vardırırlar, bunun önemi yok. Önemli olan; buzun kırılmış, yolun açılmış ve gösterilmiş olmasıdır.”

Bunlara da bakabilirsiniz

Adana İHD’de Makbule Berktaş anısına toplantı yapıldı

İnsan Hakları Haftası dolayısıyla Adana İHD’de Makbule Ana (Berktaş) anısına bir toplantı yapıldı. 13 Aralık’ta …

Suriye cezaevleri, Türkiye cezaevleri

Yandaş basında Suriye haberlerinin önemli bir kısmını Suriye cezaevleri oluşturuyor. Büyük bir “dehşet ve panik” …

Sendikalı işçilere saldırılar protesto edildi

İstanbul’da 11 Aralık’ta Mecidiyeköy Cevahir AVM önünde saat 18’de Mücadeleci Sendikalar, tutuklu sendikacıların serbest bırakılması …