Daha önce birçok kavramın içi nasıl boşaltıldıysa, bugünlerde en çok umut ve umutsuzluk üzerinde oynanıyor. Seçimlerin gündeme gelmesiyle birlikte daha sık tekrarlanan ve farklı anlamlar yüklenen bir kavram oldu umut ve umutsuzluk…
Öyle ki, bu koşullar altında seçimlere katılmayı doğru bulmamak, bunun AKP’yi ve yaptıklarını meşrulaştıracağını söylemek, “umutsuzluk” addediliyor. “Umut” ise, her ne olursa olsun seçimlere katılmak, dahası seçim güvenliği için görev üstlenmek, “sandığa sahip çıkmak” olarak lanse ediliyor.
Kısacası umut ve umutsuzluk, hem seçimler gibi dar bir çerçeveye hapsediliyor; hem de o çerçevede dahi çarpık bir şekilde ele alınıp sunuluyor…
Umut gelecektir
Öncelikle belirtelim ki, umut (ve karşıtı olan umutsuzluk) tek başına seçimlerle ele alınamayacak ve seçimler çerçevesine sıkıştırılamayacak kadar geniş ve kapsamlı bir kavramdır.
Umut, geçmişi değil, geleceği ifade eder. Kişisel olarak umutlu olmak, geleceğe dair planlar yapmak ve bunların gerçekleşebileceğine inanmaktır. Yani bir amaca, bir hedefe sahip olmak, onlara ulaşabilmek için mücadele etmektir.
Amaç yoksunluğu, hedefsizlik ise umutsuzluğun emareleridir. Bunun bir adım ilerisi; gelecekten bir beklentinin kalmaması, hiçbir şeyin değişmeyeceği, hatta bugünden daha kötü olacağı duygusudur. Umutsuzluk, geleceksizlik demektir. Geleceksizlik ise, yaşamla olan bağın zayıflaması, giderek kopmasıdır.
İşte bu noktada, kişisel bunalımlar, depresyonlar, çeşitli ruhsal hastalıklar, intiharlar başgösterir ve her çeşit suç patlaması ortaya çıkar. Bunların sürekli arttığı koşullarda, sorun artık kişisel olmaktan çıkmış toplumsal bir hale bürünmüş demektir.
Bir toplumun umutsuzluk girdabına sürüklenmesi, o toplumu çürütür. Değerler sistemi çöker, ahlaksızlık her yere sirayet eder. Kişisel umutsuzluk, o kişiye ve yakın çevresine zarar verirken; toplumsal umutsuzluk bir toplumun uçuruma sürüklenmesi, intihar etmesidir. Koşullar değişmeden bu tablonun değişmesi de mümkün değildir.
Savaş ve kriz dönemleri, kişisel olduğu kadar toplumsal umutsuzluğu, gelecek güvensizliğini arttırır. Gerek dünyada gerekse ülkemizde son yıllarda umutsuzluğun bu denli baskın hale gelmesi, bununla bağlantılıdır. Bir de sosyalizmin dünya ölçeğinde güç ve prestij kaybetmiş olması, bu durumu depreştirmiştir.
Bu genel tabloya ek olarak; ülkemizde AKP hükümeti ile birlikte gerici-faşist uygulamaların sökün etmesi, buna karşın bırakalım devrimci bir alternatifi, düzen-içi muhalefetin bile yetersizliği, umutsuzluğu toplumsal bir sorun haline getirmiştir.
Şimdi hükümeti-muhalefetiyle oluşturdukları bu tablodan yakınmaktalar. Bu durumun müsebbibi kendileri değillermiş gibi, halkı suçlamakta ve yine tek çare olarak sandığı göstermekteler. Sanki bugüne dek sandık defalarca kurulmamış ve halk her defasında sandığa gitmemiş gibi…
Oysa Türkiye, seçimlere katılım oranı en yüksek ülkelerden biridir. ABD ve Avrupa’nın birçok ülkesinde seçimlere katılım yüzde 50-60 civarında iken, Türkiye’de en düşük yüzde 75’tir. Hal böyleyken sandıktan umut çıkmıyor; aksine her seçim sonrası umutsuzluk daha da artıyor.
Demek ki, “sandık-umut” denkleminin doğru olmadığı pratikte de görülmüş, somut bir gerçektir. Bir insanın kendi yaşamı bile bunu test etmeye yetecek bir deneyim sunmuştur. Değil ki, insanlık tarihi…
Devrimler umut üzerinden yükselir
Umut, ileriye doğru atılan her adımın “olmazsa olmazı”; insanlığın gelişiminin en önemli itilimidir.
Onun içindir ki, varolan duruma karşı çıkan, daha ileri bir düzen vaadeden her akım, kitlelere umut aşılamak zorundadır. Hatta her din, her ideoloji, insanlığa daha güzel bir dünya umudunu verebildiği ölçüde yayılır, başarılı olur.
Uzun yıllar aynı koşullar altında yaşayan insanlarda “böyle gelmiş böyle gider”, “bu düzen değişmez” duygusu baskın hale gelir. Bu kabulleniş; bir alışkanlığa, hatta farklı bir yaşamı tahayyül edemeyecek duruma götürür. Büyük bir umutsuzluk-karamsarlık hali çöker kitlelerin üzerine. Bir de varolan duruma karşı çıkanlar çeşitli biçimlerde cezalandırıp ezilmişlerse, bu duygu daha derinlere nüfuz eder.
Egemenlerin amacı da budur. Kimini korkutup sindirerek, kimini satın alarak veya bilinçlerini bulandırarak “gönüllü köleler” haline getirebildiği oranda iktidarlarını sürdürebilirler. Ama hiç bir iktidar ilelebet bunu sağlayamaz. Eğer sağlayabilselerdi tarih donmuş olurdu. Ne kölelik sistemi biter, ne de o sistemin en güçlü devleti Roma İmparatorluğu yıkılırdı.
Her zirve, aşağı doğru inişin başlangıcıdır. Sadece doğada değil, toplumlarda da böyledir. Karanlığın en koyu anında şafağın sökmesi gibi, sömürü ve zorbalığın en katmerlendiği anlarda, yeni bir sistem uç verir. Taçlar devrilir, imparatorluklar yıkılır…
Bu, hiç bir iradenin önünde duramayacağı diyalektik bir süreçtir. Üretim ilişkilerinin nesnel olarak geldiği nokta, eski kalıplara sığmayınca “yeni”nin zemini de oluşmaya başlar. Bu zemin insan bilincini doğrudan etkiler. “Yeni”den çıkarı olan sınıflar, buna uygun bir ideoloji ve akım yaratarak, eski sistemden rahatsızlık duyan kesimlere “umut” olurlar. Onları ne kadar birleştirir ve seferber edebilirlerse, iktidarı alaşağı etme ve “yeni”yi kurmayı, o ölçüde çabuk başarırlar. Sistem değişiklikleri ve devrimler böyle ortaya çıkar.
Devrimler, umut üzerinden yükselir. Ve insanların en umutlu, en istekli olduğu dönemler, devrim dönemleridir. Lenin, “halk kitleleri hiç bir zaman devrim sırasındaki kadar yeni toplum düzeninin etkin yaratıcıları olamazlar, bu devrelerde halk mucizeler yaratabilir” demiştir.
Yani UMUT ve DEVRİM birbiriyle içiçedir ve çok sıkı bağları vardır. Egemenlerin ise en büyük düşmanıdırlar… Egemenler bütün araç ve yöntemleriyle insanlığın savaşsız-sömürüsüz bir dünya umudunu boğmaya çalışır. Bunu sadece baskı ve zorbalıkla yapamaz. Onun için sahte umutlar ve boş beklentiler yayarak kitlelerin bilincini bulandırır. Kişisel kurtuluş reçeteleri satar. Düzen-içi çözümlerle düzeleceği yanılsamasını yaratır.
Kapitalizm umut taciridir
Sömürücü toplumlar içinde en ilerisi olan kapitalizm, insanlığın umudu ile en fazla oynayan sistemdir aynı zamanda. Egemenlerin binlerce yıllık yönetme tecrübesine sahip olan burjuvazi, kitlelere ne kadar umut pompalarsa, o kadar kolay yönetebileceğini öğrenmiştir.
Burjuvazi, işçi ve emekçilerin geniş kesimlerinin tümden ‘amaçsızlaşma’sını istemez. Çünkü amacını kaybeden, böylece yaşamla bağlarını da yitiren kitleler, burjuvazinin karını da düşürür. Yaşama sevincinden yoksun, hayattan ve yaptıklarından zevk almayan, coşku ve heyecan duymayan kitleler, üretme gücünü yitirdiği gibi, tüketme isteğini de kaybeder. Bu noktada burjuvazi, kitlelerin yaşamdan beklentilerini kendi çıkarları doğrultusunda belirlemeye çalışır. İnsana güç ve umut veren insanlık değerleri ve ideallerinin yerine, bireysel ve dönemsel beklentiler koymaya başlar. Toplumsal bir varlık olan insanı, bireyselleştiren ‘amaçlar’ atar ortaya. Daha iyi bir ev, daha iyi bir araba, daha iyi bir okul vb…
Özellikle seçim dönemlerinde umut tacirliğinde zirve yapar. Düzen partilerinin asıl görevi de budur. Kitleleri çeşitli vaatlerle bir süreliğine kandırmak! Hangisi bu vaatlere inandırabilir, yani sahte umutlar yayabilirse, o işbaşına gelir. Üç-beş yıl, bazen daha fazla, bu şekilde idare edilir. Bu süre içinde vaatlerin hiçbirinin tutulmadığı, hatta eskisinden daha kötüye gidildiği görülüp hoşnutsuzluk artınca, yeniden seçime gidilir; yeni bir hükümet ile kan tazelenir ve düzenin çarkı bu şekilde dönmeye devam eder.
Vuruşkan bir şahandır umut
Tuzağa düşmüş bir ceylanın
bakışındaki hüzün değildir umut.
Kınalı keklik gibi ürkek bir kuş da değildir
Ne yalvar yakar olmuştur zulmün pençesinde,
ne de düşürmüştür kırların
ve türkülerin onurunu yere…
Baharda bir tomurcuk gibi patlayan öfkedir umut,
Barajını yıkan bir ırmaktır açılır serpilir.
Ve büyür kıyısında sevda emzirir aşkı.
Emzirir ve büyütür gül nakışlı sabırlardan.
Ferhat’ın direncini
Bin yılların sabır taşını çatlatıp
açar bin yılların kapısını…
Düşmana dönük bir mavzer gibidir umut.
Yaratır tetik ve parmak en gürbüz çocuğunu tarihin…
Ahmet Telli
Oysa daha önce de defalarca kez sandığa gidilmiş, ama temel hiç bir sorun çözülmemiştir. Fakat her defasında “bu kez değişecek” duygusu yaratılarak aynı oyunu oynarlar. Böylece “demokrasi”nin kurallarına uyulmuş ve belli aralıklarla sandık kurularak, halkın kendisini yönetecek olanları kendisi seçiyormuş yanılsaması yaratılmış olur.
Hükümet ve muhalefet partileriyle burjuvazi, her seçim dönemi bunu yapar. Onların bu demokrasi oyununu açığa çıkaranlara ise, büyük bir hışımla saldırıya geçer. Burjuva demokrasisi, gerçekte “azınlığın çoğunluk üzerindeki diktatörlüğü”dür. Bunu söyleyenleri ve “çoğunluğun demokrasisi”ni, yani halk iktidarını savunanları “demokrasi düşmanı” ilan ederler. Düzen partilerinin vaatlerini teşhir edip, halkı sahte umutlara karşı uyaranları, “ortalığa karamsarlık yayan umutsuzlar” olarak yaftalarlar.
Burjuvazinin en iyi yaptığı şeylerden biri, kavramların içini boşaltmaktır. Savaş kışkırtıcılığı yaparken en çok “barış”tan, baskı ve şiddeti arttırırken “insan hakları”ndan dem vurdukları gibi; diktatörlük rejiminde “demokrasi” havarisi, ortaçağ karanlığında “umut taciri” olurlar. Kendilerinde asla olmayan bu hasletleri sahipleniyor görünmekle kalmaz; sosyalizm ve sınıfsız toplum için mücadele eden, dolayısıyla umudun ve geleceğin temsilcileri olan komünist ve devrimcileri, “umutsuz” olmakla, “demokrasi”ye inanmamakla suçlarlar.
Tüm düzen partilerinin ortak düşmanı komünist ve devrimcilerdir. Birbirleriyle “kayıkçı dövüşü” yaparken, gerçek kavgayı komünist ve devrimcilere karşı yürütürler. Onları yok etmek, etkisiz kılmak için ellerinden geleni yaparlar. Şimdi de yaptıkları budur.
Burjuvaziye “sol”dan destek
Reformizm, kitleleri devrim fikrinden uzak tutabilmek için, seçimler ve parlamento gibi düzen-içi çözümlere büyük önem atfeder. Bu konuda kraldan çok kralcı kesilir. Üstelik “devrimci” hatta “sosyalist” göründükleri için de burjuvaziye “sol”dan çok büyük destek sunmuş olur.
Parlamentarizm, reformizmin uç noktası ve en belirgin görüngüsüdür. Son yıllarda parlamentarizm salgın bir hastalık gibi yayıldı. Devrimci saflarda yeralanları bile etkisi altına aldı. Öyle ki, her seçime katılmak “devrimci politika”, seçimleri boykot etmek veya sandığa gitmemek “apolitiklik” sayıldı (!)
Oysa Türkiye’de seçimlere katılmayan en az yüzde 10’luk bir kesim bulunur. Elbette bunların bir kısmı, politikaya ilgisiz olanlardır. Ancak buradan hareketle sandığa gitmeyen herkesi “apolitik”likle suçlamak ne kadar doğrudur? Hele ki, son yıllarda sandığa gitmemenin “suç” sayıldığı, hatta “vatan hainliği” ile damgalandığı bir ortamda oy kullanmamak giderek daha fazla bilinçli bir tutumu gerektirirken…
Öte yandan AKP’nin “sadaka”larıyla yaşayabilen geniş bir kesim AKP’ye oy verirken ne kadar “politik”tir? Veya AKP’den çıkarları olan tarikat liderlerinin işaretiyle, ya da babasının-kocasının sözüyle oy kullananlar, politikaya ne kadar ilgilidir? Sadece AKP de değil, MHP, CHP gibi partilere “dededen kalma” bir alışkanlıkla oy verenlerin politikaya ilgileri ne olabilir?
Görüldüğü gibi ne oy vermek politikaya ilginin bir göstergesidir; ne de oy vermemek apolitikliğin… Konumuzu ilgilendiren yönüyle ise, ne sandığa gidenler “umutlu”dur, ne de sandığa gitmeyenler “umutsuz”… Bunun tersi de geçerlidir.
Örneğin son dönemde “biz ne yapsak AKP ve Erdoğan gitmez” diyerek, seçimlere katılmayacağını söyleyenler arttı. Bunlar gerçekte her şeyin sandıkta çözüleceğini sanan, bu olmayınca gelecekten umudunu kesen, kitlelere güvenini yitiren, karamsarlaşan kesimlerdi. Ve bu duygu çoğunlukla küçük-burjuva, sanatçı-aydın kesimlerde görüldü.
Şimdi bunlarla, OHAL altında seçimlere katılmanın yanlış olduğunu söyleyen ve çözümün sandıkta değil sokakta olacağını vurgulayan devrimcilerin tutumu bir ve aynı görülebilir mi? Birbirine zıt saiklerle sandığa gitmeyen herkes aynı kaba konulabilir mi? Daha ötesi, sandığa gitmeyi “Allah’a şirk koşmak” addedip “hakimiyet Allah’ındır” diyen radikal dinci kesimlere ne demeli?
Sonuçta gece ile gündüz kadar birbirinden farklı olan bu tutumları, bir ve aynı görmek mümkün değildir. Biri umutsuzluğun, çaresizliğin, politikadan tümden kopuşun bir tezahürü iken; diğeri, düzenin yalanlarına karşı gerçeğin, karamsarlığa karşı umudun, burjuva politikasına karşı devrimci politikanın ve kitlelere güvenin göstergesidir.
Asıl “apolitiklik”, bu farkları görmezden gelmektir. Nüansların bile önem kazandığı bu alanda, birbirine zıt dünya görüşlerini aynılaştırmaya kalkmak, siyasetten hiç bir şey anlamamak demektir.
Fakat reformistler, bunu bilinçli yapıyorlar. Hem yüzlerine taktıkları “devrimci” maske düşmesin ve parlamentarizm başta olmak üzere düzen-içi politikaları normalleşsin; hem de kitleler içinde devrimci bir başkaldırı mayalanmasın ve rahatları kaçmasın diye…
Umut kavgada!
Sonuç olarak kişisel ya da toplumsal umutsuzluk, sandığa atılacak bir oya indirgenemeyecek kadar büyük ve çetrefilli bir sorundur. Bunu ne düzen partilerinin sahte umutları, ne de küçük-burjuvazinin umut-umutsuzluk sarkacında, bir o yana bir bu yana giden ruh hali çözebilir.
“Umutsuzluk ve karamsarlık, yıkımın nedenlerini kavrayamayan, çıkış yolu göremeyen, mücadele yeteneğini kaybetmiş olanlara ait bir sorundur” der Lenin.
Yukarıda belirttiğimiz gibi umutsuzluk en fazla küçük-burjuva saflarda görülür. Esasında umudu da umutsuzluğu da nesnellikten kopuk abartılı bir şekilde yaşarlar. Burjuvazi ve proletarya arasında “ara bir sınıf” oldukları için, rüzgar kimden yana eserse ona göre bükülür; güçlüden yana olurlar.
Örneğin Gezi Ayaklanması döneminde, direnişin eksikliklerini görmezden gelerek umut patlaması yaşarken, ayaklanma dalgası geri çekildiğinde en karamsar teorileri dillendirdiler. 7 Haziran seçim sonuçlarını “devrim” olarak nitelendirdiler; dört ay sonra gerçekleşen 10 Ekim Ankara Katliamı ile yıkıldılar; 1 Kasım seçimleri sonrasında ise yerle yeksan oldular. 2010 yılında 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkıldığında zafer çığlıkları atarken, Taksim yasaklandığında “yer fetişizmi” retoriğini hatırladılar. CHP’nin “adalet” yürüyüşünde milyonlarca kişiyle miting yapılınca coşup kitlelere övgüler dizdiler, aydınlar, gazeteciler ya da twitter eleştirileri üzerinde tutuklama terörü arttığında “bu halk adam olmaz”a yeniden döndüler.
Dikkat edilirse, ülkeden umudunu kesip, kapağı yurtdışına atanlar da, hep orta ve küçük-burjuva kesimlerdir. En azından çocuklarını yurtdışındaki okullara gönderip oralarda iş bulmasını sağlamaya çalışırlar. Yoksul insanın ne böyle bir olanağı vardır, ne de böyle bir düşüncesi… Yani umut ve umutsuzluğun böyle bir sınıfsal yanı bulunmaktadır.
Savaş dönemleri dahil, en karanlık yıllarda ülkesini terketmeyenler, her zaman en yoksullardır. Onların gidecek başka bir yerleri yoktur. Orada yaşamak ve umudu yitirmemek zorundadır. Kimileri bilinçli, kimileri ise önsezileriyle umudu hep canlı tutmaya çalışır. Onlar, şairin dediği gibi “büyük insanlığın” temsilcileridir. “Toprağında gölgesi / sokağında feneri / penceresinde camı” olmayan, ama umudu olan “büyük insanlığın”….
Bu insanların öncülüğüne soyunmuş komünist ve devrimcilerin umutsuz olmaları düşünülemez. Onlar umudu, bilimsel haklı davalarından alırlar. 12 Eylül’ün en kasvetli günlerinde bile, “umudu kesme yurdundan” diyerek, geleceğe olan inançlarından hiç bir şey kaybetmeden içeride-dışarıda direnişin sembolü olmaları tesadüf olabilir mi? “Yenilen ayağa kalk” diyerek kitlelere çağrı yapanlar, moral ve coşku aşılayanlar, umutsuzluğa izin verir mi?
Devrimci demek, umut demektir. Gittiği her yere de umudu taşır. Çünkü her şeyi sınıf mücadelesinin, “büyük insanlığın” belirlediğini bilir. Onları mücadelenin içine çeker. Kendi gücünü görmesini ve güvenmesini sağlar. Umudun anahtarı da buradadır. Umut, mücadele içindeki insandadır. Umut kavgadadır!
Burjuvazinin ve reformistlerin sahte umutları onların olsun! Bizler gerçeklerin sözcüsü olmaya devam edeceğiz. Çünkü gerçekler devrimcidir.
Umutsuzluğa yer yoktur bizim türkülerimizde. Çünkü biz geleceğin temsilcileriyiz. Gelecek ise umuttur, devrimdir, sosyalizmdir!