Seçimlere doğru günler daraldıkça, her partinin vaatleri, adayları netleşiyor. Sadece düzen partileri değil, her siyasal akım bu seçimlerde nasıl bir tutum alacağını ortaya koymaya başladı. Bunlara dair elbette söyleyecek sözümüz olacak.
Genel olarak burjuva parlamenter seçimlere, özelde 24 Haziran’da gerçekleşecek olan cumhurbaşkanı ve parlamento seçimlerine bakışımız biliniyor. Farklı siyasi akımların bu konudaki tutumlarını ele alırken de kendi görüşlerimizi bir kez daha yineleyeceğiz.
İlkin düzen partilerinin netleşen “seçim bildirgeleri” üzerinde kısaca duralım. Esasında hiçbirinde bir olağanüstülük olmamakla birlikte, kitleleri etkileme düzeyleri yönüyle bakmakta yarar var.
Düzen partilerinin yalan rüzgarı
Bilindiği gibi seçim dönemleri, düzen partilerinin umut tacirliğinde zirve yaptıkları dönemlerdir. Şöyle bir geriye dönüp önceki seçimlerdeki vaatleri hatırlanırsa, ne sözler verildiği ama hiçbirinin tutulmadığı görülür.
Örneğin Çiller, “herkesin iki anahtarı olacak” (bir ev-bir araba) vaadiyle işbaşına geldi, “5 kere 5 Nisan” olarak tarihe geçen ekonomik krizle başbaşa bıraktı. Demireller, Ecevitler, ardından Mesut Yılmaz, Deniz Baykal vb. her biri, bol keseden bir dolu vaat sıraladı. Erbakan gibileri ise, işi ifrata vardırıp “cennetin anahtarı”nı sundu! Sonrasında “Refah”la dünyaya inip “adil düzen” diyerek işbaşına geldiler, fakat hacılara-hocalara yemek ziyafetleri dışında, “adil düzen”den akıllarda bir şey kalmadı.
Sonuçta hepsi “daha fazla demokrasi, özgürlük, ekonomik refah” dedi. Ama her biri ayrı hayal kırıklıkları yaratarak siyaset sahnesinden çekip gittiler…
Seçim vaatleri ile yapılanların birbirine tezatlığını görebilmek için çok gerilere gitmeye de gerek yok. AKP ve Erdoğan’ın 16 yıl önceki vaatlerini hatırlamak yeterli. O da “statükoya karşı değişimin simgesi” olarak geldi. “Askeri vesayeti” kaldırıp AB standartlarında bir demokrasi getireceklerdi! “Üç Y” olarak formüle ettikleri “yoksulluk-yolsuzluk-yozluk” düzenine son vereceklerdi!.. 16 yılın sonunda bunların hiçbirini yerine getirmedikleri gibi, TC tarihinin en büyük yolsuzluklarına imza attılar, yoksulluk daha da arttı, yozluğun ise dibine vurdular.
Şimdi yine düzen partilerinin “yalan rüzgarı” almış başını gidiyor. Bunların içinde en komiği, tabi ki AKP’nin vaatleri oldu. Adına “manifesto” dedikleri seçim bildirgelerinde, yapmadıkları ne varsa onları sıraladılar: “Demokrasiyi yükselteceğiz”, “kadınların işgücüne katılımını arttıracağız”, “kimsenin yaşam biçimine karışmayacağız”, “cemevlerine hukuki statü tanıyacağız” vb…
16 yıldır işbaşında değillermiş gibi, “cek’li cak’lı” bu sözler, seçim vaadinden çok, bir itirafname niteliğindeydi. Dolayısıyla kitleleri heyecanlandırma, yeniden umutlandırma gibi bir işlevi de olmadı. Erdoğan’ın bir televizyon kanalında “seçim sürprizi” olarak açıkladığı, Yeşilköy’deki Atatürk Havaalanı’nın “millet bahçesi” yapılacağı sözünü de bundan 5 yıl önce verdiği, fakat o doğrultuda hiçbir gelişme olmadığı ortaya çıktı.
AKP ve Erdoğan’ın kitlelere sunacağı hiç bir şeyleri kalmadığı ortadadır. Geriye sadece korku ve tehditle onları sindirmek kalıyor. Erdoğan’ın, AKP’ye oy vermeyecek olanları “münafıklık”la suçlaması, televizyon kanallarına çıkan AKP yandaşlarının, seçimi kaybetmeleri durumunda “gömülü silahları” çıkartacaklarını söylemeleri, diğer partilerin faaliyetlerine saldırmaları vb. baskı ve şiddet dışında yapacakları bir şeyin kalmadığını gözler önüne seriyor.
AKP’nin fiilen hükümet ortağı MHP ise, geçmişte olduğu gibi bugün de koçbaşı misyonunu oynuyor. MHP’nin tek seçim vaadi af oldu. O da “kader kurbanı” kapsamına aldıkları mafya babaları için… Bu öyle bir vaat ki, “af çıkmazsa cezaevlerinde isyan çıkar” diyerek, esasında bir tehdit içeriyor. Alaaddin Çakıcı’yı tedavi gördüğü hastanede ziyaret etmesi ve fotoğraflarının hemen servis edilmesi, rakiplerini mafya babalarıyla korkutmayı amaçlıyor.
Durum böyle olunca, vaatlerle kitleleri kandırma görevi, asıl olarak muhalefet partilerine düştü. Bu seçimlerde öncekilere göre daha fazla “vaat bombardımanı” ile karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Başta CHP olmak üzere tüm muhalif partiler, bu konuda adeta birbirleriyle yarışıyorlar. Emekliye, işsize, esnafa, çiftçiye her kesime hitap eden vaatler uçuşuyor. Kitapçıklar hazırlanıyor, basın toplantıları, mitingler düzenleniyor, kitlelere ha bire umut pompalanıyor.
Bu vaatlerin gerçekleşme ihtimali bir yana, vaatler listesine girmeyen şeyler de var. Örneğin hiçbiri kapitalist sömürüye, emperyalist bağımlılığa dair tek bir kelime etmiyor. En fazla ücret ve maaşları arttırma, bağımlılık koşullarını düzeltme sözü verebiliyorlar. Onlarda bile göz boyanıyor. CHP asgari ücreti 2 bin 200 TL yapacağını söylüyor, ama önümüzdeki yıl artan enflasyonla bu miktarın gerçekte ne kadar düşeceğini söylemiyor. Keza “özelleştirme” karşıtlığı, son özelleştirilen Şeker Fabrikaları ile sınırlanıyor; bugüne dek yapılan tüm özelleştirmelerine dair tek laf edilmiyor. Aynı durum taşeron sisteminin tümden kaldırılması konusunda da yaşanıyor.
Dolayısıyla işçi sınıfına vaat kapsamında dahi söylenenler, sermaye sınıfını ürkütmeyecek, onun karlarına helal getirmeyecek sınırlar içinde tutuluyor.
Benzer bir durumu emperyalizmle bağımlılık ilişkileri yönünden de görebiliriz. Muharrem İnce “Fetullah Gülen’i vermezlerse İncirlik Üssü’nü kapatırım” diyor mesela. Vaadi bile koşullu ve tek bir yerle sınırlı. Ki o da AKP’yi sıkıştırma maksatlı söyleniyor. “ABD’nin tüm üslerini kapatacağız, ikili anlaşmaları iptal edeceğiz, NATO’dan çıkacağız” demiyor, diyemiyor. Aksine “ABD ve AB ile ilişkilerimizi düzelteceğiz” sözünü veriyor. Vatan Partisi gibi ABD-AB’ye karşı Çin-Rus emperyalizmine taraf olan kanadı dışında tutarsak, diğer partiler ABD-AB ekseninde birleşmiş görünüyorlar. Sonuçta hepsi şu veya bu emperyalist bloka boyun eğiyor ve onlara bağımlılık sözü veriyor.
Hepsini aynılaştıran bir diğer bir yön ise, “devri sabık yaratmayacağız” vurgusudur. Halk 16 yıllık AKP döneminden hesap sormak için yanıp tutuşurken, onlar Erdoğan’a ve AKP kurmaylarına “yargılanmama” sözü veriyor. Böylece AKP’lileri yatıştırmaya, kitlelerdeki öç alma duygusunu törpülemeye çalışıyorlar. Ama daha önemlisi yapanın yanına kar kaldığı düzeni savunuyor, o düzenin bir parçası olduklarını bir kez daha kanıtlıyorlar.
Reformistlerin bitmeyen
parlamentarist hayalleri
Düzen partilerinin seçim dönemlerindeki tutumları aşağı-yukarı nasıl aynıysa, reformist partilerin yaklaşımları da farklılık göstermiyor. Neredeyse her seçimde kah bloklar oluşturarak, kah Kürt hareketinin partisine eklemlenerek, kah açık ya da örtük CHP’yi destekleyerek, ama mutlaka seçimlere katılmaktan yana oldular. Ve her seçimde karşılarına düzen partilerini değil, “sandığa gitme” diyen komünist ve devrimcileri aldılar, onlara yüklendiler.
Bu kez de öyle oldu. Hem de parlamentonun eski gücü kalmadığı, seçimlerdeki anti-demokratik uygulamaların arş-alayı aldığı, hilelerinin normalleştiği, OHAL’in hüküm sürdüğü koşullarda…
Düzenin seçim sistemi daha fazla anti-demokratik bir hal aldıkça, atılan oyla sayılan oy arasındaki fark arttıkça, seçim hileleri ayyuka çıktıkça ve seçimlerle bir şeyin değişmediği daha fazla görüldükçe; ters orantılı bir şekilde reformistlerin “sandık sevdası” derinleşiyor. Her ne şart altında olursa olsun seçimlere katılmak adeta bir yemine dönüşmüş gibi…
Denebilir ki, seçimlere katılımı arttırmak için düzen partilerinden daha cansiperane çalışıyorlar. Önceki seçimlerden ağzı yanan ve artık sandığa gitmeyeceğini söyleyen kitleyi ikna edebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. En başta “seçim güvenliği” konusunda seferber olmuş durumdalar. Halkı sadece oy vermeye değil, sandığa sahip çıkmaya çağırıyorlar. Ama bir kez daha hileli sonuçlar açıklandığında ne yapacaklarını söylemiyor, kitleyi böyle bir duruma hazırlamıyorlar.
İşin ilginç yanı, her seçimde aynı argümanlarla seçimlere katılmayı savundukları halde, şu ya da bu biçimde katılmamayı savunanları, aynı şeyleri söylemekle suçlamalarıdır. “Bugüne dek seçimlere katılmayarak elinize ne geçti” diyorlar mesela. Ama kendileri her seçime katılarak neyi değiştirebildiklerini sormuyor, sorgulamıyorlar.
Geçmişten bu yana kimleri neden desteklediklerinin dökümünü yapsak, nasıl ağır bir vebalin altında oldukları görülür. Her defasında yanıldıkları, dahası kitleleri yanılttıkları halde, zeytinyağı gibi üste çıkıp “reel politika” adına savunmaya ve aynı tutumu sürdürmeye devam ediyorlar. “Yeni durum”, “günün gerekleri” gibi argümanlarla, sanki “yeni” tespitler üzerinden “yeni” politika belirliyorlarmış gibi kitleyi kandırmaya çalışıyorlar.
Oysa ‘90’lardan bu yana 20-25 yıldır seçim dönemlerindeki yazılarına dönüp bakıldığında, aralarına karbon kağıdı konmuş gibi hepsinin aynı olduğu görülecektir. Değişen tek şey, düzen-içileşmede katedilen aşama, parlamentarizmin çizgileşmesi ve artık bu konularda eskisinden çok daha rahat davranabilmeleridir.
Elbette bunda en önemli etken, genel olarak komünist ve devrimcilerin güç ve prestij yitirmiş olmaları, birçok devrimci yapının da reformizmden etkilenerek o tarafa meyletmesidir. İşin ideolojik-siyasal öznel yanları dışında, nesnel-pratik yönleri de bulunuyor. Kürt ulusal hareketinin kitlesel gücü parlamentarizmin güçlenmesine zemin yarattı. Kürt hareketine yaslanarak meclise girebilme olanağı doğdu. Meseleye ilkesel değil pragmatik yaklaşmak için, ortam son derece elverişli hale geldi.
Sadece reformist partiler değil, kendine devrimci, sosyalist diyen birçok siyasi hareket de bu ortama kapıldı. HDK’nın kurulmasıyla birlikte birçoğu bu kurum içinde yeraldı ve seçimlerde HDP’yi destekledi. Gezi direnişi sonrasında kurulan başını ÖDP’nin çektiği “Birleşik Haziran Hareketi” ise, kendi içinde bütünlük sağlayamadığı için “bileşenlerimizi serbest bırakıyoruz” gibi bir açıklama yapmıştı. Onların da bir kısmı HDP’ye bir kısmı CHP’ye oy verdiler. Seçimlere katılmamak gibi bir tavırları olmadı.
Bugün de benzer bir yaklaşım içindeler. HDP’nin içinde yeralsın-almasın, kendine devrimci, sosyalist diyen çok geniş bir kesim HDP’yi destekleyeceklerini açıkladı. Kimileri HDP’nin eksiklerini saysa da, yine “faşizmi geriletme” gerekçesiyle HDP’den vazgeçmedi. Bu gerekçe, 7 Haziran’dan bu yana HDP’yi desteklemenin temel argümanı olmuştur, fakat HDP’nin meclise girmesiyle faşizm gerilemedi, aksine daha azgınlaştı, daha fazla mevzi kazandı ve HDP’nin buna karşı ciddi hiçbir direnişi olmadı.
Dolayısıyla pratikte de çökmüş bir argümana sarılarak HDP’yi desteklemeyi sürdürmek, esen parlamentarist rüzgara kapılmaktan başka bir şey değildir. Bunu teorik olarak ne kadar reddetseler de, siyasal ve pratik tutum belirleyicidir ve her seçimde kendini ele vermektedir.
Gelinen durumu sadece parlamentarizmle açıklamak bile yetersiz kalıyor. Öylesine bir düzeniçileşme sözkonusu ki, cumhurbaşkanı seçimine dahi hiç rahatsızlık duymadan katılabiliyorlar. Varolan düzeni, devlet yapısını korumakla yükümlü bir kişiyi seçmek için sandığa gitmekte bir sakınca görmüyorlar. Hatta “sosyalist” bir cumhurbaşkanı adayı belirlemek için toplantı üstüne toplantı yaptılar. Ortak bir adayda anlaşamayınca ve Demirtaş’ın adaylığı gündeme gelince, yine onun etrafında birleştiler.
Komünistlerin parlamento ve belediye seçimlerine neden ve hangi koşullarda katılmayı savundukları çoktan unutulmuş durumda. Her ne için olursa olsun ortaya bir sandık konuldu mu, mutlaka gidilmesi gerekirmiş gibi hareket ediliyor. Burjuvazinin her geçen gün çöken demokrasi masalına “sol”dan verilen bu destek, içler acısı ve ibret vericidir.
Tavrımız; seçimlere katılmamaktır
24 Haziran hem cumhurbaşkanı, hem de meclis seçimlerinin birlikte yapılacağı ilk seçim oluyor. Biz her ikisine de katılmayacağımızı açıkladık. Elbette bunları kendi içinde ayrıştırarak ele almak gerekiyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimine katılmayı ilkesel olarak reddediyoruz. Yukarıda belirttiğimiz gibi, yıkmayı hedeflediği devleti yönetecek kişiyi seçmek, komünistlerin işi olamaz. Cumhurbaşkanı adayının kişiliğinden bağımsız olarak (sosyalist, devrimci, demokrat) esastan karşı çıkılmalı ve bu seçimlere kesinlikle katılınmamalıdır.
Kaldı ki, “cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi” AKP’nin “başkanlık sistemi”ne geçişin ilk adımı olarak gündeme geldi. 16 Nisan referandumunda “başkanlık sistemine hayır” diyenler, şimdi bu sisteme başkan seçmek için sandığa koşuyor. Yani “hayır” dedikleri bir sistemin parçası oluyorlar. Somut durumda böyle bir paradoks da sözkonusudur.
Buna karşı geliştirdikleri argüman ise “parlamenter sisteme geçmek için” oluyor. Cumhurbaşkanı adaylarının bir ya da iki yıl içinde parlamenter sisteme geçileceği sözünü referans alıyorlar. Bu adayların neden hemen değil de “onarım süresi” dedikleri bir-kaç yıl kazanmaya çalıştıkları ayrı bir soru işaretidir; fakat asıl soru, kendine sosyalist-devrimci diyenlerin ne zamandan beri “parlamenter sistem” savunucusu olduklarıdır.
“Ehven-i şer” mantığıyla faşizme karşı “parlamenter sistemi” öne çıkarmaları da durumu kurtarmıyor. Çünkü faşizm pekala “parlamenter sistem” şeklinde de hüküm sürebilir. Ki bugüne kadar (askeri, yarı-askeri cunta dönemlerini dışında tutarsak) Türkiye’de faşizm parlamenter biçimde varolageldi. Şimdi bunların hepsi unutuldu, o tespitlerin üzerine sünger çekildi; faşizm, AKP’den ve “başkanlık sistemi”nden ibaretmiş gibi, “faşizmi geriletme” adına cumhurbaşkanı seçimlerine bile katılma kararı aldılar.
Diğer yandan burjuva demokrasisinin bile bir diktatörlük olduğu gerçeği atlanarak faşizme karşı burjuva demokrasisi de savunulamaz. Komünistler faşizme karşı mücadeleyi devrim perspektifi ile verir, ondan dolayı en tutarlı anti-faşistler komünistlerdir. Kuşkusuz devrim olmaksızın da faşizm geriletilebilir, yıkılabilir; fakat bu da mücadelenin bir yan ürünüdür, ayrıca faşizmin nihai yıkılışı ancak devrimle mümkündür.
Bir kez daha yineleyelim; 24 Haziran seçimleri somutunda görülen çarpık yaklaşımlar bir yana, cumhurbaşkanlığı seçimlerini ilkesel olarak reddetmek gerekiyor. Bunun için komünist ya da sosyalist olmaya da gerek yok. Varolan düzeni yıkmayı hedefleyen, yani devrim diye bir derdi olan her kişi ve kurumun, cumhurbaşkanı seçimine katılmaması gerekir. Bu, kendi içinde tutarlı olmanın bir gereğidir. Bırakalım cumhurbaşkanını, komünistlerin burjuva bir hükümette yeralması, bakan olması bile kabul edilemez. Başını Kautsky’nin çektiği Alman komünistlerinin ihaneti, bu adımla başlamıştır.
Buradan parlamento seçimlerine geçersek; bilindiği gibi Lenin, parlamentoyu “burjuvazinin ahırı” olarak tanımlamıştı. Fakat “bizim gözümüzde miadını doldurmuş olması yetmez, kitlelerin gözünde miadını doldurmamışsa içine girip çalışmak gerekir” demişti. Bunu da, devletin “halkın seçtiği vekiller aracılığıyla yönetildiği” yalanını açığa çıkartmak, asıl kararların kapalı kapılar altında alındığını sergilemek; aynı zamanda parlamento kürsüsünden işçi ve emekçilerin sorunlarını dile getirmek, oradan daha geniş kesimlere seslenebilmek amacıyla savunmuştu. Bolşeviklerin Rusya Duması’ndaki pratiği bu bakışın doğruluğunu kanıtladı. Devrimci durumun olgunlaştığı, kitlelerin düzenin kurumlarından koptuğu dönemlerde ise, zaten parlamentoyu boykot ettiler.
Komünistlerin parlamento seçimlerine ilkesel yaklaşımı budur. Bu ilkeyi her somut duruma uygun biçimlerle yaşama geçirirler. Fakat günümüzde komünistlikten dem vuranlar, bu ilkesel tutumu rahatlıkla gözardı edilebiliyorlar. “Reel politika” diyerek, her geçen gün daha fazla düzen-içi çözümlerin bir parçası oluyorlar.
Komünistler gücü oranında parlamento ve belediye seçimlerine aday gösterir, ya da devrimci, demokrat adayları destekleyebilirler. Buradaki tek koşul, devrime hizmet etmesidir; düzenin kendini tahkim etmesine, yenilemesine değil!
Salt seçimlere katılabilmek adına aday çıkarmayı doğru bulmadığımızı, alınan komik oyların komünist ve devrimcilerin prestijini sarstığını ve moral bozukluğu yarattığını, önceki seçimlerde ifade etmiştik. Seçimlerin politikleşen ortamından yararlanmak için aday çıkarmanın şart olmadığını, aday çıkarılmadan da yoğun ajitasyon-propaganda yapılabileceğini pratiğimizle de gösterdik. Keza “ehven-i şer” mantığıyla reformist partilerin desteklenmesine de karşı çıktık. Bu yönleriyle neredeyse tüm devrimci hareketlerden ayrı bir noktada durduğumuzu söyleyebiliriz.
24 Haziran’da da “sandığa gitme” diyoruz. Bu bir boykot çağrısı değildir. Son yıllarda “seçimlere katılmıyoruz” deyince, hemen “boykot” damgası yapıştırılıyor. Oysa seçimlere katılmamanın tek biçimi boykot değildir. Kimi zaman devrimci sloganların yeraldığı pusulaları sandığa atmak, kimi zaman geçersiz oy kullanmak, kimi zaman sandığa gitmemek gibi biçimler alabilir. Boykot ise, kitlelerde parlamentodan kopuşun arttığı, devrimci durumun olgunlaştığı dönemlerde geçerlidir. Ya da referandum gibi “evet-hayır” dayatmasıyla, varolan durumun meşrulaştırılmasını protesto etmek için yapılabilir.
Bugün seçimleri boykot etmenin koşulları ne yazık ki yoktur. Esasında artan sandığa gitmeme eğilimi, reformistler ve ona eklemlenen kesimler sayesinde giderek azalmaktadır. AKP karşıtlığı üzerinden yürütülen seçim propagandası ile belki de son yılların en yüksek katılımı gerçekleşecektir. Bu durumda boykot demek, ne objektif ne de subjektif koşullara uygun düşer. Fakat boykot etmemenin karşılığı şu ya da bu adayı ya da partiyi desteklemek değildir. Parlamentodan devrimci tarzda yararlanmayan hiçbir adayı ve partiyi desteklemiyoruz, desteklemeyeceğiz.
Bu genel yaklaşımımızın yanı sıra 24 Haziran seçimlerinin kendine özgü yönleri de onu protesto etmeyi gerektiriyor. Aday çıkaracak gücümüz veya destek verebileceğimiz devrimci bir aday-parti olsaydı bile, bu seçimlere katılmamak gerekirdi. OHAL koşullarında, AKP’nin hazırladığı seçim yasası ve ayyuka çıkan hileler altında seçime katılmak, onun her yaptığına boyun eğmek ve meşrulaştırmak anlamına gelir ki, bunun bir parçası olmak doğru değildir.
Sonuç olarak
Seçimlere katılmamakla birlikte, seçim günü ve gecesi sokakta olacağız. “Çare seçimde değil sokakta” diyoruz. Bunun bir anlamı gerçek çözümün devrimde, sosyalizmde olduğunu vurgulamaktır, bir diğeri ise, ancak mücadele ile hakların elde edileceğidir.
Sokakta kazanılmadan sandıkta kazanılmaz! Bu, her dönem hak ve özgürlükler mücadelesini yükselterek; yanısıra seçim döneminde kitlelerin gücünü ortaya koyarak olur. Son yıllarda buna seçim günü de eklenmiştir. Atılan oylara sahip çıkabilmek bile mücadeleden geçiyor. 16 Nisan referandumu bunu somut olarak gösterdi.
Bu sefer de “atı alanın Üsküdar’ı geçmemesi”, seçimlerin bittiği andan itibaren başta Ankara olmak üzere her yerde YSK önlerinde toplanmaya; sokağa çıkmaya ve sonuçlar doğru bir şekilde ifade edilene kadar sokaktan ayrılmamaya bağlıdır. Eğer bir kez daha “hukuksal yolla çözeceğiz” masalına inanılırsa, seçim yine kaybedilmiş demektir.
AKP ve MHP’lilerin seçimi kaybettiklerinde saldırıya geçme ihtimallerine karşı şimdiden hazırlıklı olmak gerektiği açıktır.
Seçim gününden önce başta emekçi semtler olmak üzere her yerde devrimci kurumlar bir araya gelmeli, olası saldırılara karşı kitleyi uyarmalı ve tedbirleri almalıdır. Birleşik bir karşı duruş örgütlenemezse, gerici-faşist saldırganlığı püskürtmek mümkün olmaz.
Çözümün sandıkta değil sokakta olduğunu, ancak mücadele ile faşizmi geriletebileceğimizi bilerek hareket edelim.