Önceki bölümde, egemen sınıfların “olağanüstü yönetim biçimleri”ne neden ihtiyaç duyduğunu ortaya koyduktan sonra, bunun tarihteki örneklerini (Sezarizm, Bonapartizm) ve bunlar arasındaki farkları sergilemiştik.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasıyla birlikte “olağanüstü yönetim” biçimi olarak faşizm öne çıktı. Bir başka ifadeyle burjuvazinin sıkıştığı noktalarda başvurduğu yönetim tarzı, faşizm oldu. O, Lenin’in tanımladığı şekliyle “emperyalizm ve proleter devrimler çağı”nın ürünüdür. Yani önceki dönemlerden -niteliksel olarak da- farklı, yeni bir çağın ortaya çıkardığı bir olgudur.
Hal böyleyken başlangıçta faşizmi, “Bonapartizm” şeklinde niteleyenler çoktu. Dönemin sosyal-demokrat partileri ve onların oluşturduğu II. Enternasyonal, faşizmin lümpen proletarya ve küçük-burjuva kitleler tarafından desteklenmesini, onun sınıfsal dayanağı olarak gördüler. Yani kitle desteğinin sınıfsal bileşimi ile, faşizmin sınıfsal karakterini birbirine karıştırdılar. Buradan hareketle, gelişen faşist diktatörlükleri “eski”nin (Bonapartizmin) bir tekrarı olarak nitelendirdiler.
Oysa Bonapartizm, kapitalizmin yeni geliştiği bir dönemde görülmüştü. Faşizm ise, kapitalizmin “son” aşaması olan emperyalizme özgüydü. Kapitalizmin ilk evresinde, burjuvazinin çeşitli kesimleri (ticari, sanayi, tarım) tam olarak birbirlerine üstünlük kuramamışken, emperyalizm döneminde finans kapitalin hegemonyası sözkonusuydu. Dolayısıyla ondan bağımsız bir yönetim biçimi mümkün değildi.
Daha önce ifade ettiğimiz gibi, her yeni gelişmeyi “eski”nin şemalarıyla açıklamaya çalışmak sıkça rastlanan bir durumdur. Bunda kolaycılık, yüzeysellik gibi etkenler baskındır. Ancak faşizme dönük bu yanlış değerlendirmelerde, dönemin sosyal-demokrat partilerinin (günümüzün reformistleri diyebiliriz) bilinçli çarpıtmaları sözkonusudur. Çünkü bu tür teorilerle, faşizmi “sınıflar üstü” göstermişler, onun sadece işçi ve emekçileri değil, burjuvaziyi de ezdiğini, hatta iktidardan uzaklaştırdığını yaymışlardır. Böylece işçi ve emekçilerin faşist tehlikeye karşı uyanıklığını köreltmiş ve mücadeleyi baştan sekteye uğratmışlardır.
Her ne kadar Komünist Enternasyonal (III. Enternasyonal) bu savları daha o yıllarda çürütmüş ise de, bugün yine karşımıza çıkabiliyor. Hem sistemin adı çeşitli sıfatlarla gözlerden gizleniyor; hem de onun kitlesel dayanakları abartılarak, sınıfsal karakteri örtbas ediliyor. Böylece o dönemki sosyal-demokrat partilerin oynadığı rolü üstleniyorlar ve kitleleri bir kez daha aldatılıp oyalıyorlar…
“Yeni sistem” hakkında ortaya atılan savlarda olsun, öncesinde AKP ile ilgili değerlendirilmelerde olsun, hemen her aşamada bu çarpık görüşlerin yeniden yeniden ısıtılıp önümüze konduğunu görüyoruz. Genelde faşizm, özelde ise AKP ve “yeni sistem” hakkında ortaya atılan iddialar, esasında yıllar öncesinde ipliği pazara çıkmış iddialardı. Fakat içinde bulunulan koşullar, bu iddiaların yeniden hortlamasını, daha kötüsü belli bir taban bulmasını sağladı, sağlıyor…
Onun için faşizm hakkında genel doğruları ve tarihi gerçekleri hatırlatmak, ama daha önemlisi, somut gelişmeleri doğru bir şekilde yorumlamak ve bunu kitlelere ulaştırmak gibi tarihi bir sorumlulukla karşı karşıyayız.
III- FAŞİZMİN ORTAYA ÇIKIŞI,
SINIFSAL DAYANAĞI ve ONA KARŞI MÜCADELE
Faşizmin iktidara geliş serüveni
Faşizmi sınıfsal yapısı, kitle dayanakları, ideolojisi, kullandığı argümanlar vb. bir bütün olarak değerlendirmeden önce, onun ortaya çıkış koşullarına bakmakta yarar var. Bu tarihsel süreç, faşizmi kavramamız bakımından bize yardımcı olacaktır.
Faşizm ilk olarak 1920 yılında İtalya’da görüldü. Faşizm kavramını siyasi literatüre sokan da İtalya’daki bu gelişme oldu. Çünkü başını Mussolini’nin çektiği hareket, kendisini “faşist” olarak tanımlıyordu. Latince’den İtalyan diline geçen faşizm (fascismo) “demet” anlamına gelen “factes”ten türetilmişti. Factes ise, Antik Roma’da devlet otoritesinin simgesi olan, kırmızı bir şeritle demet yapılmış dalların arasından yükselen savaş baltasıydı. Mussolini’nin başını çektiği İtalyan faşistleri, parti amblemi olarak da bunu kullanıyordu.
Faşizmin isim babası Mussolini, siyasi yaşamına İtalya Sosyalist Partisi’nde başlamış fakat milliyetçi görüşleri savunması üzerine 1914 yılında partiden atılmıştı. Savaş boyunca da etrafına topladığı çete ile savaş yanlısı gösteriler düzenledi. 1919’da ilk faşist örgütü kurdu ve “duce”(önder) unvanını kullanmaya başladı.
Savaşın ardından yapılan seçimlerde Mussolini’nin partisi oyların yüzde ikisini alabilmişti. İtalya’da yükselişe geçen devrimci hareket, 1920 yılında fabrika işgalleriyle doruğa ulaştı. Bunun üzerine korkuya kapılan burjuvazi, faşistlerin önünü açtı. Buna karşın Sosyalist Parti, yükselen mücadeleyi devrimle taçlandırmak yerine geri adım attı. Fakat burjuvazinin devrim korkusu bitmedi. 1920’de Bologna’yı ele geçiren faşistler, 1922’de Roma’ya yürüyüşü başlattılar. “Karagömlekliler” olarak bilinen faşist çeteler, geçtikleri her yeri yakıp yıkıp işgal ettiler. Faşizmin işbaşına gelmesi, bu yürüyüş üzerinden gerçekleşti. Aynı yıl (31 Ekim 1922’de) iktidara geldiler.
İktidara gelir gelmez de ilk yaptıkları iş, seçim yasasını değiştirmek oldu. 1924 seçimlerinde çoğunluğu elde etmeyi başardılar. Ardından Mussolini, faşist parti dışındaki tüm partileri kapattı ve kendisini diktatör ilan etti. Faşist iktidarı sağlamlaştırdıktan sonra, İtalyan burjuvazisinin yayılma istemini karşılamak için 1935’te Etiyopya’ya saldırdı. 1938’de Hitler’le Berlin-Roma Mihver hattını kurarak, ikinci emperyalist savaşı başlatan ülke oldu.
Mussolini kadar, hatta ondan daha çok faşizmle özdeşleşen Hitler ve Nazi Partisi’nin Almanya’da iktidara gelmesi, İtalya’dan sonradır. Esasında Almanya’da faşist hareket, Bavyera İşçi Sovyetleri’nin yıkılışının ardından örgütlenmeye başlamıştı. 1920’de Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NAZİ) ismini aldılar. Kökeni 1918’de Alman işadamları ve subayları tarafından kurulan “Thule Cemiyeti’ne kadar uzanıyor. Bu cemiyet, işçi eylemlerine karşı vurucu güç olarak kullanılmıştı.
Hitler’in önünü açan fırsat ise, 1929 bunalımıyla gerçekleşti. Alman egemen sınıfları, Brünin ve Von Papen hükümetleriyle çözüm bulamayınca, Hitler’i sahneye sürdüler. Daimler, Thyssen, Krupp gibi mali sermayenin (finans kapital) temsilcileri, bu faşist hareketi desteklediler.
Ocak 1933’de iktidara gelen Hitler’in ilk işi, komünist ve devrimcilere karşı savaş açmak oldu. 1 Mayıs’ın arifesinde 4.5 milyon üyeye sahip sendikaları bastılar ve feshettiler. Tüm işçiler, patronlarıyla birlikte “Alman Emek Cephesi” adlı korporatif örgüte üye olmaya zorlandı. Haziran ayında Sosyal-demokrat Parti kapatıldı, Temmuz ayında milletvekillerinin görevine son verildi. Ve 14 Temmuz 1933’te Nazi partisi dışındaki tüm partiler kapatıldı.
Almanya, o yıllarda işçi sınıfının ve Komünist Partisi’nin en güçlü olduğu ülkelerden biriydi. Rusya’dan önce Almanya’da devrim bekleniyordu. Böyle bir ülkede faşizmin zaferi, Avrupa’daki diğer ülkelerin egemenlerini de cesaretlendirdi. Ve bir bütün olarak faşizmin Avrupa’ya yayılmasında çok önemli bir rol oynadı. Avusturya, Macaristan, İspanya, Bulgaristan, Yugoslavya, Polonya, Finlandiya gibi ülkelerde, faşizm değişik biçimlerde kendini gösterdi. Ama faşizmin yayılması Avrupa ile sınırlı kalmadı. Örneğin Japonya’da askeri faşist bir diktatörlük kuruldu.
Faşizmin iktidara geliş biçimi her ülkeye göre değişiklik gösterdi. Almanya ve İtalya’da kitlelerin de desteğini alarak “aşağıdan yukarıya” diyebileceğimiz bir şekilde iktidara gelirken; Bulgaristan, Yugoslavya, Japonya gibi ülkelerde askeri diktatörlük biçiminde “yukarıdan aşağıya” inşa edildi. Aynı durum, kimi farklılıklarla İspanya ve Portekiz için de geçerlidir. Elbette bu ülkelerde de küçük-burjuva kesimlerin desteğini almaya çalıştılar ve sivil faşist örgütler kurdular; fakat bunlar İtalya ve Almanya ile kıyaslanamayacak kadar sınırlıydı. Keza kimi yerlerde parlamentoyu hemen feshederken, kimisinde en azından bir görünüm olarak bıraktılar.
Kısaca faşizm, her ülkenin içinde bulunduğu duruma göre kendine biçim verdi. Bunu sadece iktidarı ele geçirme tarzında değil, sonrasındaki uygulamalarında ve kullandığı demagojilerde de görebiliriz. Her iklime uygun kılıflara bürünebildiler, maskeler takabildiler, fakat özü aynıydı: Burjuvazinin açık terörcü diktatörlüğü!
Faşizmi ortaya çıkaran koşullar
Faşizmin ortaya çıktığı andan itibaren onu tahlil etmeye ve ona karşı mücadeleyi örgütlemeye çalışan Komünist Enternasyonal (III. Enternasyonal), faşizmin ortaya çıkış nedenlerini üç başlık altında topladı: 1- Ekonomik krizin keskinleşmesi 2- Emperyalist paylaşım savaşına hazırlık 3- Kitlelerde devrimci düşüncelere açıklık ve devrime yönelişte artış…
Faşizmin ortaya çıktığı 1920-30’lu yılların dünyası; Ekim Devrimi’nin de etkisiyle Avrupa’nın kriz koşullarını yaşadığı ve devrimci isyanların patlak verdiği bir dönemdi. 1919’da Almanya’da Sparktaküs ayaklanması gerçekleşti. Aynı yıl Macaristan’da beş ay kadar yaşayabilen Macar Sovyet Cumhuriyeti kuruldu. Yine İtalya’da hayat pahalılığına karşı halk ayaklanmış, fabrika Konseyleri bir çok yerde fabrika işgallerini örgütlemiş ve genel grev başlamıştı.
Bu dönem Komüntern Belgeleri’nde şöyle tarif ediliyor: “Berlin sokakları işçilerin kanıyla boyanıyor… Macaristan’da Horty’nin kanlı yönetimi işkence ve infazlarını sürdürüyor… Özgürlükleriyle kibirlenen Amerika’da herkese Komünist Partiye üye olduğundan kuşkulanarak ağır cezalar yağdırılıyor…”
Diğer yandan 1929 krizi, kapitalist ekonomiyi derinden sarsmış, işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarını yıkıcı yönde etkilemişti. Buna karşılık, Sovyetler Birliği’nde sosyalist ekonominin inşası yönünde büyük atılımlar sözkonusuydu. Kapitalist sistem, ekonomik krizle sarsılırken; sosyalist ekonominin hızla gelişmesi, pratikte de sosyalizmin kapitalizme üstünlüğünün kanıtlanmasıydı. Böyle bir durumda, işçi ve emekçilerin giderek kötüleşen yaşam koşullarına karşı, sosyalizme yönelmesi kadar doğal birşey olamazdı. Egemenler açısından devrim tehdidi böylesine yakın ve somuttu. Buna en yakın ülkelerden biri olan Almanya’da faşizmin iktidara gelmesinde, bunun önemli bir rolü vardır. Bir devrim olasılığının yakınlaşması, buna karşın varolan biçimlerle onu bastıramama durumu, egemenleri son çare olarak faşizme yöneltmiştir.
Bir diğer etken ise, krizden çıkış yolu olarak savaş dışında başka seçeneğinin kalmamasıdır. Bu, hem içte tüm emekçi halka karşı yürütülen bir savaştır; çünkü krizin yükünü işçi ve emekçilerin üzerine yıkmak, yükselen direnişi büyük bir şiddetle bastırmak zorundadır. Hem de krizi aşabilmek için yeni pazar alanlarına duyduğu ihtiyaçla dışarıya karşı saldırıyı başlatmak; farklı ülkelerin yeraltı-yerüstü zenginliklerini sömürmek için harekete geçmektir. Zaten büyük bir saldırı dalgasıyla işçi hareketi bastırıldığında, burjuvaziye çok daha rahat sömürebileceği bir ortam sunulmuş olur. Ülke içinin bu şekilde düzlenmesi, dışa yönelmenin zeminini güçlendirir. Ayrıca halkı yayılmacı bir savaşa razı edebilmek, yani “cephe gerisi”ni sağlama almak gerekmektedir. Tam da emperyalist savaşın öngününde faşist diktatörlüklerin kurulması, bunlarla bağlantılıdır.
Faşizmin 1930’larda Almanya’dan başlayıp Avrupa’daki birçok kapitalist devleti kıskacına alması, yeni bir emperyalist savaşın işaret fişeğidir aynı zamanda. Nitekim Almanya’da Naziler, iktidara geldikten sonra başta ekonomi olmak üzere her alanda savaş hazırlığına başlar. Aynı durum İtalya ve Japonya için de geçerlidir. Bu üç faşist devletin, ittifak halinde II. Emperyalist savaşı başlatan “saldırgan emperyalistler” olması, faşizm ile savaş arasındaki bağın somut kanıtıdır.
Kısacası yaşanan ağır ekonomik kriz, buna karşı kitlelerin artan tepkisi ve devrim tehdidi, egemen sınıfların her yönden sıkışmasına yolaçmış; bunu aşmak için hem içte hem dışta savaşma zorunluluğu, buna en uygun yönetim biçimi olarak faşizmi ortaya çıkarmıştır. Bu nesnellik görülmeden, faşizmi açıklayabilmek mümkün değildir. Aksi halde tek tek kişilerin (Hitler’in, Mussolini’nin) ihtirasları, çılgınlıkları olarak görülür ki, burjuvazi ve onun sözcüleri tam da bunu yayarak gerçekleri gizlemeye, kendi rollerini örtbas etmeye çalışmıştır.
Bugün de içte-dışta artan saldırganlığı, hala liderlerin kişisel özellikleriyle açıklayanlar oluyor. Bunlar -bilinçli ya da bilinçsiz- burjuvaziye hizmet ediyorlar. Oysa günümüzün koşullarını (nesnel ve öznel yönleriyle) tahlil etmeden, yaşananları anlayabilmek ve olası gelişmeleri öngörebilmek olası değildir.
1930’lardan günümüze: Faşizmin yükselişi
Bugün de Avrupa’dan Amerika’ya faşist partiler güçleniyor, birçok yerde iktidara geliyorlar. Bu durum, -özellikle Almanya’da- “1930’lara mı dönüyoruz” sorusunu ve tartışmalarını başlattı. Elbette metafizikçilerin iddia ettiği gibi “tarih tekerrürden ibaret” değil. Aksine her gelişme, kendine özgü birçok farklılığı beraberinde getirir. Ancak nesnel koşullardaki benzerliklerin, benzer sonuçlara yolaçması şaşırtıcı değildir. Tabi ki, birçok yönden farklılıkları olacaktır, ama emperyalist-kapitalist sistem varolduğu sürece özsel olarak değişmeyecektir.
“1930’lara mı dönüyoruz” sorusu -aynı zamanda korkusu- faşizmin klasik tipte, yani belli bir kitle tabanı üzerinden yükselmesi anlamında ortaya atılıyor. Aynı zamanda Avrupa’nın birçok ülkesinde ve ABD’de yani kapitalizmin en gelişkin olduğu ülkelerde faşist partilerin güçlenmesi, bu analojinin yapılmasına zemin oluşturuyor. (Yoksa bugüne dek dünyanın pek çok ülkesinde askeri ya da sivil faşist diktatörlükler var oldu.)
Almanya’nın Saksonya eyaletindeki gelişmeler, Almanya’daki Nazi korkusunu büyüttü. Geçtiğimiz ay onbinlerce kişinin katıldığı söylenen faşist gösterilerde, Alman’a benzemeyen herkese saldırdılar. Esasında neo-Naziler Almanya’da uzun süredir adlarını çeşitli eylemlerle duyuruyordu. Fakat bugüne dek bu kadar kitlesel bir güç oluşturmamışlardı. Dahası bir bölgeyi adeta “kurtarılmış bölge” haline getirememişlerdi. Üstelik son eyalet seçimlerinde faşist AfD partisi oylarını arttırarak, 16 eyalet meclisinden 15’inde en az bir temsilci bulundurma hakkını elde etti.
Suriye savaşı ile birlikte iyice tırmanan “mülteci sorunu”, Almanya dahil Avrupa’daki tüm faşist partilerin en önemli silahı haline gelmiş durumda. Kitlelerin yoksulluğa ve işsizliğe karşı artan tepkilerini “mülteci düşmanlığı”na yöneltip kendilerine ciddi bir taban oluşturuyorlar. Düzen karşıtı demagojik sözleri, özellikle işsiz gençlerde yankı buluyor. Mevcut partilerden umudunu kesenler, ırkçı-faşist partilere kayıyorlar.
Mülteci düşmanlığını en çapıcı haliyle Macaristan’da gördük. Macar polislerinin, -hatta bir gazetecinin bile- sınırdan girmeye çalışan mültecilere nasıl saldırdıkları, kameralar aracılığıyla herkesin gözü önünde cereyan etti. Zaten Victor Orban hükümeti, mülteci düşmanlığı başta olmak üzere faşizmin argümanlarını kullanan ve 2010 yılından itibaren adım adım faşist rejimi inşa eden bir hükümet. Kendisini “muhafazakâr-demokrat” olarak tanımlayan Orban’ın başında bulunduğu FIDESZ partisi, sekiz yıldır tek başına ülkeyi yönetiyor. Mecliste üçte iki çoğunluğa sahip olmasının avantajıyla birçok değişikliği gerçekleştirdi. Buna anayasa değişikliği de dahil. Böylece devletin tüm kurumlarını -ve tabi medyayı da- kendisine bağladı. Öyle ki, kamu televizyon ve radyolarında okunacak haber bültenlerinin bile, başbakanlıktaki bir danışman grubu tarafından hazırlandığı söyleniyor. Orban’ın yandaş işadamlarına satın aldırttığı bir “Orban medyası” oluşmuş durumda. Yirmi televizyon, onbir radyo, beşyüze yakın internet haber sitesi ve yerel gazetelerden oluşan bir “filo”su var adeta. Bunların dışında kalan az sayıdaki medya kuruluşu ise, reklam ambargosundan dolayı kapanmak zorunda kalıyorlar.
Bu uygulamalar elbette bize çok tanıdık. Sadece bu da değil. 2012’deki anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesi’nin denetleme yetkisi de kaldırılmış mesela. Kamu görevlilerine dönük büyük bir tasfiye gerçekleşmiş ve tüm kurumlara yandaşlar yerleştirilmiş. Kamu ihaleleri, özellikle AB fonları, yine yandaş burjuvalara peşkeş çekilmiş. Her faşist hükümet gibi, seçim yasasını da değiştirmişler. Sol partilerin oylarını bölecek biçimde seçim bölgelerini ayırıp, tek turlu “birinci gelen kazanır” sistemini getirmişler. Böylece otomatik olarak meclis çoğunluğu sağlamayı garantilemişler.
Benzer yöntemleri, -AB içinde Orban’ın en büyük destekçisi olduğu söylenen- Polonya hükümetinin başındaki “Hukuk ve Adalet Partisi”nin de yaptığı söyleniyor. Ki bunlar, emperyalistlerin ‘90’lı yıllara dek “demir perde” olarak isimlendirdikleri “Doğu Bloku” ülkeleri. Onlara vaadedilen “demokrasi” işte bu!
Ne var ki, faşizmin yükselişi “Doğu Bloku” ülkeleriyle sınırlı değil. Yukarıda belirttiğimiz gibi Avrupa’nın en gelişmiş ülkesi Almanya’da faşist propaganda ve örgütlenmeler etkinliğini arttırıyor. Keza İtalya’da Mussolini’nin mirasçısı olduğu söylenen faşist Liga’nın lideri Matteo Salvini’nin kitle tabanını geliştirdiği görülüyor. Uzun dönemdir “sol” hükümetlerin başta olduğu Latin Amerika’da da faşizmin ayak sesleri yeniden duyulmaya başlandı. Venezüella’da ABD’nin darbe girişimleri ve iç kargaşa bir türlü bitmiyor. Brezilya’da Ekim ayında gerçekleşen son seçimleri Bolsonaro’nun başında olduğu faşist parti kazandı. O Bolsonaro ki, açıkça “ben diktatörlükten yanayım” diyecek kadar pervasız bir lider. Arjantin’de 2015 yılında işbaşına gelen faşist hükümet, kongre seçimlerini de kazanarak gücünü pekiştirdi. Kısacası, yaklaşık 15 yıldır “sol” rüzgarların estiği Latin Amerika’da ırkçı-faşist partiler güçleniyor ve iktidarı ele geçiriyorlar. Asya ülkelerinin birçoğu zaten bu durumda. Kimisinde askeri diktatörlükler değişik görünümler altında devam ediyor; kimisinde ise tek parti diktatörlükleri iyice yerleşiyor.
Bütün bu gelişmeleri alt alta sıraladığımızda, faşizmin yükselişinin tek tek ülkelerle sınırlı olmayan, genel bir durum olduğunu görüyoruz. Elbette bu bir rastlantı değil. Komüntern’in 1930’larda faşizmin gelişmesinin nedenleri olarak sıraladığı ilk iki faktör, (ekonomik kriz ve emperyalist savaş) bugün de tüm şiddetiyle yaşanıyor. Üçüncü faktör ise, (kitle hareketi ve devrime yöneliş) ne yazık ki, 1930’lardaki gibi değil. Yer yer ayaklanmalar şeklinde kitle hareketleri yaşansa da, bunlar komünist ve devrimci önderlikten yoksun olduğu için kısa sürede bastırılıyor, farklı yönlere kanalize edilebiliyor. (2011 yılında Kuzey Afrika ülkelerinde, 2013’te bizde yaşandığı gibi.)
Kısacası 1930’ların nesnelliği birçok yönden çakışırken; başta 1917 Ekim Devrimi olmak üzere sosyalizmin somut gücünden yoksunluk, komünist ve devrimci partilerin zayıflığı, Komüntern gibi enternasyonal bir örgütlenmenin olmayışı gibi eksikliklerin acısını yaşıyoruz. Yani öznel faktör bakımından büyük bir dezavantaj sözkonusu. Bu durum, umutsuzluğa-karamsarlığa yolaçıyor ve yaşananları daha da ağırlaştırıyor. Fakat kitlelerin bilincinde geçmişten bu yana oluşan faşizme karşı tepki, her şeye rağmen kendini ortaya koyuyor. Örneğin Almanya’da neo-nazi saldırılar, yüzbinlerce kişinin protestolarıyla karşılandı, Brezilya’da faşist Bolsonaro’ya karşı başını kadınların çektiği gösteriler düzenlendi. Yani faşizm hiçbir yerde engelsiz ilerlemiyor. Bunu da ilk ortaya çıktığı andan itibaren faşizme karşı yükselen mücadeleye borçluyuz.
Faşizmin ideolojisi:
Milliyetçilik ve militarizm
Yazımızın ilk bölümünde, “yeni sistem”le birlikte ülkemizdeki değişimleri sıralarken, bunların Türkiye ile sınırlı olmadığını ve Erdoğan’ın kişisel özellikleriyle açıklanamayacağını belirtmiştik. Dünyadaki gelişmelere kabaca gözatıldığında bile, bu gerçek görülür.
Sadece yöntemleri değil, kullandıkları demagojiler bile birbirine benziyor. Örneğin Orban’ın ağzından “yerli ve milli” sözü eksik olmuyor. Keza sürekli “uluslararası güçlerin saldırıları”dan, “dış tehdit”ten bahsediyor. Yani mutlaka bir “iç ve dış tehdit” ortaya atılıyor.
Faşizmin ideolojisinin ırkçı-milliyetçilik olduğunu, “yabancı düşmanlığı”nı körüklediklerini biliyoruz. Geçmişte Yahudiler, çingeneler, ya da her ülkenin kendi azınlıkları “düşman” ilan edilirken; şimdilerde “mülteciler” hedefe çakılmış durumda.
Diğer yandan “tarihsel motifler” yeniden ortaya sürülüyor. İtalya’da Mussolini, iktidara gelişini “Roma İmparatoru’nun yeniden doğuşu” biçiminde sunmuştu. Keza Naziler, “kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun devamı” olduklarını ileri sürdüler. “Gelecek geçmiştedir” sloganını kullandılar. Kapitalizmin yıkıma sürüklediği kitlelerde geçmişe duyulan özlemi sömürerek, “geçmişin maddi-manevi zenginliklerine geri dönüleceği” hayalini yaydılar.
Bizdeki faşist hareketler de, eski Türk topluluklarının Kızıl Elma efsanesini ve bozkurt simgesini kullanıyordu. AKP ile birlikte Osmanlıcılık öne çıkarıldı; Fatih, Kanuni gibi yükseliş dönemlerinin padişahları ve Abdülhamit gibi dinci-baskıcı yönüyle bilinen isimler yükseltildi. Onların filmleri, dizileri çekildi, köprülere, hastanelere isimleri verildi vb…
Elbette bütün bunlar, -dün olduğu gibi- sınıfsal ayrımları örtbas edip kapitalist sömürüyü gizlemek; yanı sıra yayılmacı bir savaşa kitleleri hazırlamak için yapılıyor. Emperyalist savaşın tam da Ortadoğu’da patladığı bir dönemde AKP’nin “ılımlı İslam”la işbaşına getirilmesi, Irak ve Suriye savaşlarına dahil edilmesi, buralarda hak iddia etmeleri vb. “Osmanlıcılık” gibi ideolojik argümanların hangi planın parçası olarak öne sürüldüğünü ortaya koyuyor.
Faşist ideoloji -sınıfsal yapısı gereği- ilk başta devletin ve düzenin kutsanması üzerine oturmuştur. Bunun için de şoven milliyetçilik ve militarizm, en temel ideolojik kaynağıdır. Bugün de faşist propagandanın ekseni budur. Elbette ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu duruma göre demagojiler çeşitlenmekte, öncelikler yer değiştirebilmektedir. Örneğin son yıllarda faşist partilerin dini argümanları çok fazla kullandıklarını görüyoruz. Gerçi ilk faşist liderler de dini kullanmaktan geri durmadılar. Bir zamanlar din karşıtı yazılar yazan Mussolini bile, İtalya’yı “tanrı adına yönettiğini” söyleyebildi. İktidarında din adamlarının durumunu düzeltti, okullara tekrar din dersi koydurdu. Fakat bugünkü kadar dini vurgular öne çıkmış değildi. Macaristan’ın faşist lideri Orban, Hıristiyanlığın önderliğine soyunuyor mesela. Hıristiyan-demokrat bir Avrupa partisinin kurulmasını öneriyor ve bu partinin 2019’daki Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılmasını savunuyor. Oluşmaya başladığını iddia ettiği Berlin-Viyana-Roma göçmen karşıtı “eksene” (Mihver İttifakını çağrıştırıyor) Doğu Avrupa ülkelerinin de eklenmesini istiyor. vb….
Bir tarafta Orban’la Hıristiyanlık; diğer tarafta ılımlısından-radikaline siyasi İslamcılık körükleniyor. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu dönemde, resmi ideolojiyle sivil faşist partiler arasında ton farkları olmakla birlikte ırkçı-milliyetçilik baskındı. Sivil faşistler II. emperyalist savaşın arifesinde “Turancılık”ı (Türkçülüğü esas alan milliyetçiliği) yeniden yükselttiler. 12 Eylül öncesi MHP’nin çizgisi de bu eksendeydi. Ancak 12 Eylül’le birlikte bu çizgi, Türk-İslam sentezi biçimine büründü. Faşist Evren, elinde Kuran’la mitingler yaptı. İmam-Hatip Liseleri ve Kuran Kursları bu dönemde arttı. Sadece 12 Eylül rejimi değil, sivil faşist partiler de giderek Türk-İslam sentezine kaydılar. AKP ile birlikte ise, dincilik zirve yaptı, “ümmetçilik-mezhepçilik” baskın hale geldi.
Bugün birçok ülkede yükselişe geçen faşizm, benzer argümanları kullanıyor. Bunu ailenin kutsanması-kadının aşağılanması yönüyle de söyleyebiliriz. Hitler ve Mussolini’den günümüz faşist liderlerine kadar hepsi, kadınları “anne” olarak yüceltip kadın olarak aşağılıyorlar. Brezilya’da Bolsonaro, bir kadın milletvekiline “sana asla tecavüz etmem, çünkü bunu hak etmiyorsun” gibi aşağılık bir söz sarfedebiliyor mesela. Faşizm, toplumsal çürüme ve çözülme demektir aynı zamanda. Kadına, çocuklara yönelik şiddetin, taciz ve tecavüzün artmasını, kapsamda görmek gerekir. Yozlaşma ve çürüme; yolsuzluk, kayırmacılık, hırsızlık, rüşvet, zevk-i sefa düşkünlüğü vb. her biçimde kendini kusuyor. Bunları ülkemizde de somut olarak yaşıyoruz. Son Sayıştay raporları, bu gerçeği bir kez daha ortaya serdi.
Faşizmin demagojik olarak kullandığı anti-kapitalist söylemler, iktidara geldikleri yerlerde kısa sürede çökmeye mahkumdur. Bunu “vatan-millet” edebiyatıyla, sürekli “iç-dış düşman” yaratarak ve savaş çıkartarak kapatmaya çalışırlar. Zaten faşist ideoloji (milliyetçilik ve militarizm) içte ve dışta savaşı körüklemek için kullanılmaktadır. Onun için de sürekli yalana ve demagojiye başvurmak zorundadır.
Naziler tarafından öldürülen Almanya Komünist Partisi’nin lideri Thaelman’ın şu sözleri çarpıcıdır: “Nazilerin ajitasyonu, içerik olarak düşünüldüğünde ilkeldi, gerekçeleri ucuzdu, ama bu ajitasyon oldukça dikkatli yapılıyordu ve küçük burjuvazinin kafa yapısına ve gerici ön yargılarına ustaca uyuyordu, işte bu yüzden etkiliydi.”
Faşizmin yalan ve demagojisini her aşamada açığa çıkarmak, faşist ideolojiyle sistemli bir mücadele yürütmek şarttır. Aksi halde faşist bombardımanla beyni yıkanan kitlelerin, her tür insanlık-dışı uygulamaya göz yummaları, hatta onun uygulayıcısı haline gelmeleri kaçınılmaz. Bunun geçmişte olduğu gibi bugün de pratik kanıtları ortadadır. İkinci emperyalist savaş döneminde, Almanya’da, İtalya’da yaşananlar; bugün Irak ve Suriye’deki tablo gözler önündedir.
Bu da faşizme karşı mücadelenin ne denli yaşamsal olduğunu ortaya koyuyor. Ne var ki, faşizme karşı mücadele, faşizmi doğru bir şekilde analiz etmeden verilemez. Kapitalist sistemle içiçeliği, emperyalizmle ve emperyalist savaşla bağları görülmeden ve bunların somut biçimlenişi ortaya serilmeden, doğru-dürüst teşhiri bile yapılamaz.
Faşizm burjuvazinin
açık diktatörlüğüdür
Faşizme karşı mücadeleyi en tutarlı yürütenlerin komünistler olması boşuna değildir. Çünkü onlar başından itibaren faşizmin emperyalizme bağını ve içteki dayanaklarını doğru tahlil ettiler. Dönemin sosyal-demokrat partileri, onu “burjuvazinin dolaylı diktatörlüğü” şeklinde tanımlarken; komünistler başından itibaren “burjuvazinin dolaysız açık diktatörlüğü” olarak görmüşlerdir.
Bunun da çıkış noktasını, Lenin’in “her şeyin çekirdeği” dediği tekeller oluşturur. “Emperyalizmin olanaklı en kısa tanımını yapmamız gerekseydi, onun kapitalizmin tekelci aşaması olduğunu söylerdik” demiştir Lenin. Ve onun “her çizgide gericiliği temsil ettiğini” vurgulamıştır. Çünkü tekel, yapısı gereği sürekli büyümek ve genişlemek zorundadır. Bundan dolayı saldırgan ve anti-demokratiktir. Ekonomik alanda üstünlüğünü kurduğu andan itibaren, devlet yönetimini de ele geçirir. Ekonomik alandaki güç yoğunlaşması, kendini politik alanda da gösterecektir.
Elbette ekonomi ile politika arasındaki ilişki, düz bir ilişki değildir. Başta sınıf mücadelesi olmak üzere birçok faktörün devreye girdiği diyalektik bir ilişki vardır. Aksi halde emperyalizm döneminde tek yönetim biçiminin faşizm olması gerekirdi. Öyle olmadığını biliyoruz. Ama bu durum, emperyalizmin tekelci karakterinin eğilim olarak politikada da tekelleşmeyi doğurduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ve faşizmin, kapitalizmin tekelci aşamasının bir sonucu olarak ortaya çıktığını…
Buradan hareketle Komüntern, faşizmi “emperyalizmin içeriğinde varolan ‘her çizgide gericilik’ eğiliminin yarattığı bir devlet biçimi” olarak tanımladı. Almanya’da faşist diktatörlüğün kurulmasının ardından ise, faşizm hakkında daha etraflı ve ayrıntılı incelemeler yaparak şu tanıma ulaştı: “Faşizm, finans kapitalin (mali sermaye) en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür.”
Bu tanım üzerine -başta troçkistler olmak üzere- birçok spekülasyon yapıldı. “En”ler dışında kalan burjuvaziyle ittifak yapılabileceği; “Birleşik Cephe” politikasının buna hizmet ettiği gibi, iler-tutar yanı olmayan savlar ileri sürüldü. Oysa Komüntern Belgeleri’nin hiçbir satırında buna rastlanmaz. Aksine faşizme karşı mücadelede egemenlerin iç çelişkilerine bel bağlamamak gerektiği döne döne belirtilir. “Düşman arasında çatlaklardan yararlanmak” için bile, mücadeleyi kendi güçlerine dayanarak yükseltmek gerektiği vurgulanır. Sonuçta faşizmin yerle bir edilmesi, komünistlerin başını çektiği mücadeleyle mümkün olmuştur. Bu bile, Komüntern’in tespitlerinin ve onun ışığında yürüttüğü mücadelenin ne kadar doğru olduğunu kanıtlamaya yeter.
Komüntern’in faşizm tanımı, dönemin ünlü Marksist ekonomisti Eugen Varga’nın Nazi’lerin arkasındaki tekelleri ortaya çıkarması üzerinden yapılmıştır. Bunlar ağır sanayi tekelleriydi ve banka sermayesi ile birleşmişlerdi. 16 üyeden oluşan “Genel Ekonomi Meclisi”nin dokuzu büyük sanayici, dördü bankacı, ikisi büyük toprak sahibiydi. Diğer yandan mali sermayeyi oluşturan bazı tekeller desteklemiyordu. 1934 yılında Naziler içinde girişilen tasfiye harekatı da bu durumu su yüzüne vurdu. (SA’ların -Fırtına Birlikleri- lideri Röhm başta olmak üzere yüzlerce kişi “uzun bıçaklar gecesi” olarak anılan bir gecede öldürüldüler.)
Faşizmin siyasal tekel olma çabası, egemen sınıfların saflarında iç çelişkileri keskinleştirir, anlaşmazlıkları büyütür. Başlangıçta birlikte hareket ettiği kesimleri bile tasfiye ederek yürür. Örneğin Mussolini, açıktan “faşizmin iktidara yürüdüğü kadrolarla iktidar olamayacağını” söylemiştir. Almanya’da Hitler’in SA’lara yönelik katliamı da bunun bir kanıtıdır.
Çünkü faşizm, iktidarını sağlamlaştırdıkça, kendisine rakip olabileceğini düşündüğü kesimleri yok eder. Onun egemen sınıf içindeki çatlakların siyasal alana yansımasına tahammülü yoktur. Burjuva muhalefetin bile rejimde açacağı bir gedik, işçi-emekçi hareketiyle raydan çıkabileceği için korkar. O nedenle merkezi otoriteyi güçlendirir ve tüm devlet organlarını tek bir blok gibi hareket etmeye zorlar.
Bunu ülkemizde de yaşadık, yaşıyoruz. Sadece AKP’nin serüvenine baktığımızda bile, başlangıçta destek aldığı liberallerden, en son Fetullah Gülen Cemaati’ne kadar, sürekli tasfiye ile ilerlediği görülür. Yukarıya çıkan balonun fazlalıklardan kurtulması gibi, her aşamada bir kesimi aşağı atarak yükselmektedirler.
İşçi ve emekçilere karşı bir zırh oluşturmak için, burjuvazinin değişik gruplarının birleştikleri görülmüştür, ancak bu durumlarda bile sözkonusu birliktelik kısa sürer. Sürenin uzaması durumunda, çatlaklar daha fazla su yüzüne vurur. Devlet aygıtının önemli noktalarını ele geçirme ya da eli geçirdiği yerleri tutma şekline bürünen bu çatışmalar, diktatörlüğü de zayıf düşürür. Bu, burjuvazinin kendi içindeki handikapıdır. Faşizmin sürgit devam edememesinin böyle bir nesnel yanı vardır. Onun için “sürekli faşizm” teorisi doğru değildir.
Ayrıca yalan ve demagojiyle kitleler bir süre aldatılabilir. Faşizmin iktidarı uzadıkça, bunların açığa çıkması ve faşizme karşı tepkilerin büyümesi de kaçınılmaz. Yükselen hareketin düzeni tehdit eder hale gelmesi, egemen sınıfları kimi tavizler vermeye, geri adımlar atmaya zorlar. Yani devrim olmadan da faşizmin yıkılması, en azından gerilemesi mümkündür. Fakat bu durum, faşizmin yeniden işbaşına gelmesine engel değildir. Faşizmin nihai yıkılışı, ancak devrimle olasıdır.
Komünist ve devrimciler, faşizmin yıkılışını asla burjuvazinin kendi iç çelişkisine, düzen-iç muhalefete bırakmaz, onlardan medet ummaz. Çünkü bunların faşizmle olan çelişkileri geçicidir ve her an uzlaşmaya açıktır. Ayrıca kendiliğinden gelişen kitle hareketiyle yıkılmasını da beklemez. Birleşik-örgütlü bir mücadele ile yıkılacağını bilerek hareket eder. Bu doğrultuda başta işçi sınıfı olmak üzere sömürülen ve ezilen kesimleri örgütlemeye çalışır.
Faşizme karşı mücadele
Faşizme karşı mücadelenin en önemli ayaklarından biri, reformizme karşı mücadeledir. Çünkü reformizm, birçok kez faşizmin önünü açmış, ona zemin hazırlamıştır. Faşizmin iktidara geldiği yerlerde ise, onun “koltuk değneği” olmuştur.
1920’lerde İtalya ve Almanya’da sosyal-demokratların oynadıkları uğursuz rolü, günümüzün reformist partileri devraldı. Evrimleşerek faşizme daha fazla yanaşmış sosyal-demokrat partiler olsun, sosyalist görünümlü reformist partiler olsun, en başta faşizmin sınıfsal özünü saklayarak faşizme hizmet ediyorlar. Onun emperyalizmle bağlarını ve burjuvazinin temsilcisi olduğunu gizliyor veya çarpıtıyorlar. Bunun son örneğini AKP özelinde yaşadık, yaşıyoruz. Bizzat ABD eliyle kurulduğu halde, emperyalizme karşıymış gibi gösterenler; “askeri vesayete karşı” diyerek “demokratlık” payesi verenler; “Ergenekoncular”la iç çatışmalarını “kontrgerillanın tasfiyesi” olarak niteleyenler; “çözüm süreci”ni “ulusal sorunun çözümü” görerek alkışlayanlar; buradan hareketle faşizmin yıkıldığını söyleyenler oldu. Ki bunlar, sadece burjuva liberaller ve reformistlerle sınırlı değildi. Kendilerine devrimci, komünist diyenler de buna dahil oldular.
Kimisi AKP yönetimine “Bonapartist” diyerek, “sınıflar üstü” gösterebildi. Kimisi de “yeşil sermaye”nin, “Anadolu kaplanları”nın temsilcisi diyerek, Koçlar’a, Sabancılar’a yani işbirlikçi tekelci burjuvaziye karşıymış gibi gösterdi. Bu çarpık görüşler halen devam ediyor. Örneğin AKP’nin ABD ile yaşadığı kimi sorunlardan dolayı Rusya ile yakınlaşmasını “denge politikası”, “bağımsız tavır” diye övenler oluyor. Bir emperyalistten diğerine yaranma çabalarını, olumlu bir şeymiş gibi sunabiliyorlar. Keza “tek adam rejimi” diyerek, gerici-faşist karakterini hala gizliyorlar. Üstelik “tek adam rejimi”ne karşı “parlamenter sistem”in savunucusu kesilebiliyorlar. Onu “faşist” olarak niteleyenler de, burjuvazinin bir yönetim biçimine -faşist diktatörlük- karşı, diğer biçimini -burjuva demokrasisi- öne çıkarıp kitlelere alternatif olarak sunabiliyor.
Kendilerine ne sıfatı verirlerse versinler, bu görüşleri savunanların ne sosyalizmle, ne de devrimle alakaları kalmamıştır. En fazla düzen-içi bir muhalefet odağı olabilirler. Zaten her şeyi seçime endeksli düşünmeleri, faaliyetlerini seçim dönemleri arttırmaları, son yaşanan krize karşı mücadeleyi bile seçimlere bağlamalarıyla, bu niteliklerini açıkça ortaya koyuyorlar ve bundan rahatsızlık da duymuyorlar.
Bu kesimlerle ideolojik-siyasi bir mücadele verilmeden, faşizme karşı mücadele verilebilir mi? Onlar, faşizmin gerçek niteliğini gizleyerek, faşizmin ekmeğine yağ sürüyorlar. Kitlelerin tepkisini seçimlere havale ederek, hem düzeni kutsuyor hem de faşizmin ömrünü uzatıyorlar. Tıpkı ikinci emperyalist savaşın öngününde ikinci enternasyonal partilerinin yaptığı gibi…
AKP’ye dair değerlendirmeleri örnek vermemiz, en son ve somut örnekler olması bakımındandır. Yoksa yine bazı reformistlerin yaptığı gibi faşizmi AKP’den ibaret görmek değil. TC’nin kuruluşundan bu yana faşizm değişik biçimlerde iktidarını sürdürdü. Fakat gerilediği, yerini farklı biçimlere bıraktığı dönemler de oldu. Bunlar burjuvazinin tercihi değil, sınıf mücadelesinin ulaştığı düzeyin bir sonucuydu.
Esasında burjuvazi, hiç bir yönetim biçimini keyfine göre belirlemez. İçinde bulunduğu koşulların zorunlulukları, bunları doğurur. Faşizm de başvurmak zorunda olduğu bir biçimidir. Aynı zamanda devleti ve kitleleri eski yöntemlerle yönetemediğinin ilanıdır. Devletin yapısı aynı kalmak kaydıyla yönetim biçimleri değişir. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir.
Devletin yapısı -ya da tipi- farklı sosyo-ekonomik koşullar tarafından belirlenir. (Sınıflı toplumların köleci, feodal ve kapitalist toplum şeklinde ayrışması gibi.) Devlet, ekonomik ilişkilerin üzerine oturan bir üst yapı kurumudur. Her dönemin ekonomik olarak baskın gücü, devletin de sahibidir. Dolayısıyla devletin yapısı, üretim ilişkileriyle doğrudan bağlantılıdır. Buna karşın devlet biçimleri çok farklı olabilmektedir. Devlet tipi sınıf yapısı tarafından belirlenirken, devlet biçimi yönetim organlarının yapısıyla belirlenir. Aynı devlet tipine sahip olduğu halde farklı devlet biçimleri (yöntemleri) gündeme gelmiştir. Bunu geçmiş sınıflı toplumlarda da (köleci, feodal) görebiliyoruz.
Kapitalizmde ise, serbest rekabetçi dönemde parlamenter sistem, emperyalizm döneminde faşizm şeklinde ortaya çıktı. Kapitalizmin feodalizme karşı savaşında ortaya çıkardığı yönetim biçimi “burjuva demokrasisi”dir. Yani kapitalizme denk düşen biçim budur. Ancak emperyalizm aşamasıyla “can çekişen, çürüyen, asalak” bir hal alması, bir de devrim korkusu eklenince, faşizm zorunlu bir biçim halini almıştır. (Bu temel biçimler dışında biçimler de vardır, fakat daha geçici ve ara biçimlerdir)
Buradan hareketle faşizmin iktidara gelişini, bir burjuva hükümetin yerini diğerinin alması gibi basit bir değişiklik olarak da görmemek gerekir. Devlet biçimi, hükümet değişikliğine indirgenemez. Biçim aynı kalmak koşuluyla farklı hükümetler kurulabilir. Dolayısıyla ne bir parti, ne de hükümetle aynılaştırmak doğru olur.
Ama hangi şekilde iktidara gelirse gelsin özü değişmez: Faşizm işçi ve emekçiler üzerinde azgın bir sömürü ve kudurmuş gericiliktir! En sınırsız şovenizm ve yağma savaşıdır!
Onun için faşizme karşı mücadeleyle, emperyalist savaşa karşı mücadele içiçe geçmiştir. Faşizmi yerle bir edebilmek de, “savaşa ve faşizme karşı birleşik cephe”lerle mümkündür.
Sonuç yerine
Faşizmle birlikte kapitalist düzen ne kadar çürümüş olursa olsun, hiçbir toplumsal düzen kendiliğinden çökmez. İşçi ve emekçiler örgütlü bir şekilde mücadeleyi yükseltmediği koşulda, hiçbir devrimci kriz, devrime götürmez. Yani onu hazırlamak ve savaşarak elde etmek gerekir. Bunun için de güçlü bir devrimci proleter partiye ihtiyaç vardır.
Yukarıda 1930’lu yıllarla günümüz arasında benzerliklere değinirken, (ekonomik kriz ve emperyalist savaş yönüyle) en önemli noktada (kitlelerin devrime yönelişi) çakışmadığını gördük. Bu durum (öznel faktör eksikliği) komünist ve devrimcilerin yükünü daha da arttırıyor. ML bir parti ve enternasyonal birliklerin önemi, çok daha önem kazanmış durumdadır.
Devrim tarihinin bize verdiği ana ders, böyle bir örgütlenmeye sahip olunmadan, sosyalizmin kurulamayacağıdır. Faşizmi tümden ortadan kaldırmak da buradan geçer. Hatta bugün demokratik hak ve talepler için dahi, devrimci yöntemlerle dövüşmek şarttır. Reformizmin pasifliği ve seçimlere endeksli muhalefeti ile hiç bir şeyin değişmediği pratik olarak da kanıtlanmış durumdadır.
O halde başta işçi sınıfı olmak üzere faşizme karşı herkesi örgütlemek üzere sistemli ve bıkmaksızın çalışmak durumundayız. Unutmayalım ki, faşizm kendinden olmayan her şeye düşmandır. Ya dövüşecek ya da bu suça ortak olunacaktır.
Alman komünist Thaelman’ın dediği gibi, “GERÇEK YAŞAMDA SEYİRCİ YOKTUR-HERKES KATILIR YAŞAMA…”
Kaynakça:
– Faşizme Karşı Birleşik Cephe (Dimitrov, Ekim Yay.)
– Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili (E. Leverenz, Sol Yay.)
– Üçüncü Enternasyonal’de Faşizm Üzerine Tartışmalar 1, 2 (Dönüşüm Yay.)
– Bonapartizmden Faşizme (Elif Çağlı, Tarih Bilinci Yay.)
– Marksizm-Leninizmin İlkeleri 1 (Yar Yay.)
– Devlet ve Devrim (Lenin, İnter Yay.)
– Proleter Devrim ve Dönek Kaustsky (Lenin, İnter Yay.)
– Louis Bonapart’ın 18. Brumaire’i, (Marks, Yorum Yay.)
– Devrimler Çağı (Taner Timur, Yordam Kitap)