Son yıllarda tasfiyecilik ve reformizmin etkisiyle parlamentarist eğilimler güç kazanmış ve her ne olursa olsun seçimlere katılmak, bir partiyi veya adayı desteklemek zorunluymuş gibi ele alınmıştır. Seçim çalışması, bir parti ya da adayın desteklenmesine indirgenmiş, bunun dışındaki tutumlar “apolitik”likle damgalanmıştır. Yani politika yapmak, düzen sınırları içindeki mücadeleyle (onun da en dar hali seçimlerle) özdeşleşmiş ve adeta oraya hapsolunmuştur.
Her şeyin ters-yüz edildiği bir dönemde, devrimcilik ve devrimci faaliyetin de bundan nasibini alması, çok şaşırtıcı değildir aslında.
Yeni bir seçim döneminde girdiğimiz bugünlerde, benzer yaklaşımların sürdüğünü görüyoruz. HDP’nin İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere yedi büyükşehirde aday göstermeyip CHP-İyi Parti blokunu desteklemesi, bazı devrimci kurumlarda tepkilere yol açtı, fakat HDP’yi desteklemekten vazgeçmediler. En fazla HDP’nin aday göstermediği yerlerde oy kullanmayacaklarını açıkladılar. Kimi devrimci-demokrat yapılar da, bu yerlerde “bağımsız aday” çıkardı. Ama her halükarda HDP adaylarını destekleme konusunda tavırları değişmedi.
Diğer yandan bir dönem yaygın biçimde karşılaştığımız, devrimci yapıların “bağımsız aday”larla seçimlere katılması furyası da hız kesti. “Bağımsız aday” koşulları zorlaşınca, ya vazgeçildi ya da sınırlı sayılara çekildi. Ama her ne olursa olsun seçimlere katılmak ve kazanmak isteyenler, şu ya da bu partinin çatısı altında seçimlere giriyorlar. Giderek bu durum kanıksanıyor da.
Parlamentoya göre belediyelerin görece özerkliği, yerel seçimlerde şu ya da bu partiden aday olmayı arttıran bir faktör. Aday oldukları partinin kararlarına uymak zorunda olmamaları, durumu nispeten daha kabul edilir kılıyor. Buna rağmen en hafifinden, devrimci demokrat kitleleri bu partilere yönlendirmek, onların oy oranlarını yükseltmek gibi handikapları içinde taşıdığı da bir gerçek.
31 Mart yerel seçimlerine doğru giderken, devrimci yapıların seçimlere dönük tutumları da üç aşağı-beş yukarı bu çerçevede belirlenmiş durumda. Bu yazıda esas olarak devrimci-demokrat adaylar üzerinde duracağız. Bu sıfatı ne kadar hak ettikleri, bugüne dek nasıl bir pratik izledikleri, baskın olan olumsuz örneklerin nedenleri, bu durumun nasıl değişeceği, olumlu örneklere karşı yaklaşımı vb. ele alacağız. Bu adaylara yaklaşımımızı somut gelişmeler üzerinden ortaya koyacağız.
PDD olarak seçimlere, özelinde 31 Mart seçimlerine dönük tavrımız biliniyor. Önceki sayılarda bunları yazdık ve yazmaya devam ediyoruz. Bu yazı çerçevesinde ise, devrimci-demokrat adaylar üzerinde duracak, bu konudaki yanlış yaklaşımları ve kendi bakışımızı daha ayrıntılı işleyeceğiz.
Devrimci-demokrat adayların durumu
Genel ya da yerel seçimlerde komünist ve devrimci-demokrat adayların varlığı, programları, vaatleri, söyledikleri oldukça önemlidir. Onlar, düzen partilerin adaylarından her yönden farklı olmalıdır. “Ezber bozan” bir duruş sergilemeli, klasik tipte politikacı olmadıklarını göstermelidirler. Sadece vaatleri, politik hatları yönüyle değil, kişilikleriyle de farklarını ortaya koymalıdırlar.
Ama aslolan; seçim öncesi çizdiği profili ve sunduğu hedefleri, seçim sonrası da koruması, onların arkasında durabilmesidir. Seçimleri kazandıktan sonra hiçbir bahanenin ardına sığınmadan verdiği sözleri tutması, vaatlerini yaşama geçirmesi, yapamadıklarını açık yüreklilikle kabul etmesi ve bunları telafi etmeye çalışması, kısacası kimliğine uygun bir pratik ortaya koymasıdır.
Ne var ki, kendilerine bu tür sıfatlar yüklediği halde burjuva politikacılarından farksız ya da kısa bir süre sonra onlara benzeyen pek çok örnekle karşılaştık. Seçimlerden önce büyük bir heyecan yaratan, kitleye umut veren, birçok kurumun da desteğini alarak önemli sayıda kesimin seferber olmasını sağlayan adayların çoğu, sonrasında hayal kırıklığı yaratmış, onu seçenleri hüsrana uğratmıştır. Geriye dönüp baktığımızda, böylesi “kötü örnek”lerden pek çok isim aklımıza gelecektir.
Genele damgasını vuran, ne yazık ki bu tiplerdir. Bunların dışında kalanlar ise bir elin parmaklarını geçmez. Tabii ki, sınırlı sayıda da olsa bu örnekler önemlidir ve çoğaltmak gerekir. Geleceğe kalacak olan bunlardır. Fakat ortaya çıkan tablo üzerine durup düşünmek gerektiği de çok açıktır.
Diğer yandan bu adaylar ve partiler, yapılanların özeleştirisini vermiş midir? Onların arkasından gidenler ve oy verenler, hesabını sormuş mudur? Yani yaptıklarının bir karşılığı-yaptırımı olmuş mudur?
Bunlara olumlu yanıt vermek ne yazık ki mümkün değil. Devrimci-demokrat da olsa sözünün arkasında durmayan politikacı tipi, adeta kanıksanmış durumda. Eleştiri-özeleştiri, hesap verme-hesap sorma gibi “olmazsa olmaz” kriterler kaybolmuş, unutulmuştur. Böyle olunca, yaptıkları yanlarına kar kalmakta ve çark, aynı şekilde dönmeye devam etmektedir.
Kirli siyaset, devrimci-demokrat kesimleri de içine çekmiştir maalesef. Üstelik “alan razı-veren razı” biçiminde tekrarlanarak, sadece adayları ve partileri değil, kitleleri de kirletmektedir. Sosyalist, devrimci bir vekil ya da halkçı belediyecilik örnekleri yaratmak yerine, elde edilen mevkiden çıkar sağlamak başat hale gelmiştir. Aday ve partisinden yakın çevresine, faaliyetçisinden oy verenlere kadar, derece derece oluşan çıkar beklentisi, toplumsal bozulma ve çürümenin geldiği boyutu göstermesi bakımından çarpıcıdır.
Sonuç olarak, görevde kaldığı süre boyunca halka bir şey sunmayan, bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltmeyen her bir örnek, bırakalım devrim cephesini güçlendirmeyi, yarattığı güvensizlikle karşı-devrimin değirmenine su taşımıştır. Bu döngü kırılmadan devrimci-demokrat adayların kazanmasının ne işçi ve emekçilere, ne de devrim cephesine bir faydası olmaz.
Yeni adaylarla birlikte yaşananlar
31 Mart yerel seçimleri öncesinde birçok devrimci-demokrat aday (muhtar, meclis üyesi, başkan) ortaya çıktı. Aday belirleme aşamasından itibaren pek çok noktada sorunlar oluştu. Örneğin emekçi semtlerde birden fazla devrimci-demokrat muhtar adayı belirdi. Gerici-faşist adaylar karşısında şansları olabilmesi için aralarında anlaşıp bir kişide ortaklaşmaları gerekiyordu. Ancak ne adaylar ne de onların arkasındaki kurumlar geri çekildi. Aynı partinin adayları arasında bile anlaşmanın sağlanamadığı yerler oldu. Kendi bileşenlerine, hatta adaylarına söz geçiremeyen bir tablo çıktı ortaya.
Bireyselleşmenin, örgütlü görünen örgütsüzlüğün geldiği son noktadır bu. Sonuçta birden fazla devrimci, demokrat aday yarışıyor, oylar bölünüyor ve gerici-faşist adayların önü düzleniyor. Sadece muhtar adaylarında değil, belediye başkanı adaylığında da benzer yaklaşımlar sergileniyor. (Zaten CHP’den HDP’ye partiler, adaylarını merkezden atadılar. HDP kendi bileşenlerine sormadan seçim taktiğini belirledi. Kısacası her aşamasında demokratik olmayan yollar izlendi.)
Bunlar içinde en çarpıcı olanı Dersim’dir. Ovacık Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu, bu seçimlerde Dersim’den aday oldu. Fakat HDP, kayyım atanan diğer belediyelerde olduğu gibi Dersim’de de kendi adaylarını göstereceklerini, bunun ‘kırmızı çizgi’leri olduğunu açıkladı. Maçoğlu’nun bağlı olduğu kurum SMF ise, (Sosyalist Meclisler Federasyonu) Maçoğlu’nun HDP’den aday gösterilmesi veya önseçimle adayların teke düşürülmesi gibi öneriler sunduklarını, fakat HDP’nin hiçbirini kabul etmediğini duyurdu.
Olay bununla da kalmadı. Maçoğlu hakkında ipe-sapa gelmez sözler sarf edildi, internet üzerinden atışmalar yapıldı. Oysa Ovacık, halkçı belediyecilik örneği olarak bu dönemin en öne çıkan bir ilçesiydi. Sadece kooperatifçilik yönüyle değil, şeffaf bütçesi, ücretsiz otobüs uygulaması, öğrencilere burs vermesi, halk toplantıları, başkanın halkın içinde bulunması gibi özellikleriyle adından en çok söz edilendi. Eksiklikleri olmakla birlikte başarılı bir belediyecilik örneği yaratılmış ve bu örneği büyütülmek için Dersim merkeze aday olunmuştu. Kuşkusuz öncesinde Dersim’de faaliyet yürüten devrimci kurumlarla görüşmek ve ortaklaştırmak daha doğruydu. Zaten SMF de bu konuda hatalı davrandıklarını kabul ediyordu.
Böyle olduğu halde HDP, önceki dönemde belediyenin kendilerinde olmasından hareketle, tapulu malıymış gibi davrandı. Kendilerine sorulmadan aday çıkarılmış olmasına büyük bir tepki gösterdi. Kayyıma karşı ciddi bir direniş sergilemedikleri halde, kayyımı öne sürerek her tür öneriyi reddetti. Devlete gösterilmeyen uzlaşmaz tutumu, devrimci bir harekete ve adayına gösterdi.
Sadece HDP de değil, onun arkasına dizilen ESP, EMEP, Partizan (Yeni Demokrasi) gibi parti ve kurumlar da bu tavra ortak oldu. Böylece Dersim gibi bir yerde biri HDP ve destekçilerinin adayı, diğeri Maçoğlu olmak üzere iki adayla çıkıldı.
Oysa geçen dönemde HDP 120 civarında belediyeyi kazanmıştı. Başta Diyarbakır olmak üzere birçok belediye, yaklaşık 20 yıldır HDP ve önceli partilerin elinde. Ama bu güne kadar, HDP belediyelerinden “halkçı belediyecilik” örnekleri göremedik.
İzmir-Dikili gibi sosyal-demokrat belediye başkanı olan bir ilçede bile, su ve ulaşımı bedava yapan bir örnek yaratılmışken, HDP belediyeleri, asıl olarak “çok dilli belediyecilik” sınırlarına sıkıştılar. Şeffaf bütçe gibi, ücretsiz (ya da düşük ücretli) ulaşım-su gibi önemli adımlar atılmadı. “Kadın sorunu” konusunda en çok duyarlılık çağrısı yapan parti olduğu halde, “kadın sığınma evleri” açarak kadın sorununun “sonuçları”nı hafifletme yönünde kimi adımlar attı; ancak kadının evin duvarlarını aşmasında önemli bir yeri olan “yaygın kreşler” açmada örnek oluşturamadı. Genel olarak HDP belediyeciliğinde, halkın yaşam koşullarını iyileştiren, yol, su, ulaşım, konut, altyapı gibi temel ihtiyaçlarını çözen bir icraat görülmedi. Bu yanıyla, düzen partilerinin belediyeciliğini aşamadı.
Ovacık ise, ’80 öncesinin Fatsa örneğinden sonra devrimci bir belediye başkanı ile nelerin başarılabileceğini göstermesi bakımından tüm devrimcilerin sahip çıkması, doğru eleştiriler ve katkılarla büyütmesi gereken bir örnektir. Durum buyken “kayyım atanan yerler bizimdir” diyerek Maçoğlu’nun adaylığını reddeden HDP’nin yanında yeralmak, devrimci bir tavır değildir. Halkçı belediyecilik örneği olarak Ovacık’tan Dersim’e doğru büyüyecek bir modelin bu gerekçeyle boğulmaya çalışılması kabul edilemez.
Kaldı ki HDP birçok yerde yeniden belediyeleri alabilecek durumdadır. İstenirse oralarda yeni örnekler yaratılabilir. Ayrıca HDP, kazandığı belediyelere yeniden kayyım atanırsa bu kez direneceğine dair herhangi bir söz vermiş de değildir.
Bu durumda HDP’ye hangi kriterlere göre destek sunulmaktadır? Dahası, Dersim gibi bir yerde kendini pratiğiyle de kanıtlamış devrimci bir adaya karşı HDP’nin desteklenmesi nasıl bir sürükleniştir? Bu bölünmenin sonucunda Dersim’de CHP ya da AKP’nin kazanması halinde, bunun vebali nasıl taşınacaktır?
Tavrımız ne olmalı?
Komünistler açısından seçimlerde -aktif ya da pasif- boykot taktiği benimsenmiyorsa, “bağımsız aday” çıkarma veya devrimci-demokrat adayları destekleme tavrı, genel bir yaklaşımdır. Ancak bu yaklaşım, düz bir şekilde ele alınamaz. Adayların siyasal görüşleri kadar kişisel özellikleri ve bugüne dek ortaya koydukları pratikler önemlidir. “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” diye bir söz vardır. Kendine vehmettiği sıfatlar değil, yaptıklarıyla bunun altını ne kadar doldurduğu esas alınır. Ayrıca her seçim döneminin kendine özgü yönleri bulunur. Buna göre tavırlar geliştirmek gerekir. Dolayısıyla devrimci-demokrat adaylara verilecek destek de koşulludur.
31 Mart seçimlerinin özgünlüğü; kitlelerin başta CHP olmak üzere muhalefet partilerine güveninin ve sandığa olan umudunun azalması, uzun bir dönemden sonra ilk kez “sandığa gitmeyeceğim” diyenlerin sayısındaki artıştır. İktidarı-muhalefetiyle düzen partilerinin en çok üzerinde durdukları, “küskün” diye tanımladıkları kitleyi yeniden sandığa çekmektir. Özellikle CHP’nin en önemli uğraşı budur. İstanbul-Beyoğlu ilçesinde ÖDP Başkanı Alper Taş’ın aday gösterilmesinde de bunun rolü büyüktür.
Böyle bir durumda devrimci adaylara düşen ilk görev; gerçek kurtuluşun seçimlerle olmayacağını tüm propaganda araçlarıyla sıkça vurgulamaktır. Bu seçimler özgülünde ise, seçim yasası başta olmak üzere seçimlere yapılan her tür müdahaleye karşı kararlı bir mücadele yürütülmesidir. Kendisine verilen her oya sahip çıkacağını pratikte göstermesi, her tür hileye karşı direnişe geçmesidir. Kazandığı halde hakkının verilmemesi durumunda, kendisine oy verenleri de harekete geçirerek söke söke alabilmesidir. Ya da seçimlerden bir süre sonra kayyım atanması sözkonusu olduğunda, mevkisini direnişsiz terketmemek, kitleleri de bu direnişe çekebilmektir.
Devrimci-demokrat adaylar bu konularda şimdiden söz vermeli ve bunun gerektirdiği bir pratiği ortaya koymalıdır. Bunu yapmadığı durumda görevinden istifa etmeyi baştan kabul etmelidir. Esasında devrimci bir adayın “geri çağrılma hakkı”nı zaten kabul ediyor olması gerekir. Bunun mekanizmaları yaratılmalı, belli bir süre sonra sandıklar yeniden konulup onay istenmelidir. Onay almadığı durumda da görevi bırakmalıdır. Keza bütçedeki gelir-gider kalemlerinin tüm kitlenin göreceği biçimde açıklanması, gerçek anlamda halkı temsil eden meclislerinin kurulması ve kararların buralardan çıkması, düzenli halk toplantılarının yapılması, icraatlarıyla ilgili kitlenin bilgilendirmesi, eleştirilere açık olması, hatalarını kabul edip düzeltmesi gibi kıstasları yerine getirmelidir.
Bu temel noktalara uygun davranmayan bir aday, kendine ne derse desin desteklenemez. Halkın duygularıyla oynayan, ona duyulan güveni kötüye kullanan, sözlerinin arkasında durmayan, kazanılan mevziyi direnişsiz terkeden adaylar, mutlaka bir yaptırımla karşılanmalı, bunun mekanizmaları bugünden yaratılmalıdır. Aksi halde yıllardır yaşanan kısır döngü devam edecek, seçim öncesi vaatlerle işbaşına gelip cebini dolduran “devrimci” sıfatlı adaylar kervanına yenileri eklenecektir.
Onun içindir ki, muhtarlıktan başkanlığa kadar sınırlı sayıdaki devrimci-demokrat adaylara dönük desteğimiz, koşulludur. Aslolan kitlelerin sandığa gitmeme eğilimini güçlendirmektir.
Ayrıca düzen içi mevzileri abartmamak gerekir. O mevzilerle yapılacaklar sınırlıdır. “Kurtarılmış bölgeler” veya “belediye sosyalizmi” türü sapmalara karşı da dikkatli olunmalıdır. Devleti ele geçirmeden yerel düzeyde bırakalım sosyalizmi, halkçı bir düzeni kurmak bile mümkün değildir. Kapitalist sömürü koşullarında “küçük adacıklar” yaratmak, bir dönem ütopik sosyalistlerin savundukları ama asla yaşama geçiremedikleri (ve geçirilmeyecek) ham bir hayaldir. Bu yönde bir girişim bile devlet tarafından şiddetle bastırılır. Bunun örneklerini ülkemizde de (Fatsa’da mesela) gördük, yaşadık. Onun için belediyeleri kazanarak sosyalizmi kuracakları yönünde bir hayale ne yöneticiler ne de halk kapılmalı, böyle bir yanılsama asla yaratılmalıdır. Türkiye gibi merkezi yapının güçlü olduğu ve yeni yasalarla belediyenin yetkilerinin daha da daraltıldığı bir ülkede, bu tür hayallere hiç ama hiç yer yoktur.
Diğer taraftan belediye sınırları içinde yapılacakların azamisi yapılmalı, dahası varolan yasalarla mücadele edilmeli ve fiilen delinmelidir. Ama en ilerisinin bile gelip dayanacağı nokta, kapitalist düzenin sınırlarıdır. Bunun bilincinde olarak aday olmak ve kitlelere gerçekleri anlatmak gerekir.
Hepsinden önemli olanı ise, bu mevziler aracılığıyla kitlelerin bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi, buraların devrimin kaldıracı olarak kullanılmasıdır. Bu başarılmadığı durumda, ne kadar çok muhtarlık, belediye kazanılırsa kazanılsın, hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur.