Muhalefet partileri, yerel seçimlerin ardından Erdoğan’ın sert üslubunu değiştirmesini, “toplumu germekten vazgeçmesini” istediler. Başta damadı olmak üzere “kabine”de revizyona gitmesi, “cumhurbaşkanı hükümet sistemi”nin yeniden ele alınması gibi talepleri sıraladılar.
Kısacası yerel seçimlerde kitlenin verdiği “mesajı” alıp kendini ona göre düzeltmesi gerektiğini söylediler. Özellikle İstanbul seçimlerinin AKP açısından bir hezimete dönüşmesi, bu yöndeki çağrıları arttırdı.
Muhalefet, seçim başarısının verdiği güven ve moralle bu çağrıları yaparken, sanki Erdoğan’ı hiç tanımıyormuş gibi davrandı. Oysa Erdoğan, bugüne dek aldığı her yenilgiden sonra saldırganlığını daha da arttırmış, yerini daha fazla pekiştirmişti. Bunu Gezi direnişinde, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarında, 15 Temmuz darbe girişiminde vb. hep gördük…
Elbette mesele muhalefetin bu durumu bilmemesi değildi; önemli olan kitlelerde böyle bir beklenti yaratmak ve onları rehavete sürüklemekti. Önümüzdeki günlerin eskisinden çok daha zor olacağı belliyken, “her şey çok güzel olacak” iyimserliği ile kitleleri sandığa çektiler. Yaşanan sorunların seçimle düzeleceği yanılsamasını yaydılar. Seçim sonuçlarına göre AKP ve Erdoğan’ın da değişeceği beklentisi yarattılar.
Tabi ki öyle olmadı. Seçim sonrası yayılan iyimser hava da birkaç hafta içinde dağılmaya başladı. Çünkü Erdoğan, en iyi bildiği şeyi yapmaya, işçi ve emekçilere, Kürt halkına saldırmaya devam etti.
Bir yandan bitmeyen “sınır ötesi operasyon”lara yenileri eklendi; diğer yandan Suriye sınırına “güvenli bölge” planlarıyla savaş çığırtkanlığı arttı. Ve Diyarbakır, Mardin, Van’da HDP’li belediye başkanlarını görevden alarak, “kayyumlar” dönemini sürdüreceklerini ilan etti.
* * *
Eski bir Bedevi hikayesidir. Bir bedevi şeyhinin bir tavuğu çalınır; şeyh oğullarını toplar “tavuğu çalanı bulun” der. Oğullar, bir tavuğun çalınmasını önemsemez ve peşine düşmezler. Ardından koyunları çalınır; şeyh yine oğullarını toplar “tavuğu çalanı bulun” der. “Koyunlarımız çalınmış, babamız hala tavuğun derdinde” diyerek gülüp geçerler. Sonra inekleri çalınır; baba yine “tavuğu çalanı bulun” der. Ve en sonu kızları kaçırılır. Hırsızlar için yol açılmış, düşmana cesaret verilmiştir çünkü. Baba, “şimdi neden ‘tavuğu çalanı bulun’ ısrarımı anladınız mı” der.
Kayyumlar meselesi de bu hikayeye benziyor. AKP’nin ilk seçim darbesi 7 Haziran 2014’de olmuştu. Tek başına hükümet kuramadığı için CHP’yi “istikşafi görüşmelerle”, HDP’yi “seçim hükümeti”ne bakan yaparak oyaladılar ve 5 ay sonra “yeniden seçim”i dayattılar. Her iki muhalefet partisi de bunu kabul etti. “Yapılan halkın iradesine darbedir” diyerek karşı çıkmadıkları gibi, seçimlere daha kitlesel katılımı sağlamaya çalıştılar. “Bu dayatmayı kabul etmeyelim, seçimleri boykot edelim” diyenlere kulak tıkadılar. Sonuç; muhalefetin oyları düştü, AKP daha yüksek oyla yine tek başına hükümet oldu!
İlk kayyum ataması, 15 Temmuz darbesinden sonra OHAL kapsamında yapıldı. O dönem ciddi bir karşı duruş gerçekleşmedi. Bunun üzerine neredeyse tüm Kürt illerine kayyum atandı. 31 Mart seçimlerinden sonra, HDP’nin kazandığı 8 belediye başkanı KHK’lı denilerek görevden alındı, buna yönelik de ciddi bir mücadele ortaya konmadı. Ardından İstanbul’u CHP adayının kazanması üzerine, seçim tekrarı kararını aldılar. Buna da boyun eğildi. “Bu kararı tanımayalım, sandığa gitmeyelim” diyenleri, “AKP’ye çalışmak”la suçladılar. “Daha fazla oyla kazanacağız” diyerek, sandığa gitmeyenleri de bu döngünün içine çekmeye çalıştılar.
Bu kez fazla oyla kazandılar da! Ama öylesine alttan alan, sürekli uzlaşmaya çalışan bir politik hatta sahiptiler ki, ne Erdoğan’ın saldırganlığını durdurabildiler, ne de yeni sandık darbelerini… Bu yaklaşımla başka türlü olması da beklenemezdi.
Şimdi Gezi Direnişi sonrası ilk genel seçim olan 7 Haziran 2014’e dönüp; “o seçimleri boykot etseydiniz, bunların hiçbiri başımıza gelmezdi” demek, pratik bir değer taşımayabilir; fakat doğruluğu yaşam tarafından kanıtlanmış bir tesbit olduğu gerçeğini değiştirmez.
Hatalardan ders alınmaz ve zamanında gerekli tavırlar koyulmaz ise, daha büyük kayıpların zeminini kendi elimizle hazırlamış oluruz. Bugün yaşadığımız da budur.
* * *
Hiç kimse AKP’nin sadece sandık sonuçlarıyla yenileceğini düşünmesin! Onun yenilgisi, işçi-emekçi mücadelesiyle olacaktır. Bunun başını da işçi sınıfı çekmelidir.
Son kamu TİS’leri, bu hükümetin işçi ve emekçilere nasıl bir yaşamı reva gördüğünü bir kez daha ortaya koydu. Resmi rakamlarla bile enflasyon yüzde 20’lerde iken, ücretlerde yüzde 8’lik bir artışla görüşmeleri bitirdiler. Tabii “uzasa iş karışacaktı, en azından böyle kapattım” diyen bir sendika başkanı olunca, “al takke-ver külah”, işi bağlamaları zor olmadı.
İşçi ve emekçiler, sadece hükümete karşı değil, kendilerini sürekli satan bu sendika ağalarına karşı da mücadeleyi yükseltmedikleri durumda, çığ gibi büyüyen işsizlik ve açlık girdabından kurtulamayacaklar. Dahası, kıdem dahil yeni hak gasplarıyla karşı karşıya kalacaklar.
Kısacası, ekonomik, siyasi, sosyal, her yönden işçi ve emekçiler, ezilen ulus ve topluluklar saldırı altındadır. Hatta ormanıyla, hayvanıyla tüm doğa saldırı altındadır.
Bugün Kaz Dağları’nı kurtarma mücadelesiyle kamu işçi ve emekçilerinin TİS süreci, kayyuma karşı direnişle insanca yaşayabilecek bir ücret talebi, iç içe girmiş durumdadır. Ezilen, sömürülen tüm kesimler ilk önce bu gerici-faşist yönetimi alaşağı etmek için güçlerini birleştirmek zorundadır.
Muhalefet partilerine bel bağlayarak değil, kendi gücümüze güvenerek ve kendi örgütlülüğümüzü yaratarak, haklarımız için dövüşmeliyiz! Ancak o zaman, gerçek anlamda kazanan biz olacağız!