Yeni dönemde işçi-emekçi hareketi-II

Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nden bir bölümü, güncel ve tarihsel öneminden dolayı yayınlıyoruz.

 

II- İŞÇİ ve EMEKÇİLERİN MÜCADELESİ

Yukarıda özetlediğimiz tablo, AKP döneminde başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kesimlerin birçok hak gaspına uğradığını, yaşam ve çalışma koşullarının ise eskisinden daha kötü bir duruma geldiğini ortaya koyuyor.

Elbette bu duruma tepkisiz kalınmadı. Hatta diyebiliriz ki, ülke tarihinin en kitlesel ve yaygın direnişleri bu dönemde gerçekleşti. Birçok “ilk” bu dönemde yaşandı. En başta Türkiye tarihinin en büyük halk ayaklanmasını başlatan Gezi Direnişi vardır. Milyonlarca kişi sokaklara çıkıp polisle çatıştı, hükümete ve Erdoğan’a dönük öfkesini ortaya döktü. Bugüne kadar hiçbir hükümet ve başbakan, böylesine büyük kitleler tarafından ve bu kadar ağır sözlerle kınanmamış, “istifa” talebi böylesine güçlü haykırılmamıştı. Keza ülke genelinde ilk kez bir işkolunu kapsayan fiili grevler gerçekleşti ve bunlar fabrika işgalleriyle birlikte yapıldı. Ayrıca sadece patronlara ve hükümete karşı değil, sendika ağalarına da bayrak açıldı.

Sonuçta AKP’nin attığı hemen her adım, çeşitli direnişlerle karşılandı. Doğa katliamından hak gasplarına kadar her saldırısı, bir direnişin ateşini fitilledi. Bu bazen kitlesel ve yaygın bir hal aldı, bazense yerel ve sınırlı kaldı. Ama mutlaka bir direnişe vesile oldu.

Bunların önemli bir kısmının yenilgiyle sonuçlanması, ortaya konulan direnişlerin önemini ortadan kaldırmıyor. Her biri, bir sonrakinin esin kaynağıdır; suya düşen bir damla misali, etrafında daireler oluşmasını sağlamıştır. Siyasete en uzak kesimler bile, son halkadan da olsa bunun bir parçası haline geldiler. AKP’nin 17 yıllık döneminde, şu ya da bu nedenle mücadelenin içine çekilmeyen insan yok gibidir. Bir avuç burjuva ve tutucu AKP’li dışında, hemen herkes direnişin bir yerinde kendini buldu. Çünkü AKP’nin saldırılarından hemen herkes nasibini aldı.

Bu kadar kitlesel ve yaygın direnişlerle karşılanmasına rağmen AKP’nin ömrünün böylesine uzun sürmesinde en büyük faktör, elbette muhalefetin güçsüzlüğüdür. Kitleler sendikal anlamda bile örgütlülükten yoksundur. Bu örgütsüzlük ortamında burjuva muhalefet de, reformizm de egemen sınıfların istediği kalıba kolayca girdiler ve kitleleri aldatabildiler. Örgütsüz kitlelere bu durumdan kurtulmanın tek yolu olarak seçim sandığı gösterildi; onunla da istedikleri gibi oynadılar. AKP dönemi kadar seçimlere sık başvurulan bir dönem olmamıştır. Keza seçimlere katılımın bu kadar arttığı, buna karşın seçim hilelerinin ayyuka çıktığı ve seçimlerin anlamsızlaştığı bir dönem de yoktur.

Bu konuya daha sonra etraflıca yeniden döneceğiz. İşçi ve emekçilerin AKP hükümetlerinin saldırıları karşısındaki direnci, düzen muhalefeti tarafından sandığa havale edilerek kırılmaya çalışıldıysa da, onları da aşan bir muhtevaya bürünüp hükümeti sarstığı örnekler de oldu.

Esasında AKP’nin işbaşına geldiği ilk yıllardan itibaren direnişsiz bir dönemin geçmediğini söyleyebiliriz. Biz burada öne çıkan belli başlı direnişler üzerinde duracağız. Bunlarda ileriye taşınması gereken yönlerin yanı sıra eksikliklerin altını çizeceğiz. Toplamda hepsini kesen yönler üzerinde durarak, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kesimlerin direnişlerindeki zaafları ve olumlulukları gözler önüne sermeye, bundan sonraki direnişler için sonuçlar çıkarmaya ve buradan kendimize görevler belirlemeye çalışacağız.

 

Özelleştirmeye karşı direnişler

‘80’li yıllarda başlayan özelleştirme furyası, 2000’li yıllarda zirveye ulaştı. Buna uygun hükümetler işbaşına getirildi ve onlar aracılığıyla kamuya ait işletmeler emperyalist tekellere peşkeş çekildi.

Türkiye’de AKP’nin işbaşına gelmesinde bunun önemli bir payı vardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi AKP’li yıllar neredeyse tüm devlet-kamu işletmelerinin özelleştirildiği bir dönemdir. Elbette bu büyük saldırı kolay gerçekleşmedi. Hemen her özelleştirilen kurumda direnişler patladı. En büyük işçi direnişlerinin özelleştirmeye karşı yapıldığını söyleyebiliriz. Yanı sıra taşeronlaşmaya, düşük ücretlere, işçi kıyımına, özellikle de sendikalı oldukları için işten atılmaya karşı birçok direniş yaşandı, yaşanıyor… Fakat bunların içinde özelleştirmeye karşı mücadele, yaygınlığı ve büyüklüğü ile ilk sırada yer aldı.

Kronolojik olarak baktığımızda; ilk başa SEKA direnişini yazmak gerekiyor. SEKA, o güne dek özelleştirme karşıtı işçi direnişleri içinde en etkilisi oldu.

2004 yılında IMF’nin özelleştirme planı doğrultusunda, bir “özelleştirme programı” açıklandı. Bunun başlangıç vuruşu, SEKA olacaktı. SEKA kapatılacak, makineleri satılacak, arsası Büyükşehir Belediyesi’ne devredilecekti. 734 işçi ise, kapı dışarı edilecekti.

İzmit’ te bulunan SEKA Kağıt Fabrikası’nın kapatılması, ilk olarak 1998 yılında gündeme gelmişti. Bu girişim, SEKA işçilerinin direnişine çarpmış ve geri püskürtülmüştü. Böyle bir deneyimin üzerinden işçiler, direnişi hemen başlattılar. İmza kampanyasından, gösteri ve mitinglere kadar çeşitli eylemler gerçekleştirdiler. Özelleştirme günü geldiğinde ise, kendilerini makinelere bağladılar. Onlar içeriden, destekçiler dışarıdan SEKA’yı bir direniş kalesine çevirdiler. Aynı gün mahkemeden özelleştirmeyi durdurma kararı çıktı. Bu, direnişin gücüyle elde edilen bir başarıydı; ama aynı zamanda işçilere umut vererek gevşetme ve direnişi kırma amacını taşıyordu. Buna karşın işçiler, “durdurma”nın yetmeyeceğini belirtip, tümden iptal edilmesini istediler ve eylemlerini fabrika işgaline dönüştürdüler.

İşgalin birinci ayında yaşanan polis saldırısı, onu daha da büyüttü. Ülke genelinde dayanışma eylemleri gerçekleşti. Bu şekilde bitiremeyeceğini anlayan devlet, sendikayı devreye soktu. Selüloz-İş sendikası, önce SEKA işçilerini destekçilerinden kopartıp yalnızlaştırdı, sonra da referandum oyununa başvurdu. Öncesinde hükümet de SEKA’nın kapatılmayıp belediyeye devredileceği, işçilerin belediye çalışanı olacağı ve taleplerinin karşılanacağı gibi vaatlerde bulunmuştu. Bu koşullar altında yapılan oylama ile direniş bitirildi.

Bu şekilde sonlanmasına karşın SEKA direnişi, başta özelleştirme tehlikesi ile karşı karşıya bulunan işçiler olmak üzere işçi ve emekçilere umut verdi ve bir kıvılcım çaktı. Zaten sonrasında da “SEKA kıvılcım TEKEL ateş olacak” sloganıyla Tekel’in ve diğer direnişlerin önünü açtı. Seydişehir Alüminyum işçileri, direnişi daha da ileri taşıyarak polisle çatıştı. TÜPRAŞ ve Telekom işçileri, kısa süreli işgaller gerçekleştirdi. ERDEMİR işçileri, defalarca sokaklara çıktı, yolları trafiğe kapattı, barikatlar kurdu. En büyük yangını ise TEKEL işçileri yaktı.

Tekel direnişi, önce özelleştirmeye karşı bir mücadeleydi. Tekel’in içki bölümü özelleştirildikten sonra, sıra sigara bölümüne gelmişti. Bu da farklı illerden yaklaşık 12 bin işçiyi ilgilendiriyordu. İlk olarak Adana, Malatya ve Bitlis’te direnişe geçtiler. Kitlesel mitingler gerçekleştirdiler. Bu direnişlerle özelleştirmeyi 2008 yılına kadar ertelemeyi başardılar.

En büyük direniş ise, özelleştirme sonrasında patlak verdi. Devlet, özelleştirmeyi kolaylaştırmak için, satışları işçisiz yapmaya yöneldi. 4-C adını verdikleri bir yasa ile, işçileri kamuya ait farklı işyerlerinde, sendikasız, geçici işçi statüsünde ve asgari ücretle çalıştırmaya yeltendi. Bu şekilde çalışmayı reddeden işçiler, 14 Aralık 2009’da Ankara’ya geldiler ve büyük Tekel direnişini başlattılar. AKP Genel Merkezi’nin önünde polis saldırısı ile karşılaştılar ve o soğuk kış gününde üzerlerine su sıkıldı. Oradan Türk-İş Genel Merkezi’ne gittiler, sonra da Sakarya Caddesi’nde çadır kurarak eylemlerini tam 78 gün sürdürdüler.

Bu süre içinde açlık grevi dahil pek çok eylem biçimine başvurdular. Tepkileri, sadece hükümete ve polise değil, haklarını aramayan işbirlikçi Türk-İş yönetimineydi. Türk-İş Genel Merkezi’ni işgal ettiler. Bu tepkiler üzerine sendikalar, bir günlük genel grev kararı aldı. Ama Tekel işçileri en büyük desteği, devrimci-demokrat kesimlerden gördü. Uzun yıllardan sonra ilk kez devrimcilerle işçilerin yakınlaşması gerçekleşti. Devletin ve sendikanın, “marjinaller” diyerek işçileri devrimcilerden uzaklaştırma çabaları, direnişin seyri içinde boşa düştü. İşçiler, kimin dost, kimin dost görünümlü düşman olduğunu, deneyimleriyle öğrenmeye başladı.

Biz, direnişin ilk günlerinden itibaren işçilerin yanındaydık. Yoldaşlarımız dönüşümlü olarak çadırlarda kaldılar, direnişin her aşamasında yol göstermeye çalıştılar. Legal merkezi yayın organımız başta olmak üzere bülten ve bildirilerimizle, afiş ve pankartlarımızla direnişi kitlelere duyurmaya, destek ve dayanışmayı arttırmaya ve zaferle bitmesini sağlamaya çalıştık. İşçi direnişleri içerisinde en sistemli çalışmayı Tekel’de ortaya koyduğumuzu söyleyebiliriz. Üstelik tam da o günlerde 5. Konferansımızı gerçekleştirmiştik. Ve konferansın ilk duyurusunu Tekel mitinginde yaptık. Tekel direnişinin bizler açısından böyle bir anlamı da vardır.

Direniş boyunca işçilerle ve aileleriyle yakın ilişkilerimiz oldu. Bazıları üzerinde politik bir etki de kurduk. Sonrasında bunun devamını getirememek, Tekel direnişinin derslerini bir kitapta toplayıp kalıcılaştıramamak, eksikliğimiz olarak kaydetmemiz gereken bir durumdur. Bu, hem kendi emeğimize hem de işçi sınıfına karşı sorumluluğumuzun bir gereğiydi. Geleceği kazanmak, bu tür eksiklikleri aşmamızla mümkün olacaktır.

Tekel direnişi, ’89 bahar eylemlerinden sonra işçi sınıfının gerçekleştirdiği en büyük işçi direnişidir. Sendikayı zorlayan, yer yer aşan eylemleriyle, halkın geniş kesimlerinden aldığı destekle, komünist ve devrimcilere açık yapısıyla, Ankara’nın göbeğinde her tür zorluğu yenerek, aylarca kesintisiz süren bir direniş odağı olmasıyla, işçi sınıfı tarihine altın harflerle yazılan bir sayfa daha eklemiştir.

Ne var ki direniş, devlete bazı geri adımlar attırmış olmakla birlikte, sendikanın ayak oyunlarına yenik düştü. İşbirlikçi sendikacılar ve onlarla aynı çizgide buluşan reformist partiler, direnişi sonlandırmak için ellerinden geleni yaptılar ve sonunda başardılar. Tekel’in de en büyük eksikliği, (SEKA’da olduğu gibi) taban örgütlerini kurmayarak sendika yönetimine bu fırsatı doğurmuş olmasıdır. Diğer yandan özelleştirme saldırısının arkasında IMF’nin, yani emperyalizmin olduğu ve politik bir mücadelenin gerektiği yeterince kavranmamıştır. İşbirlikçi sendikalar ve reformist partiler bunun önündeki en büyük engeldi. Bunlar aşılmadan da özelleştirmeye karşı mücadelenin zaferle sonuçlanması mümkün değildi.

Özelleştirme karşıtı eylemler, Tekel sonrasında da devam etti. Son olarak şeker fabrikalarının kapatılmasına karşı birçok yerde direnişler gerçekleşti. SEKA ve Tekel kadar güçlü olmasa da önemli bir kitle desteğini arkasına aldı. Fakat bu direnişlerin hiçbiri özelleştirme saldırısını durduramadı. En fazla geciktirdi veya kısmi kazanımlarla zamana yaymayı başardı.

Madenlerin özelleştirilmesinde de benzer bir durum yaşandı. Devlete ait olan madenler, önce rödovans (kiralama) sözleşmeleriyle özel şirketlere devredilirken, maden kanununda yapılan bir değişiklikle tamamen özelleştirilmesinin kapısı açıldı. Zonguldak başta olmak üzere maden işçilerinin direnişiyle Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun (TTK) özelleştirilmesi “torba yasa”dan çıkarılsa da, madenlerin özelleştirmesi yasalaştı.

Sonuç olarak, gelen tepkiler üzerine kimi manevralarla direnişler kırılıyor, ardından farklı bir yola başvurularak özelleştirme gerçekleşiyor. AKP hükümetinin bugüne dek izlediği yol bu oldu. Zaten özelleştirme gibi doğrudan emperyalizmin yönettiği bir saldırıyı durdurabilmek, topyekun ve radikal bir mücadeleyi gerektiriyor. Bugüne kadar yaşanan özelleştirme karşıtı direnişlerin başarısızlığının nedeni budur.

Oysa özelleştirme, sadece işçi sınıfını değil, küçük üreticiden esnafa kadar tüm halkı etkiliyor. Bu yönüyle birleşik mücadelenin zemini son derece güçlü olmasına rağmen gerçekleşemiyor. Deneyimler de gösteriyor ki, işbirlikçi-uzlaşmacı sendikalar aşılmadan, taban örgütleri ile işçi sınıfı kendi kaderini eline almadan, başta öncü işçiler olmak üzere sınıfın önemli bir kısmı sınıf bilinciyle donanıp devrimci tarzda bir mücadeleyi yükseltmeden, sadece özelleştirme karşıtı değil hemen bütün direnişler yenilmeye mahkumdur.

 

İşbirlikçi sendikalara büyüyen

öfke ve direnişler

AKP döneminde işçi ve emekçilere dönük hak gaspları ve her tür saldırı, esas olarak sarı sendikalar sayesinde başarıya ulaştı. Bu sendikalar, göstermelik birkaç açıklama dışında ciddi bir direniş göstermediler. Dahası, işçilerden gelen tepkileri de bastırmak için ellerinden geleni yaptılar. İşçiler, varolan sendikaları aşmadan, ona karşı mücadeleyi yükseltmeden haklarını alamayacağını gördü. Son yılların en büyük işçi direnişleri de bu şekilde gerçekleşti.

Örneğin Greif işçileri, 2014 yılındaki TİS’lerde başta taşeronun kaldırılması olmak üzere temel taleplerinin karşılanmasını istiyordu. Fakat yanında sendikasını bulamadı. Oysa yakın bir zamanda, kendilerine sahip çıkmayan Öz İplik-iş’ten ayrılıp DİSK Tekstil sendikasına bu yüzden geçmişlerdi. Ama Tekstil-iş de TİS masasında haklarını savunmamıştı. Bunun üzerine işçiler önceden oluşturdukları komiteleri aracılığıyla direniş kararı aldı ve fiili grevle birlikte fabrika işgalini gerçekleştirdi. Bu süre içinde eylemin karşısında yer alan sendikayı da çeşitli biçimlerde protesto ettiler. Patron-devlet-sarı sendika kıskacı altında yaklaşık iki ay süren direniş, polisin vahşi saldırısıyla kırıldı.

Benzer bir durum Yatağan termik santrali işçilerinin yılları bulan özelleştirmeye karşı mücadelesinde yaşandı. Muğla- Yatağan’da termik santralde çalışan işçiler, birçok eylem biçimini yaşama geçirdi. Polis engeline rağmen Ankara’ya yürüdü. Ankara’da polis bir kez daha saldırınca, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) önünde çadır kurarak direnişlerini sürdürdüler. Ayrıca kendilerini yalnız bırakan Türk-İş Genel Merkezi’ni bastılar. Eylül 2014’te özelleştirme kesinleşince, bu kez santralin önüne iş makineleriyle barikat oluşturdular, satın alan şirketi içeri sokmadılar. İşçilere kazanılmış tüm hakların verileceği ve hiçbirinin işten atılmayacağı sözü verildikten sonra direniş bitirildi.

Mayıs 2014 tarihinde, Manisa-Soma’da 300’den fazla işçinin ölümüyle sonuçlanan, en büyük madenci katliamı yaşandı. Bu olay, madende özelleştirmenin, işbirlikçi sendikacılığın, devletin işçi düşmanlığının görülmesi bakımından da bir prototip oldu. Madenlerde rödovans sisteminin (kiralama) özelleştirmenin bir biçimi olduğu ve işçilerin ölesiye çalıştırılması pahasına azami karlar elde ettikleri ortaya çıktı mesela. İşçiler “yaşam odası” gibi zorunlu mekanlardan ve her tür iş güvenliğinden yoksun biçimde, düşük ücretlerle 18. yüzyıl koşullarında çalıştırılıyordu. Üstelik AKP’ye ve işbirlikçi Genel Maden-iş sendikasına üye olma zorunluluğu vardı; sendikanın temsilcilerini de işçiler seçemiyor, patron atıyordu. Kısacası taşlar bağlanmış köpekler salınmıştı.

Katliam sonrası öfkelerini ortaya koyan madenciler ve aileleri, suçluları koruyan, iş cinayetlerini normalleştiren, ölen işçilerin yakınlarını tekmeleyen, biber gazı ve copla saldıran devleti karşılarında buldular. Sonrasında göstermelik yargılamalarla patronlar ve saldırganlar aklandı; öfkeyi yatıştırmak için o günlerde işçilere verilen sözlerin hiçbiri tutulmadı. Öyle ki tazminatları dahil birçok haklarını alamadılar. Fakat Soma’da patronlarla devletin ve sendikanın işbirliği tüm çıplaklığı ile ortaya döküldü. Katliam sonrası işçilerin öfkesi, bu işbirlikçi sendikacılara yöneldi. Yaptıkları eylemlerle onları istifaya zorladılar. Ayrıca Maden-İş‘ten toplu istifalar gerçekleşti, DİSK’e bağlı Dev Maden-İş sendikasına üye olanların sayısı arttı.

Elbette mesele, o sendikadan bu sendikaya geçmekle çözülmüyor. İşçiler bunu, Greif’te, Soma’da, sonrasında metal işkolunda somut olarak gördüler. Fakat ilk tepki olarak işbirlikçi sendikacıların üzerine yürümeleri, onları istifaya zorlamaları ve o sendikaları terketmeleri, yerinde-doğru bir yönelimdir. Direnişlerin büyümesi de ancak bu şekilde gerçekleşmiştir.

Bunların içinde 2015 Mayıs’ında patlak veren “metal fırtınası”nın ayrı bir yeri var. Bursa’daki otomobil fabrikalarında başlayıp ülkenin dört bir yanına yayılan metal direnişi, esas olarak faşist-gangster sendikacılığın simgesi durumundaki Türk Metal’e karşı gelişti. Direnişin kıvılcımı, bu sendikadan istifa etmek isteyen işçilerin Türk-Metal çeteleri tarafından dövülmesiyle yakıldı. Daha önce de benzer örnekleri yaşayan işçiler, bunu durdurmanın tek yolunun toplu direnişten geçtiğini anladılar ve direnişi başlattılar. Sendikanın sırtını patronlara dayadığını bildikleri için de, sendikadan toplu istifalarla fabrika işgalini ve fiili grevi birarada gerçekleştirdiler.

Direnişin patronlardan önce sendikaya yönelmiş olması, işçi sınıfı tarihinde belki de ilk kez rastlanan bir olaydır, fakat şaşırtıcı değildir. Çünkü işçilerin yaşadıkları yoğun sömürü ve baskıda, sendikanın belirleyici bir rolü vardır. Patronların Türk-Metal’i dayatması ve işçilerin tüm tepkilerine rağmen ondan vazgeçmemesi boşuna değildir. Öyle ki, direnişteki işçilerin tüm taleplerini kabul eden patronlar, protokolde Türk-Metal’in bulunmasını tek şart koştular. Fakat işçiler bunu kesin olarak reddetti, kendi seçtikleri temsilciler ile masaya oturmayı başardı.

Metal direnişi, sadece işbirlikçi faşist sendikaya değil, 12 Eylül cuntasının sendikalar yasasına da başkaldırıydı. Belli başlı fabrikalarda Türk-Metal’i sildiği gibi, kendi temsilcilerinin tanınmasını sağlaması ve anlaşmayı onlar aracılığıyla gerçekleştirmesiyle, varolan sendikalar yasasını geçersiz kıldı. Aynı durum, TİS ve grev yasaları için de geçerlidir. Grev yasağını fiili grevle delmiş, 3 yıllık TİS’i, 6 ayda geçersiz kılıp yeni TİS imzalatmıştır. Böylece yasaların sokakta yapıldığını bir kez daha göstermiştir.

Metal direnişinin bunları başarabilmesindeki esas faktör, direnişe geçmeden önce taban örgütlerini kurmuş olmalarıdır. En küçük üretim birimlerinden yukarı doğru “işçi komiteleri”ni kurmuş ve tüm kararlar bu komiteler tarafından alınmıştır. Her işçinin katıldığı seçimle oluşan komiteler, temsilcileri aracılığıyla üst birimlere bağlanmış, böylece hiyerarşik, şeffaf, demokratik bir örgütlenme ağı yaratılmıştır. Ve bu sayede direniş boyunca devletin, patronların, sendikanın her tür saldırısı, parçalama girişimi bertaraf edilmiş, sınıf disiplini sağlanabilmiştir. Buna karşın işçiler, her fabrikada oluşturdukları iç örgütlenmeyi işkolu düzeyine çıkaramadılar. Dahası, direnen fabrikaları koordine edecek merkezi bir örgütlülükten de yoksundular. Direnişin temel eksikliği bu oldu. Bu eksiklik, direnişin başlarken de biterken de birbirinden kopuk olmasına yol açmış ve onu zayıf düşürmüştür.

Elbette bir tek direnişle işçi sınıfının tüm eksikliğini giderebilmesi mümkün değildir. Kaldı ki işkolu düzeyinde bir örgütlülük yaratmak, merkezi devrimci sendikal bir örgütlülüğü, o da komünist-devrimci bir partiyi gerektirir. Bunun olmadığı-yaratılamadığı koşullarda, direnişlerin birbirinden kopuk olması, kazanımların sınırlı kalması ve bir yerde tıkanması kaçınılmazdır.

Metal direnişi, içinde bulunduğu koşullarda olabilecek en iyi biçimleri yaratmış, son yılların en başarılı direnişini ortaya koymuştur. Özellikle işbirlikçi faşist sendikayı dize getirmesi ve iç örgütlülüğünü yaratması bakımından, kendinden önceki direnişleri geride bırakan bir özelliğe sahiptir. Elbette başta Haziran ayaklanması olmak üzere, Seka’dan Tekel’e uzanan irili-ufaklı bir dizi işçi-emekçi hareketinin birikimleri sözkonusudur. Yeni direnişler de Metal’in dersleriyle donanmış olarak daha ileri noktalara ulaşacaktır. Bu yol açılmıştır artık. Nitekim Metal’in hemen ardından Petkim’de fiili grev başlamış, sonrasında 3. Havalimanı işçileri büyük bir direniş ortaya koymuştur.

Özcesi Metal direnişi, işçi sınıfı açısından bir dönüm noktasıdır. İşbirlikçi sendikaların vaazettiği “yasal sınırlar içinde kalarak” mücadele etmenin yetersizliğini, gerçek kazanımın “meşru mücadele” biçimleri ile olacağını net bir biçimde gözler önüne sermiştir. İşbirlikçi sendikacıların koltuklarını sarsmış, sınıf sendikacılığının nasıl olması gerektiğini tartıştırmıştır. İşçi sınıfının tek örgütünün sendika olmadığını, taban örgütlerine sahip olmadan kazanım elde edilemeyeceğini somut olarak göstermiştir.

 

İş cinayetlerine karşı

yükselen direnişler

AKP dönemi, iş cinayetlerinde de zirveyi oluşturuyor. Bu konuda Türkiye’nin sicili zaten bozuktu. Ancak AKP ile birlikte hızlanan özelleştirme-taşeronlaştırma furyası, iş cinayetlerinde de patlamanın yaşanmasına yol açtı. AKP işbaşına gelir gelmez 2003 yılında çıkartılan 4857 sayılı İş Kanunu ile esnek çalışmanın yasal zemini oluşturuldu. Ardından Sosyal Güvenlik Yasası’nda değişiklik yaptılar. “İşçinin güvenliği” yerine “işin güvenliği”, “emeğin korunması” yerine “işletmenin korunması” geçirildi.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) raporlarına göre, AKP döneminde iş cinayetlerinde yüzde 30 oranında artış sözkonusudur. Bunun en önemli nedeni, işçilerin esnek-kuralsız-güvencesiz çalıştırılmasıdır. Aynı zamanda uzun işgünü saatleri, fazla mesailerin zorunlu hale gelmesi gibi faktörler, iş cinayetlerinde patlama yaşanmasına yol açmıştır. Örneğin haftalık ortalama çalışma süresi, Avrupa ülkelerinde 35-40 saat iken, Türkiye’de 48 saattir. İş cinayetlerinin en fazla taşeron çalışan işçilerde görülmesi, bunlarla bağlantılıdır.

İşkolu düzeyinde bakıldığında, iş cinayetlerinde inşaat birinci sırayı alıyor. Onu maden, taşımacılık, tarım izliyor. Ki bu işkolları, taşeron çalışmanın en yaygın, sendikalaşmanın ise en düşük olduğu yerlerdir. İş cinayetlerinde ölen işçilerin yüzde 98’inin sendikasız olduğu saptanmıştır. Her yıl yaşanan iş cinayetlerinin dörtte biri, sendikalaşmanın yüzde 2.9 ile en düşük olduğu inşaat sektöründe gerçekleşmektedir.

Günde ortalama 5 işçi, iş cinayetlerinde yaşamını kaybediyor. Ne yazık ki, bunlar katliam boyutuna ulaştığında farkedilebiliyor ve tepki gösteriliyor. Yani haber olabilmek ve dikkat çekebilmek için onar onar katledilmeleri gerekiyor! Örneğin İstanbul-Esenyurt’ta, Marmara Park AVM’de 11 Mart 2012’de inşaat şantiyesinde 11 işçi yanarak hayatını kaybetti. İşçilerin yatakhane olarak kullandığı çadırların naylon olması ve soğuktan ısınamayan işçilerin ranzaların etrafına battaniye sermesinden dolayı, yangın daha hızlı yayılmış ve daha fazla işçinin ölümüne neden olmuştu. İşçiler barakalarda kalsaydı, ya da çadırlar “yangın geciktirici” özelliği bulunan brandalardan yapılsaydı, bu ölümler gerçekleşmeyecekti. Ama bu küçük önlemler bile, patronlar için birer “maliyet”ti ve azami kardan eksilme anlamına geliyordu!

Bir diğer önemli işçi katliamı, İstanbul-Mecidiyeköy’de Torunlar İnşaat’ta yaşandı. 6 Eylül 2014 tarihinde gerçekleşen bu olayda, 10 işçi 32. kattan düşen asansörün altında kalarak yaşamını yitirdi. Bir ay önce de aynı inşaatta bir işçi, yine asansör nedeniyle katledilmişti. Burada da patronlar, asansörü tamir etmek yerine, işçileri ya onlarca katı yürüyerek çıkmak, ya da bozuk asansöre binmekle karşı karşıya bırakmıştı. Ta ki, 10 işçi bu şekilde can verene dek…

İnşaatlardaki iş cinayetlerinde Torunlar ve Marmara Park’ın hemen akıllara gelmesinin bir nedeni, 10’dan fazla işçinin katledilmiş olmasıdır; diğer nedeni ise, bu katliamlara karşı tepkilerin eylemli bir hal alması, protestoların günlerce sürmesidir. Bu durum karşısında devletin tutumu, yeni iş cinayetlerini önlemek yerine protestoları bastırmak oldu. İlk refleksleri; cinayetlerin gerçekleştiği yerlere ambulans ve itfaiye göndermek değil, çevik kuvvet polislerini, tomaları yığarak işyerini-patronları korumaya almaktı. Onları asıl ilgilendiren, yükselen tepkiyi büyümeden bitirmekti; toplanan kitleye gaz bombalarıyla, coplarla saldırdılar; gözaltına altılar, tutukladılar.

İş cinayetlerinin, katliamların gerçekleştiği hemen her yerde aynı tablo ile karşılaşıldı. Ama 3. Havalimanı işçilerine yapılanlar hepsinin üstüne çıktı. Hem çalışma koşulları, hem de tepkileri bastırma biçimleri çok daha vahşiceydi.

3.Havalimanı’nda yaklaşık 30 bin işçi çalışıyordu. Bunların 15 bin kadarı inşaat bölgesinde kurulu kamp alanında yatılı kalıyordu. Bu işçilerin çalışma ve yaşam koşulları vahşi kapitalizm döneminden farksızdı. Tahtakurularının içinde yatıyorlardı mesela. Çoğunlukla aç kalıyorlardı. Çünkü yemekler hem kötü, hem yetersizdi. İşçi servisleri ise, ayrı bir sorun kaynağıydı. 400 kişiye bir servis verildiği bile oluyordu. Üstelik servis geciktiği için işçiler işe geç kaldığında, ücretlerinden kesiliyordu.

Böylesi sorunlar yumağı içinde çalışan işçilerin en önemli talebi, ne yemek ne servisti. Can güvenliği talebi hepsinin üzerindeydi çünkü. Direnişin başladığı 14 Eylül 2018 tarihine kadar geçen sürede toplam 400 işçi katledilmişti. Ama bunlar kayıtlara geçirilmiyor, hatta cesetleri kaybediliyordu. Direnişle açığa çıktığında da, ölen işçi sayısının 400 değil 27 olduğunu söylediler. Ama 27 cinayetin sorumluları hakkında tek bir açıklama yapılmadı. Zaten işçilerin talepleri arasında “şimdiye kadar yaşanan iş cinayetlerinin aydınlatılması” da vardı. Ölümün sıradanlaşmasına karşı direnişe geçmişlerdi.

Direniş başlar başlamaz polis ve jandarma ekipleri gaz bombaları ve TOMA’larla işçilere saldırdı. Sabaha karşı işçi barakaları özel harekatçılar tarafından basıldı. Aralarında sendika yöneticilerinin de bulunduğu 500’den fazla işçi, darp edilerek gözaltına alındı. Gözaltına alınmayan işçiler de işletmeci firma İGA’nın yoğun baskısı ile karşı karşıya kaldılar. İşyerinde bir “sorgu merkezi” kurarak, işçileri tehdit ve şantajla yıldırmaya ve direnişten vazgeçirmeye çalıştılar.

Direnişle birlikte ortaya çıkan gerçekler, patronlar hakkında bir suç duyurusu, savcılara hazır sunulan bir iddianame niteliğindeydi aslında. Ama kendi yasalarına bile aykırı davranan patronlarla ilgili tek bir dava açılmadı. İşçiler ise, sadece sorunlarını ifade ettikleri ve bunların çözülmesini istedikleri için, polis saldırısına uğradılar, gözaltına alındılar, tutuklandılar…

3.Havalimanı direnişinin diğerlerinden bir farkı da, üyeleri çok sınırlı olmakla birlikte, sendikaların işçilerin yanında yer almasıdır. Direniş kendiliğinden patlamıştı fakat sendikalar direnişin bir parçası oldular, işçilerin taleplerini daha geniş kesimlere duyurmaya, destek ve dayanışma ağını örmeye çalıştılar. İşçilerle birlikte direndiler, tutuklandılar. Bütün sendikacıların işbirlikçi olmadığını, işçilerin yanında yeralan devrimci-demokrat sendikacıların da bulunduğunu göstermiş oldular.

Direniş somut bir kazanım elde edilemeden bitti. Zaten daha ilk günden yapılan polis baskınlarıyla öndersiz bırakılmış, kalanlar üzerinde terör estirilmişti. Ama başta servis olmak üzere bazı konularda düzeltmeler yapıldı. Daha önemlisi, orada yaşananların geniş kesimler tarafından duyulması sağlandı. Destek ve dayanışma büyüdü. Bunun etkisiyle işçi ölümleri bir süreliğine durdu.

AKP döneminde sadece inşaatlarda değil, madenlerde de (Soma ve Ermenek başta olmak üzere) en ölümlü iş cinayetleri yaşandı. Çünkü AKP döneminde zenginleşen kesimlerin en fazla faaliyet gösterdikleri alanlar buralardı. Son 17 yılda maden ruhsatı verilen kişilerin neredeyse hepsinin, üst düzey bir AKP yöneticisi, ya da onların akrabası-arkadaşı olduğu görüldü. Örneğin Soma’da, Türkiye Kömür İşletmeleri’ne ait madenlerin Soma Holding’e verildiği, bu holdingin de AKP ile ilişkileri olduğu ortaya çıktı. Kirli ilişkiler üzerinden bir imparatorluk kuran Soma Holding’in İstanbul’un en zengin bölgelerinde plazalar, büyük iş ve alışveriş merkezleri, gökdelenleri bulunması, yani inşaat alanına da el atmış olmaları ve bunların AKP döneminde gerçekleşmesi tesadüf değildi. AKP’li yıllarda doğup büyüyen bir holding olarak AKP’ye olan borcunu, seçim dönemlerinde onun bir kuruluşu gibi çalışarak ödüyordu. Soma Holding patronları ve yöneticilerinin, işçileri tehdit ederek AKP’ye oy vermeye ve mitinglerine katılmaya zorladıkları, bizzat işçi aileleri tarafından ifade edildi. Keza mahkeme aşamasında madenin Soma Holding’e devir işlemlerinin de yasalara uygun olmadığı Sayıştay raporlarıyla açığa çıkacaktı.

Türkiye, kömür madenlerindeki ölüm oranları bakımından son yıllardaki artışla dünyada ilk sıraya çıkmıştır. Öyle ki, dünyadaki toplam maden işçilerinin yüzde 25’ini barındıran Çin’i bile geride bırakmıştır. Madenlerdeki özelleştirmeyle birlikte ölüm oranlarının artması, buralarda nasıl bir sömürü sistemi kurulduğunu ortaya sermektedir. Örneğin Soma’da 2005’te gerçekleşen özelleştirilme öncesinde, ton başına 120-130 dolara ulaştığı söylenen üretim maliyetleri, özelleştirme sonrasında 23 dolar düzeyine düşüyor. Ve Soma Holding patronu, bunu bir “başarı hikayesi” gibi anlatıyor. Keza katliam sonrası Erdoğan’ın, 1862 yılında İngiltere’de meydana gelen bir madenci katliamını örnek vermesi, madencilerin çalışma koşulları ve iş güvenliği bakımından, 19. yüzyıla döndüğünün itirafıydı.

Soma’da resmi rakamlarla 301 madenci can verdi. Gerçek rakamın ise daha fazla olduğu işçiler tarafından dile getirildi. Kayıtdışı çalışan Suriyeli göçmenlerin olduğu, onları arayıp-soran aileleri olmamasından dolayı öğrenilemediği söylendi. Madenden sağ kurtulan bir işçinin “bu yıl kömür yerine işçi eti yakacaksınız” sözü, çıkarılamayan cesetlerin olduğunu ortaya koyuyordu. Soma’da açığa çıkan gerçeklerden biri de, başta Suriyeliler olmak üzere göçmen işçilerin hem ucuz işgücü hem de kayıtdışı çalıştırılarak, patronlara daha fazla kar olanağı sağlandığı oldu. Sadece Soma’da değil, birçok iş cinayetinde göçmen işçiler de öldü. Ki aralarında Suriye’den gelen çocuklar başta olmak üzere yüzlerce çocuk da vardı.

Soma katliamı, aynı zamanda tarımın emperyalist tekellere peşkeş çekilmesinin sonuçlarını gözler önüne serdi. Çünkü Soma dahil Manisa’nın yoksul köylüleri, önceki yıllarda zeytinle, tütünle geçimini sağlarken, tütün ekimi sınırlandırılıp Tekel’in kapatılması ve zeytin ağaçlarının kesilip binaların dikilmesiyle işsiz kaldılar. Madenlerde insanlık dışı koşullarda çalışmak dışında bir seçenekleri kalmadı. Böylece sayıları milyonları bulan yoksul köylü ve küçük-üretici, proleter saflara itildi.

Bütün iş cinayetlerinde olduğu gibi Soma’da da yargılanan, asıl sorumlular değil, birkaç “günah keçisi” oldu. Dahası, bu katliama tepki gösterdiği için tutuklananlar, katliamdan sorumlu olanlardan fazlaydı. Soma Holding Başkanı Alp Gürkan ve asıl işveren konumundaki TKİ yöneticileri ya da madenleri denetlemekle görevli müfettişler asla yargılanmadılar mesela. Kitlelerin tepkisiyle yargılamak zorunda kaldıkları bazı mühendis ve memurlara da en fazla verdileri ceza, ölen her bir işçi için 6 günlük hapse denk düştü.

Soma’dan sonra 18 işçinin katledildiği Ermenek madenlerinde yaşananlar da farklı değildi. Hem katliamın nedenleri, hem de katliam sonrası uygulamaları-yargılamaları yönüyle… Kimi zaman belli miktarda mali yardımla, ölenlerin ailelerini kandırmaya çalıştılar. Kitlesel direniş ve öfke ne kadar büyükse, yardımın düzeyi de o oranda oldu. Ermenek’te “bir çift lastik ayakkabı”ydı mesela. Ölen madencinin babasının ayağındaki lastiğin bile yırtık olmasının utancını (devlete ait olan utancı) bastırmak için… Ölen işçi ailelerinin payına, en fazla böylesi kırıntılar düştü. Yiten canları için “adalet” aradıkları mahkemelerde saldırıya uğradılar, tehdit edildiler, yeni acılarla karşı karşıya bırakıldılar.

Devlet-patron-işbirlikçi sendika “şeytan üçgeni” varlığını korudukça, başka türlüsü de mümkün değildi. Bu kadar madencinin ölümüne rağmen, “Madenlerde Avrupa Birliği Mevzuatı”na (ATEX) uygun malzeme ve koruyucu sistem kullanma şartını, hükümet 2020 yılına kadar erteleme kararı aldı.

Daha fazla kâr üzerine kurulmuş bir sistemde, “işçi sağlığı ve güvenliği” için yapılması gerekenler, bir “maliyet” unsuru olarak görülmeye devam edecektir. Tam da bu nedenle kapitalist sisteme ve onun koruyucusu devlete karşı mücadele edilmeden, iş cinayetlerini durdurabilmek mümkün değildir.

 

Dönemin öne çıkan sorunları

ve mücadele biçimleri

Yukarıda son 10 yıla damgasını vuran işçi direnişlerini kısaca özetledik. Bunların yanı sıra pek çok eylem ve direniş de yaşandı. Şişe Cam, Türk Hava Yolları, Kazova, Cargill, Bedaş, Flormar vb. ayları-yılları bulan kararlı direnişler sergilediler.

Bu direnişler asıl olarak taşeron sistemine, özelleştirmeye, uzun saatler düşük ücretle çalışmaya, kimi yerde ücretlerin aylarca verilmemesine, iş cinayetlerine, işçi kıyımlarına karşı gerçekleşti. İşçi kıyımları da ağırlıklı olarak sendikalı olmak isteyen işçilere uygulanınca, esasında sendikalı olma mücadelesinin bir parçası haline geldi.

Novamed, Flormar, Divan gibi kadın işçilerin yoğunlukta olduğu direnişlerde, sendikalı olma mücadelesinin öne çıktığını gördük. Bu direnişlerde kadın işçiler, üzerlerindeki ek baskıları, “eşit işe eşit ücret” taleplerini de dile getirdiler, fakat örgütlü mücadeleyi kendi özel sorunlarından daha fazla önemsediklerini eylemleriyle ortaya koydular. Onlar işçi sınıfının bir parçası olduklarını ve ancak örgütlü-birleşik bir güçle haklarını alabileceklerini sınıfsal sezgileriyle kavramışlardı.

Sözkonusu direnişlerde kazanımla bitenlerin oranı yüksektir. Elbette bu kazanımlar görecelidir. Örneğin sendikalı olarak işe dönmek için direnişe geçen pek çok yerde, diğer haklarını almakla birlikte işsiz kaldılar. Çoğu kez işbirlikçi-uzlaşmacı sendikalar, işçilere rağmen patronla anlaştı ve direnişleri sınırlı kazanımla bitti. İşe dönmek dışında her tür talebin karşılandığı durumlarda bile, işçilerin direnişi bitirmek istemedikleri görüldü. Örneğin Flormar işçilerinin örgütlü olduğu Petrol-İş sendikası, ücretler bakımından son yılların en iyi anlaşmasını yaptığı halde, Flormar işçisinin sendikaları olarak işe geri dönme talebi karşılanmadığı için, işçiler bu haberi sevinerek değil ağlayarak karşıladı. İşçi sınıfının özellikle de direniş dönemlerinde taban örgütlerini kurmasının ve bu örgütlerin dışında alınan hiçbir kararı tanımamasının ne denli elzem olduğu, hemen her direnişte bir kez daha görüldü.

Son yıllardaki direnişlerde mücadele biçimi olarak, fabrika önünde çadır kurmak ve dönüşümlü bir şekilde her gün çadıra gelerek direnişi sürdürmek en yaygın olanıdır. Bu biçimin, bir yandan desteğe gelenleri karşılayacak bir mekan, bir yandan da bulundukları işyerinde çalışanlara-yöneticilere seslerini duyurmak bakımından tercih edildiği söylenebilir. Yani  çadırlar, hem direnişin karargahı hem de toplanma merkezi olmaktadır. Daha çok işten atılanların kullanmak zorunda kaldıkları direniş çadırları, varlıklarından rahatsız olan patronların-yöneticilerin isteğiyle çoğu kez polis saldırısına uğramıştır. Ya da direnişçilerin astıkları pankartlar, ses cihazları vb. sorun edilerek olabildiğince yalıtılmaya çalışılmıştır. Buna rağmen büyük bir kararlılıkla bu direnişleri aylarca-yıllarca sürdürenler oldu.

Fakat çadır direnişleri, diğer eylem biçimleriyle beslenmedikçe etkili değildir. Bunu farkeden işçiler de, çadır direnişlerinin yanı sıra çeşitli yerlerde gösteriler, hatta işgaller yapmıştır. Direnişin kazanımla sonuçlanması da, ancak bu şekilde sağlanabilmiştir.

Çadır direnişlerinin bir parçası olan ve bir dönem öne çıkan “tek başına direniş”lerin ise, son yıllarda giderek azaldığını görüyoruz. Tek başına direnmenin zorlukları ve kazanabilme ihtimali, elbette grupsal ya da kitlesel direnişlere göre çok daha güçtür. Bu direnişler çok uzun sürmekte ve çoğu kez kazanımsız bitmektedir. Kazanan ender örneklerin arkasında, ya sendika ya da bir örgüt bulunmaktadır. Onların güçlü desteği, kitlelere duyurma, harekete geçirme çabası ile bu örnekler yaratılabilmiştir. Bunlardan yoksunluk veya zayıflık, “tek başına direnişler”i etkisiz kılmaktadır. Bunu bilen patronlar da işçileri toplu olarak değil, tek tek işten atmakta, bu sayede işçi kıyımına karşı gelişecek büyük direnişlerin önüne geçmektedir.

Elbette işçi sınıfının en etkili mücadele biçimi, grevdir. Çünkü grevle doğrudan üretimi durdurma olanağına sahiptir. Fakat son yıllarda giderek artan “grev ertelemeleri” (gerçekte yasaklamaları) işçi sınıfının bu silahı daha az kullanmasına yol açtı. Diğer yandan grev yasasında yapılan değişikliklerle “grev kırıcılığı” adeta yasalaştı, dolayısıyla grevin etki gücü zayıflatıldı. Buna bir de bürokrat sendikacıların “işçiler greve hazır değil”, “grev son başvurulacak biçimdir”, hatta “işçiler grevi istemiyor” gibi yalan ve demagojilerini eklemek gerekir. Bütün bu engellere rağmen işçi sınıfı, grev silahını kullanmaya devam etti. Ve gücü oranında “grev kırıcıları”na geçit vermemeyi, grevi daha etkili hale getirmeyi başardı.

Patronların ve devletin grevleri yasaklamasına ya da etkisizleştirme girişimlerine karşı, işçi sınıfının geliştirmek zorunda kaldığı yeni biçim, “fiili grev”dir. Fiili grevler, son yıllarda temel mücadele biçimi halini almıştır. Çünkü işçi sınıfı gaspedilen grev hakkını yeniden kazanmak zorundadır ve bunun şiarı da “grev, grev yaparak kazanılır”dır. Metal işkolunda görüldüğü gibi “fiili grev”ler, fabrika işgaliyle birlikte yapılmakta ve daha etkili olmaktadır. Esasında fiili grevi başka türlü yaşama geçirme şansı da yoktur. Onun için son yıllardaki işçi eylemlerinde işgaller giderek artmaktadır. Fiili grevler ve işgaller, sadece patronlara ve devlete karşı değil, çoğu kez sendikaya karşı da yapıldığı için, tabanda örgütlülüğü ve daha zorlu bir mücadeleyi gerektirmektedir. Karşısına patron-devlet-işbirlikçi sendikayı, yani devasa bir gücü alıp da başarılı olabilmek, ancak onlar kadar örgütlü, birleşik ve kararlı olmakla mümkündür. Onun içindir ki, son direnişler içinde bunu başarabilen örneklerin sayısı çok azdır.

Fiili grev, işgal gibi radikal biçimlerin yanı sıra, belli saatlerde iş durdurma, fabrika çıkışında yürüme, yemek boykotu, işyeri ya da patrona ait bir mekan önünde basın açıklaması gibi, “uyarı” ya da “protesto” niteliğindeki eylem biçimleri de halen sık başvurulan biçimler arasındadır. Ancak bunlar, genellikle işbirlikçi sendikaların işçilerden gelen talepleri bastırmak için, gözboyama niteliğinde yaptıkları eylemler olmaktadır. İşçi sınıfının son yıllarda yaşadığı sorunlar öylesine can alıcı boyutlara ulaşmıştır ki, görece refah dönemlerinin eylem biçimleriyle kriz döneminin sorunlarını aşabilmek mümkün değildir. Bunu farkeden işçiler de giderek daha radikal eylem biçimlerine başvurmak zorunda kalmaktadırlar.

“Ölümüne direniş” diyeceğimiz yeni biçim bunlardan biridir. Bu kimi zaman bir işyerinde yüksek bir yere çıkmak, ya da  benzin bidonuyla merkezi bir yerde veya muhatap olduğu kurumun önünde kendini yakmak şeklinde “bireysel” biçimler almakta; kimi zaman ise, kitlesel olarak ölümüne direnişler sergilenmektedir. Zaten intihar gibi bireysel bir girişim, örgütsüzlüğün-çaresizliğin tezahürüdür ve sonuç almaktan ziyade protesto niteliği taşımaktadır. Kitlesel direnişlerde ise -ki bu ölümüne bile olsa- daha örgütlü-birleşik bir duruş sergilenmekte ve kazanma şansı artmaktadır.

Bunun örneğini geçtiğimiz yıl Zonguldak-Kilimli’de maden işçileri ortaya koydular. Madencilerin ne kadar zor koşullarda çalıştığı, en son Soma katliamında görülmüştü. Buna bir de aylarca ücretlerin ödenmemesi eklenince, ölümüne direnişin yolu açıldı. Madenin içinde çok kötü koşullar altında önce açlık grevi yaptılar, ardından kendilerini madene kapattılar ve kendi iradeleri dışında madenden çıkışı tümüyle engellediler. Böylece dışarından gelebilecek herhangi bir müdahaleye olanak tanımadılar. “Ya taleplerimiz kabul edilir ya da burada ölürüz” dediler. 20 işçi, tam 11 gün bu koşullarda madende kaldı. Taleplerinin kabul edilmesinin ardından madenden çıkarak eylemlerini sonlandırdılar. Onları Ermenek maden işçileri izledi. Ermenek maden işçileri de 4 aylık ücretlerini alamamışlardı. Gerçek anlamda açlığa ve ölüme terkedilen bu işçiler, direnişlerini de ölüm sınırına dayadılar. Çünkü başka türlü haklarını alamıyorlardı. Karşılarına dikilen devasa güçlere karşı, tek silahları canlarıydı ve artık direniş meydanına canlarını sürüyorlardı.

Bu ölümüne direniş, Türkiye işçi sınıfının mücadelesine yeni bir biçim daha eklemiştir. Kendisini fabrikaya hapseden, kapıları kaynaklayarak işgal eylemi yapan işçiler daha önce de olmuştu. Ancak madenlerde ilk kez yapılıyordu ve buralarda ölüm riski çok fazlaydı. Üstelik bu ölümü göze alış, siyasi ya da büyük bir ekonomik talep için değil, sadece birikmiş ücretlerini alabilmek ve çalışmaya devam edebilmek içindir.

Vahşi kapitalizm döneminde Lyon işçilerinin sloganı olan, “ya çalışarak yaşamak, ya da savaşarak ölmek”, artık Türkiye işçi sınıfının da sloganı haline gelmiştir. Şöyle de söyleyebiliriz; devrimci tutsaklar gibi işçilerin de insanca-onurlu bir yaşam için ölümü göze almak dışında başka çaresi kalmamıştır. İşçi sınıfı hareketinde bir eşik daha aşılmıştır…

Son yıllarda mücadeleyi yükselten, radikal biçimlere başvuran, tabi ki sadece işçi sınıfı değildir. Başta emekçi memurlar olmak üzere pek çok emekçi kesimden protestolar yükselmiş ve çeşitli eylemlerle seslerini duyurmaya çalışmışlardır.

Zaten Türkiye tarihinin en büyük halk ayaklanması olan Gezi Direnişi de, bunların üzerinden gerçekleşti. Öyle ki, Gezi Direnişi öncesinde sokağa çıkmayan kesim neredeyse kalmamıştı. Avukatlardan doktorlara, sanatçılardan öğrencilere, küçük üreticiden yoksul köylüye, ezilen-sömürülen tüm sınıf ve katmanlar, artan sömürü ve baskıya, varolan yönetime duydukları hoşnutsuzluğu eylemli bir şekilde ortaya koydular.

1 Mayısları da bu kapsamda ele almak gerekir. 1 Mayıs, sadece işçi sınıfının değil, -giderek daha fazla- ezilen-sömürülen tüm kesimlerin günü olmuştur. Hatta işbirlikçi sendikaların çabasıyla işçi sınıfının 1 Mayıs’lara katılımı düşerken, diğer kesimlerin oranı artmaktadır. Başta İstanbul olmak üzere 1 Mayısların kitlesel ve militan geçmesinde, tüm emekçilerin bu sahiplenişi, önemli bir rol oynuyor. Elbette bunun başını devrimci-demokrat kesimler çekiyor. 1980’lerin sonlarından itibaren her tür engele rağmen 1 Mayıs’ta gösterilerin yapılması ve meşruluğunun tanınması, bu sayede mümkün oldu. 2010’dan itibaren de Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs kutlamalarına açılması, bu ısrarlı ve kararlı mücadelenin bir kazanımıydı. Milyonların katıldığı Taksim 1 Mayısları’na AKP Hükümeti en fazla 3 yıl dayanabildi. Sonrasında yasaklamasına rağmen Taksim hedefli gösterileri engelleyemedi. Sonuçta 1 Mayıslar, varolan durumdan hoşnutsuz olan tüm kesimlerin kendilerini bir biçimde ifade ettikleri bir gün oldu. En kitlesel 1 Mayısların AKP döneminde gerçekleşmiş olması, (son yasal Taksim mitingine katılım 2 milyonu aşkındı) bu hükümete duyulan hoşnutsuzluğun boyutlarını gösteren önemli bir veridir.

Gezi Ayaklanması ya da 1 Mayıslar gibi toplumun tüm kesimlerini içine alan direniş günlerini dışına tutarsak, AKP döneminde, özellikle de son 10 yılında ezilen-sömürülen her meslek grubunun çeşitli eylemlerine, direnişlerine, protestolarına tanık oluruz. Her birinin kendi özgün sorunları olmakla birlikte, hepsini kesen ortak yön, anti-demokratik uygulamalar, yaşam ve çalışma koşullarının ağırlaşmasıdır. Bunun içinde özelleştirme-taşeronlaştırma ayrı bir yer tutmaktadır, çünkü -bir avuç tekelci dışında- hemen her kesim, bundan olumsuz yönde etkilenmiştir. En ağır sonuçlarını ise, işçi sınıfı ile birlikte yoksul köylülük ve küçük üreticiler yaşamıştır. (Tarımda tekelleşme başlığı altında bu kesimlerin durumunu ayrıca ele alınacaktır.)

Kamu emekçileri kapsamındaki devlet memurları, hangi alanda çalışıyor olurlarsa olsunlar, eskiye kıyasla çok daha zor koşullarda çalışmak ve yaşamak zorunda kaldılar. Sayıları yaklaşık 3 milyonu bulan bu kesim, hem daha fazla yoksullaştı, hem de iş ortamı dahil, yaşamın her alanında daha fazla baskıya, hatta şiddete maruz kaldı. Can güvenlikleri bile tehlike altına girdi. Bunu en sık yaşayan öğretmenler ve doktorlar oldu. Geçmişin en itibarlı meslekleri sayılan doktorluk ve öğretmenlik statü kaybına uğradı, saygınlık yitirdi. Bu, AKP’nin bilinçli bir politikasıydı. Yaşanan sorunların sistemden kaynaklandığını gözlerden saklamak için, halka hizmet veren meslek sahiplerini hedefe çaktılar. Hasta ve yakınlarıyla doktorlar, öğrenci ve veliyle öğretmenler karşı karşıya getirildi. Hasta yakınlarının ya da velilerin-öğrencilerin saldırılarıyla yaralanan, ölen birçok doktor ve öğretmen oldu. Yaşadıkları onca sorun yetmezmiş gibi, insanın en temel hakkı olan “yaşama hakkı”nı savunmak durumunda kaldılar. Bunun için eylemler yaptılar.

Kamu emekçileri içinde öğretmenlerin ayrı bir yeri vardır. Başından itibaren sendikalaşma başta olmak üzere mücadelenin başını çekmiştir. Onun için AKP döneminde öğretmenler özel bir hedef seçildi. Bir yandan öğretmenlerin bu ilerici birikimini yoketmek, diğer yandan geçmişten bu yana süren “öğretmen-hoca” çatışmasında, hocaların lehine durumu değiştirmek için harekete geçti. Devrimci-demokrat öğretmenler ya emekli edilerek, ya da KHK’larla atılarak büyük oranda eritildi. Yerlerine  büyük oranda gerici-faşist öğretmenler alındı. Hocalara (imamlar-müftüler) tanınan ayrıcalıklarla, öğretmenlerin üzerinde bir statü ve maaş verildi. Neredeyse her yıl yapılan değişikliklerle eğitimin düzeyi düşürüldü, tarikatlara teslim edildi. Denilebilir ki, AKP en büyük tahribatı eğitim alanında gerçekleştirdi. Buna karşın memurların en mücadeleci kesimi olan öğretmenler, bu durumun önüne geçemedi. Bu noktada sendikaların, özellikle KESK’in tutumunun belirleyici olduğu su götürmez.

Geçmişte kamu emekçilerinin yaşam standartları ortalamanın üzerindeydi. ‘80’lerden itibaren başlayan gerileme süreci, AKP’yle son raddesine vardı. Enflasyonun altında belirlenen maaşlar, bir de artan vergilerle birleşince, iyice düştü. Memur sendikalarının eylemleri de, en fazla TİS dönemlerinde oldu. Ne var ki, bir tiyatroya dönüşen TİS toplantıları aynı şekilde devam etti. Grev hakkı olmayan TİS hakkının kağıt üzerinde kalacağı, grevsiz-TİS’siz bir sendikanın da dernekten farksız olacağı, en açık haliyle görüldü. Başta KESK üyeleri olmak üzere emekçi memurlar, her TİS döneminde “grevli-TİS’li sendika hakkı” için seslerini yükselttiler. “Grev hakkı grev yaparak kazanılır” şiarına uygun olarak fiili grevler de yaptılar. Fakat sendikaların yeterince yüklenmemesinden dolayı, ne grev hakkını alabildiler, ne de maaşlarında iyileştirme oldu.

Kamu emekçileri açısından düşük maaşlardan daha önemli olanı, iş güvencesidir. AKP döneminde bunu da kaybettiler. AKP 657 sayılı devlet memuru yasasını değiştirmek için uzun süredir uğraşıyordu. Bu yönde hazırlanmış bir yasa taslağı tüm memurları sözleşmeli hale getirip işgüvencesini tümden yoketmeyi hedefliyor. Yükselen tepkiler nedeniyle, bunu tasarıyı yasalaştıramadılar. Ancak 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL döneminde, bunu fiilen gerçekleştirme olanağı buldular. Bir taraftan KHK’larla 100 binden fazla memuru işten attılar, diğer taraftan 15 Temmuz sonrasında kamuya bütün alımları “sözleşmeli” statüsünde yaptılar. “Sözleşmeli”ler, hem daha düşük maaşla, hem de her yıl sözleşme yenilenmesi gerektiğinden işgüvencesinden yoksun çalışıyorlar. AKP döneminin baskısına dayanamayarak emekliye ayrılanlarla birlikte 657’ye tabi memur sayısı oldukça azaldı.

Son iki yıldır memur hareketinde en büyük direnişler KHK’yla işten atılmalara karşı yapıldı. Açlık grevinden gösterilere kadar çok çeşitli eylemlerle tepkiler ortaya kondu. Fakat başta KESK olmak üzere (ki en fazla KESK üyeleri atılmıştır) sendikalar, bu eylemleri sahiplenmediler; sonuçta KHK ile atılanlar işlerine geri dönemedi.

‘90’ların ikinci yarısından itibaren sendikalaşma mücadelesiyle öne çıkan memur hareketi, son yıllarda oldukça geriye düşmüştür. Bunda sendikaların büyük bir rolü vardır. (Bu konuya “örgütlenme sorunları” başlığı altında yeniden döneceğiz.)

Kamu emekçilerinin mücadelesinde gerileme olurken, ileriye fırlayan kesimler de oldu. Bunların başında emekliler geliyor. Emekliler sayısal olarak da her geçen yıl artıyor. Ne var ki, yaşam koşulları daha da kötüleşiyor. Hem ücretleri düşüyor, hem de başta sağlık olmak üzere en fazla ihtiyaç duydukları giderler pahalanıyor. Son yıllarda emeklilerin örgütlenmesinde gözle görülür bir artış oldu. Parçalı da olsa birçok sendika kuruldu. En öne çıkan ise, Emeklilikte Yaşa Takılanlar’ın (EYT) eylemleri oldu. Emekli oldukları halde emekli maaşlarını alamayan, üstelik başka bir işte çalışamayan bu kesim, açlıkla karşı karşıya bırakıldı. EYT’liler özellikle son bir yıla damgasını vuran bir direniş sergileyerek, sorunlarını geniş kitlelere duyurabildiler.

Onların yanı sıra meslek odalarında örgütlü avukatlar, savunma hakkı için önemli eylemler gerçekleştirdiler. Keza doktorlar, can güvenliği başta olmak üzere çalışma koşullarına dikkat çeken eylemler yaptılar. Gazeteciler, yazdıklarından dolayı tutuklanan meslektaşları için birçok dayanışma eylemi gerçekleştirdi. Akademisyenler, Kürt halkına dönük katliama seyirci kalmayacaklarını bildirdikleri için, işten atıldılar, tutuklandılar. Onlara destek veren diğer akademisyenler, aydın ve sanatçılar, duruşma günlerinde protesto eylemleri yaptılar.

Kısacası, AKP döneminde yaşamları daha da zorlaşan her kesim, çeşitli biçimlerle tepkilerini ortaya koydu. Ne var ki, bunlar parçalı ve çoğu kez örgütsüz olduğundan yeterince etkili olamadı. Sendikalar başta olmak üzere kitle örgütlerinin başlarına çöreklenen reformizmin bunda payı büyüktür. Artan parlamentarist hayallerle her şeyin çözümü seçimlere endekslenince, AKP dönemi bu kadar uzayabildi. Böylesine büyük direnişlere rağmen bir hükümet değişikliğinin bile başarılamamasında, düzen muhalefetinin ve ona eklemlenen kesimlerin büyük bir sorumluluğu vardır.

Bunlara da bakabilirsiniz

Rojava’ya saldırılar İsviçre’de protesto edildi

Türkiye ordusunun Rojava’ya ve Irak Kürdistanı’na dönük saldırıları, İsviçre-Basel’de kitlesel bir yürüyüşle protesto edildi. Şehrin …

Yeni “çözüm süreci” kimin ihtiyacı?

TBMM’nin 1 Ekim’deki açılışında, Devlet Bahçeli’nin DEM Parti sıralarına gelip tokalaşması, “yeni çözüm süreci”nin başladığının …

Devrim Kartalı Remzi Basalak

Remzi Basalak, 1963 yılında Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Az topraklı çiftçi bir ailenin çocuğuydu. İlkokulu …