Her kriz, genel olarak işçi sınıfını, özelde kadın işçileri vurur. İlk işten çıkarılanlar kadınlar olur. Zaten erkek işçilere göre daha düşük ücretle çalıştırıldıkları yetmezmiş gibi, işsizlik sorununu en fazla kadın işçiler yaşar. Bir aileden kadın-erkek olarak birden fazla kişi çalışıyorsa, işyerinden işçi çıkarmak sözkonusu olduğunda, kadını feda ederler. Hatta patronlar, bir tercihle karşı karşıya kaldığını söyleyerek, erkek işçileri bu suça ortak etmeye çalışır. Kadınların çoğu da böyle bir durumda eşlerinin çalışmasını yeğlemek zorunda kalır.
Bu kriz döneminde de aynı çark işliyor. İşsizlik rekorları kırılıyor. İşsizler ordusu 8 milyona ulaştı. Hergün onlarca kişi işten atılıyor. Bunların içinde kadın işçilerin, özellikle de genç kadınların oranı oldukça yüksektir. DİSK-AR’ın Aralık 2019 işsizlik ve istihdam raporuna göre, tarım-dışı genç kadın işsizliği 2018 Eylül ayında yüzde 33.6 iken, bir yıl sonra 6.4 puan artarak yüzde 40’lara ulaşmıştır.
Kadın istihdamı zaten oldukça düşüktür. Kadınlar daha çok esnek ve güvencesiz işlerde çalışmaktadır. Geçici-düzensiz işlerde çalışan kadınların oranı yüzde 18 civarında iken, erkeklerde yüzde 14’tür. Son yıllarda esnek çalışmanın yaygınlaşması, kadın işçilerin durumunu daha da ağırlaştırmıştır.
AKP’li yıllarda kadınlar üzerinde artan gerici-faşist baskılar, kadınların çalışmasını engelleyen bir diğer faktördür. Bugün ortalama 10 kadından sadece 3’ü çalışmaktadır. 2018 Kasım ayında bu oran, yüzde 29.1 olarak saptanmıştır. AB ülkelerinde ortalama yüzde 45.9, OECD ülkelerinde yüzde 44.4 olduğu gözönüne alınırsa, Türkiye’nin bu konuda da ne kadar geride olduğu anlaşılır.
Genel olarak düşük olan sendikalaşma oranı, kadın işçiler sözkonusu olduğunda daha da düşüktür. Türkiye’de toplam 16 milyon işçinin en fazla 2 milyonu sendikalıdır. Erkek işçilerde sendikalaşma oranı yüzde 13 civarında iken, kadın işçilerde yüzde 8’dir. Bunların içinde sendika yönetimlerinde yer alan kadın işçilerin sayısı ise, bir elin parmaklarını geçmez.
Diğer yandan kadın işçiler, kadına yönelik şiddeti ve tacizi işyerlerinde de görmektedir. Kriz koşullarında bu durum katmerlenir. İşsiz kalma tehdidiyle her tür uygulamaya boyuneğmek zorunda bırakılır. “Fuhuş, burjuva toplumu için aynı polis, düzenli ordu, kilise, işverenler gibi sosyal bir kurumdur” der Agust Bebel, “Kadın ve Sosyalizm” adlı ünlü eserinde. Patronlar genellikle fabrikasını haremi gibi kullanır. Çoğu kez, işten atılma korkusu ya da evde aç bekleyenlere bir şeyler götürme çabası ve tabi ki, ahlaki yozlaşmanın, değer yargılarındaki çürümenin bir sonucu olarak, kadın işçilerden de bu bataklığa sürüklenenler olur.
Kısacası “ezilenlerin ezilenidir” kadın. Yalnızca cins olarak değil, ezilen sınıfın da en çok baskı göreni, aşağılananıdır. Kadın işçi, erkek işçilere göre daha yoğun baskı ve sömürü altındadır çünkü. Kapitalizm onu yedek ve ucuz işgücü olarak görür. Aynı işkolunda aynı işi yaptıkları halde, erkek işçilere göre çok daha az ücret alırlar. Ya da genellikle vasıfsız ve eğitimsiz işgücüne sahip olduklarından, geçici ve mevsimlik işlerde sigortasız, güvencesiz olarak çok düşük ücretle çalıştırılırlar. Bunların bir sonucu olarak, sınıfın en örgütsüz kesimidir kadın işçiler. İşçi kıyımlarında ise, ilk akla gelendir. Kriz dönemleri, bunun zirve yaptığı dönemlerdir.
Burjuvazinin kadına yaklaşımı
Burjuvazi, kadını sınıfsal kimliği ile tanımlamaktan özellikle kaçınır. “Kadın işçiler”den sözedilmesini istemez. Kadın “anne”dir, “kutsal”dır, ancak kocasının yanındayken, ailenin bir parçası olarak bir kimlik sahibidir. Onun görevi, “işgücünün yeniden üretimi”dir. Yani kocanın, çocukların, aile bireylerinin bakımı, dışarıda çalışarak yorulmuş olanların ertesi güne hazırlanması ve çocuk doğurarak “türün devamı”nın sağlanmasıdır.
Bu yanıyla, burjuvazinin gözünde, işçi kadın da asıl olarak “cins” kimliğiyle, “aile” içindeki kimliğiyle tanımlanır. Bu, üretimdeki refah ve kriz dönemlerine bağlı olarak, burjuvazinin iradesi dışında, kadını üretime sokmak ya da işten çıkarmak zorunda kalmasından bağımsız bir gerçektir.
Faşizmden dinci gericiliğe kadar burjuva ideolojisine bağlı tüm akımlar, ton farkları olmakla birlikte kadına böyle yaklaşırlar. Örneğin faşizm, annelik ve doğurganlık üzerine sayısız övgüler dizer. Hitler ve Mussolini faşizmi bunun en açık biçimde görüldüğü dönemler olmuştur. Türkiye’de de özellikle AKP döneminde bu durum, daha belirgin bir hal almıştır. “Kadın ile erkek eşit değildir”den başlayıp, “kadının en büyük kariyeri anneliktir”e kadar uzanan ve “üç çocuk” ısrarını sürdüren yaklaşımları ile kadını “kuluçka makinası” olarak eve kapatma çabaları bilinmektedir.
Feministler de işçi kadını gözlerden uzak tutmaya çalışır. Ev kadınının “görünmeyen emeği”nden, bedenine dönük saldırılara, erkeğin ev içinde kadını sömürmesinden orta sınıf kadınların kariyer sorunlarına kadar her konuda konuşur, kampanyalar ve faaliyetler düzenlerler; fakat fabrikada çalışan işçi kadının sorunları üzerinde neredeyse hiç durmazlar. Bu nedenle işçi kadını, “kadın cinsi” içinde eritirler. En fazla “çalışan kadın” şeklinde tanımlar ve sınıfsal yönünü es geçerler. Feminizmin bir burjuva ideolojisi olduğu gerçeği, işçi kadının sınıfsal kimliğini gözardı eden bu yaklaşımda da kendini ele verir.
Oysa kadın, ilkel komünal toplumdan bu yana “çalışmakta”dır. Köleci ve feodal toplumlarda da, ezilen sınıfın kadınları kesintisiz biçimde çalışmıştır. Bu toplumlarda kadının çalışma alanı, ev ve evin çevresindeki tarla vb alanlardır. Dokumacılıktan tarlada çalışmaya kadar pekçok alanda, kadının çalışması kolektif üretimin bir parçasıdır. Çoğu zaman bu işleri, çocuklar ve yaşlılar ile birlikte yaparlar.
Kapitalizmin gelişmesi ise, üretimi evden uzaklaştırmış, ücretli işçilerin birlikte çalıştığı ve birlikte ürettiği atölyelere, fabrikalara taşımıştır. Bugün yaşandığı biçimiyle “özel alan” olarak ev işlerinin ve “ev kadını” kavramının ortaya çıkışı, kapitalizmle, “ücretli iş” kavramının ortaya çıkışıyla bağlantılıdır. Sonuçta köleci ve feodal toplumun “çalışan kadın”ı, “işçi kadın” ile bir ve aynı şey değildir.
Diğer yandan kapitalizmde “çalışan” her kadın “işçi” değildir. Beyaz yakalılardan burjuva kadınlara kadar oldukça geniş bir alan sözkonusudur. Bir şirkette yükselmeye çalışan bir kadının sorunları ile, bir ev kadınının sorunları ve bir işçi kadının sorunları arasındaki farklar oldukça derindir. Elbette kadın, cins olarak her alanda sorunlar yaşar, geriye itilir, ikinci sınıf muamelesi görür, erkek tarafından dışlanır-ezilir; ancak her alanda belirleyici sömürü, sınıf olarak yaşanan sömürüdür.
Kadın işçi, kapitalizmle birlikte varolmuştur ve kapitalist sömürünün doğrudan baskısını yaşamaktadır.
Direnişte en önde
Kadınların mücadeleye katılımı genel olarak daha zorludur. Aşması gereken toplumsal ve ailevi engellerin daha fazla olması; yapısal özellikleri itibariyle daha statükocu olmaları; boyun eğmeye ve itirazsız çalışmaya yatkın yetiştirilmeleri; direnişe geçtiği koşulda ailesinin ne olacağına dair kaygılar vb… Bütün bu unsurlar, kadın işçilerin daha zor ve daha geç harekete geçmelerine neden olur.
Ancak bütün bunlara rağmen, kadınların direnmeye başlaması, erkeklerin direnişinden çok daha etkilidir. Zor harekete geçen kadın, bir kere harekete geçtiğinde, sonuna kadar gitmeye çalışır. Bu nedenle daha militan, daha kararlı ve daha hak alıcı direnişler, kadınların gerçekleştirdiği, katıldığı ya da desteklediği direnişlerdir. Bu durum, işçi kadınlar için çok daha fazla geçerlidir.
İşçi kadınların sınıf mücadelesindeki yerleri, sadece kendi gerçekleştirdikleri direnişlerle sınırlı değildir; eşlerinin direnişlerinde de kadınlar en önde yer almayı bilmişlerdir.
Modern anlamda ilk işçi hareketleri, teknoloji ve makinalarına bir tepki olarak ortaya çıkan makineleri tahrip hareketleridir. Bu hareketin içinde kadın işçileri de bulunmakta, kimi yerde başı çekmektedir. Kadınların en yaygın olarak çalıştığı dokuma işkolunda makineleşme başladığında, tıpkı İngiltere’deki Luddistler gibi, makine kırma eylemleri gerçekleştirirler. Ülkemizde de çoğunluğunu kadınların oluşturduğu Uşaklı halı dokumacıların Mart 1908’deki isyanı, makinelerin tahrip edilmesiyle başlamıştır. 1908 grev dalgası, kadınların yoğunlukta olduğu, gıda, dokuma, tütün gibi işkollarında gerçekleşir. Kavala ve Drama’daki 14 bin tütün işçisinin, çalışma saatlerinin düşürülmesi ve ücretlerin artırılması gibi taleplerle başlattıları grevde, kadın işçiler bulunmaktadır.
Ayrıca önceki yıllarda (1873-76) tersane işçilerinin grevinde, askerlerle militanca çatışmaların en önünde ellerinde sopalarla işçi eşleri olarak mücadelenin içinde yer almışlardır.
Cumhuriyet döneminde ise kadın işçiler, hem direnişlere önderlik ederek, hem de eşlerinin gerçekleştirdiği direnişlerde yer alarak, sınıf mücadelesinin önemli bir parçası oldular. İşçi sınıfı tarihine altın harflerle kazınmış pekçok grevde, kadın işçiler sayıca az olmasına rağmen, grevin kaderini etkileyen bir rol oynadılar. Mesela 1963 yılında İstanbul-İstinye’de gerçekleşen Kavel kablo fabrikası direnişinde, kadınlar hergün toplanarak fabrikanın önüne geliyor, eylemlere katılıyorlardı. Üstelik bu grev, İş Yasası’na göre “yasadışı” bir grevdi.
‘70’li yıllar, kadın işçilerin direnişe katılmalarında da bir dönüm noktasıdır. 1975-80 yılları arasında, iş bırakma, grev, direniş vb peşpeşe yaşanan eylemlerin en önemli parçası kadın işçilerdi. Keza 1991’in Ocak ayında Zonguldak madencilerinin başlattığı büyük madenci yürüyüşü, madencilerin eşleri ve çocukları ile birlikte gerçekleştirilmişti.
Son yıllarda yaşanan en görkemli işçi direnişi olan Tekel eylemi de, kadın işçilerin değişme ve dönüştürme gücünü göstermesi açısından çarpıcıdır. 78 gün süren direnişte, o güne kadar çok fazla varlığı belli olmayan kadın işçilerin öncüleşmeleri, en gerici işçinin bile saygısını kazanarak eylem komitelerinde yer almaları, hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Erkek işçilerle birlikte kar-tipi altında bekleyen, çadırlarda uyuyan, polisin saldırısında birlikte coplanan kadın işçiler, toplumun da bakışını değiştirmişlerdir.
Hemen bütün direnişlerde, kadınların varlığı adeta direnişin başarıya ulaşmasının garantisi gibidir. Sadece kadınların gücüyle başarılan direnişler, son dönemde öne çıkmıştır. İşten atılmaya karşı tek başına direnen kadın işçilerden, Novamed ve Flormar gibi kadınların yoğun çalıştığı işyerlerindeki grevlere kadar, kararlılıkları ve azimleriyle göz doldurmuşlardır. Ve bu direnişlerin çoğu zaferle sonuçlanmıştır.
“Cins bilinci”yle değil sınıf bilinciyle…
Yüzyıl önce, kadınların eğitim görüp siyaset, tıp, fen bilimleri gibi önemli alanlarda başarılı olabileceği reddediliyor, ancak sanatsal konularda yol alabileceği iddia ediliyordu. Kadınların yaşamda kendilerine yer açması, asıl olarak Sovyetler Birliği başta olmak üzere devrimini yapmış ülkelerde gerçekleşti. ‘68’den itibaren tüm dünyada yükselen devrimci mücadele, bu safsataları yerle bir etti.
Ne var ki sosyalizmin dünya genelinde güç ve prestij kaybettiği koşullarda, geçmişte aşılan bu konular yeniden hortladı, kadını aşağılayan, küçülten yaklaşımlar baskın hale geldi. Ayrıca burjuvazi, kadınla erkeği birbirine yabancılaştırmak, sınıfsal bakışın yerine cinsiyetçi bakışı hakim kılmak için, cinsiyete göre işbölümünü farklı biçimlerde tekrar üretti, yeni argümanlarla kitlelerin, özellikle de gençlerin yaşamına soktu.
Oysa işçi sınıfının parçalanmaya değil, birleşmeye ihtiyacı vardır. Hem de her konuda, her talep üzerinden, sınıfa dönük her saldırıya karşı… Mesela, “eşit işe eşit ücret”, “kreş” gibi doğrudan kadınları ilgilendirdiği düşünülen talepler bile, salt kadın işçilerin değil, erkek işçiler de dahil olmak üzere tüm proletaryanın talepleri olmalı, erkek işçilerle birlikte bu taleplerin mücadelesi verilmelidir. Yanı sıra özelleştirmeye, taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya karşı mücadele, erkek işçilerin göreviymiş, kadın işçiler sadece “kreş”, “eşit işe eşit ücret” gibi talepler için ve bu “kadınca” sorunlar üzerinden örgütlenip sokağa çıkabilirmiş gibi davranılması doğru değildir.
Kadın işçiler de erkek işçiler gibi, sınıfın genel sorunları karşısında harekete geçmeli, mücadeleye katılmalıdır. Dahası, sınıfın genel sorunları için harekete geçmeyen bir kadın işçi, kadın olmaktan kaynaklanan sorunları için mücadele etmez. Mesela sigortasız çalışmaya karşı erkek işçilerle birlikte direnişe geçmeyen bir kadın işçi, doğum izninin artırılması için mücadele etmeyi aklından bile geçirmez.
Kadın işçilerin mücadeleye kazanılması, bilinçlenmesi, harekete geçmesi için, elbette özel olarak uğraşmak gerekiyor. Keza direnişte sınıf kardeşleri olan erkek işçilerle birlikte dövüşmesi, komitelerde yer alması, aktif hale gelmesi için, kadın işçilerin yetiştirilmesi, eğitilmesi, dönüştürülmesi, sınıf çalışmasının vazgeçilmez görevlerinden biridir. Ancak bu, kadın işçilerle erkek işçilerin taleplerini farklılaştırarak, mücadele rotalarını ayrıştırarak gerçekleşecek birşey değildir. Doğru olan; kadın işçilerin de erkek işçilerin de sınıfsal bilinçlerini yükselterek, birarada ve kolektif tarzda mücadele etmelerini sağlamaktır.
Sınıfsal kimlik, proleter kimlik birleştiricidir. Cins kimliğinin öne çıkarılması, sınıfı da bölmekte, yabancılaştırmaktadır. Kapitalizmin kadın ile erkeği birbirine yabancılaştırma, ayrıştırma, birbirinden çok farklı olduğunu anlatarak uzaklaştırması, bu politikasından bağımsız değildir.
Oysa proletarya, kadın ya da erkek, sınıfsal sorunları birlikte yaşar; kapitalizmin saldırıları altında birlikte ezilir, patronlara karşı birlikte direnir. Yapılması gereken, bu direnişte kadınları ayırmak değil, öne çıkmasını sağlamaktır. Pozitif ayrımcılıkla onu güçlendirmek, özgüven eksikliğini gidermek, niteliklerini yükseltmektir. “Cins bilinciyle” değil, proletaryanın onurlu “sınıfsal bilinciyle” donatmak, proletaryanın iradesini kuşanmasını sağlamaktır. Bunun başarıldığı durumlarda, proletaryanın direnişi de örgütlenmesi de çok daha güçlü ve sağlam olacaktır.
Sonuç olarak proletarya ordusunun kadın yarısı kurtulmadan, işçi sınıfının kurtuluşu mümkün değildir!