Korona günlerinde 1 Mayıs’ı kutladık. Devletin sokağa çıkma yasağına, işbirlikçi-uzlaşmacı sendikaların protokol sınırına, reformizmin evlere hapsetme çabasına rağmen, 1 Mayıs yine sokakta, meydanlarda, işçi havzalarında, emekçi semtlerde kutlandı.
“Her koşul altında 1 Mayıs kutlanmalı” dedik ve başardık. 1 Mayıs, sadece işçi ve emekçilerin değil, ezilen-sömürülen tüm kesimlerin sahiplendiği bir gündü ve yüzyılı aşkın süredir -koşullar her ne olursa olsun- kutlamışlardı. 2020 1 Mayısı, belki de bunların içinde en özgün olanıydı. Tüm dünya karantina altındaydı. Egemenler salgını da bahane ederek kitleleri korkutmuş, evlere hapsetmişti. İşçileri ise ölümüne uzun saatler çalışmaya zorluyordu. Bu sınıfsal saldırıyı ve yaratılan korku havasını dağıtmak, ancak 1 Mayıs’la mümkün olabilirdi. Sadece ülkemiz açısından değil, tüm dünya halkları için böyleydi.
Her ulusun, her din ve mezhebin kutladığı günler vardır. Ama sadece 1 Mayıs, tüm dünyada kutlanan bir gün olma ayrıcalığına sahiptir. Bu 1 Mayıs’ın emperyalist-kapitalist sistemin kriz, savaş ve salgınla kıvrandığı bir döneme denk gelmesi, iyi bir fırsattı aslında. Elbette doğru bir biçimde değerlendirmek koşuluyla…
1 Mayıs çalışmaları esnasında görüldü ki, işçi ve emekçiler günlerine sahip çıkıyor, bu koşullar altında 1 Mayıs’ı kutlayacak olmanın heyecanını ve gururunu yaşıyor. 1 Mayıs günü birçok işyerinde kutlanmış olması, bunun göstergesidir. Eğer sendikalar gerektiği gibi bir çalışma yapsalardı, çok daha yaygın ve kitlesel kutlanacağı kesindir.
2020 1 Mayısı bir kez daha gösterdi ki, sorun işçi ve emekçilerde değil, ona öncülük etmesi gereken kurumlarda, örgütlerde… Onların kitlelerin gerisinde kalışında… Ya bu kurumlar öncü misyonuna uygun davranacaklar, ya da kitleler onları bir kenara itip kendi yollarını açacaklar… Son 1 Mayıs, bu yol ayrımını net biçimde ortaya koydu.
* * *
Salgın günleri, emperyalist-kapitalist sistemin insana ve doğaya düşman yüzünü daha fazla açığa çıkardı. Aynı zamanda sınıfsal farklılıkları tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdi. Burjuvazi, korunaklı evlerinde ve her tür sağlık hizmetine ulaşacak şekilde yaşarken; işçi ve emekçiler ölümle burun buruna çalışmak zorunda kalıyor. İşsizlik devasa boyutlara ulaştı. Açlık kitlesel bir tehdit halini aldı.
Onun içindir ki, salgına rağmen Lübnan halkı sokaklara çıkıp polisle çatışıyor. İsrail’de Netanyahu kitlesel bir biçimde protesto ediliyor. İtalya’da, Fransa’da işçiler direnişe geçiyor. Korona ile birlikte kesintiye uğrayan işçi-emekçi eylemleri yeniden başladı. Lübnan’da olduğu gibi öncesinden daha ileri biçimler alarak yükseleceğinin ilk işaretlerini verdi.
Bunun karşısında egemenler daha fazla baskı ve şiddetle saldırıya geçiyor. Yine gaz bombaları atılıyor, silahlar sıkılıyor… Bu korona günlerinde kaç işçi-emekçi, hastalıktan, iş cinayetlerinden ya da polis kurşunuyla can verdi?
“Eğer bir sınıf, ceza görmeksizin bir başka sınıfı açlıktan ölmeye mahkûm edebiliyorsa, özgürlük sadece bir hayaldir” diyordu, bundan yaklaşık 230 yıl önce Fransa’da “öfkeliler” hareketinin önderi…
Egemenler her dönem halkı daha fazla sömürmek için baskı ve şiddeti arttırmıştır. Korona günlerinde kriz derinleştikçe ve halkın tepkisi arttıkça, şiddeti de tırmandırıyorlar.
* * *
Bunu en açık haliyle ülkemizde görüyoruz. Salgını da bir fırsata çevirmeye çalışan AKP, burjuvaziye her tür yardımı sunarken, işçi ve emekçileri açlık ve ölümle baş başa bıraktı. Buna tepkiler artınca, yine din silahını kullandı. Diyanet İşleri Başkanı salgının nedenini, eşçinsellere ve nikahsız yaşayanlara bağladı ve onları hedefe çaktı. Tıpkı Ortaçağ’da vebanın nedeni olarak “cadı” dedikleri kadınları gösteren kiliseler ve onları yakan engizisyon mahkemeleri gibi…
Başta Ankara Barosu olmak üzere muhalif kesimlerden gelen tepkiler üzerine, Erdoğan ve ekibi bu kez “dinimize saldırıyorlar” diyerek her tarafa kılıç sallamaya başladı. Öyle ki, CHP’liler bile ölümle tehdit ediliyor. İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un boğazda bir arsayı gaspetmesini CHP’li belediyelerin durdurması, bu saldırının yeni vesilesi oldu.
Bir kez daha “darbe” umacısı ile kendi kitlesini korkutmak, muhalefeti ise susturmak istiyorlar. “AKP bir biçimde gidecek” demek, “darbeyi çağırmak” oluyor! Hatırlanacaktır, 31 Mart seçimlerinde kaybedince “sandık darbesi” demişlerdi. Yani seçim yoluyla da olsa AKP’nin kaybetmesi, her halükarda “darbe” sayılacak! Ve AKP muhalifleri “darbeci” olarak adlandırılıp derdest edilecek!
Kendi içinden de parçalanan AKP, her geçen gün kan kaybediyor. Salgın günlerinde arka arkaya yaptıkları gaflarla kitle desteğini iyice yitirdiler; “yönetememe” krizleri büyüdü. Bu durumu saldırganlığı arttırarak kapatmaya çalışıyorlar. Ancak ömrünü tamamlayan her diktatör gibi yıkılmaya mahkumlar.
* * *
Bir Alman vakfı, Türkiye’deki yönetim için “de facto diktatörlük” tanımını kullanmış. Yani yasalarında demokrasi varmış gibi görünen, ama fiilen diktatörlükle yönetilen ülkeler kategorisine koymuş. AKP’yi “demokrasi” ve “değişim”in simgesi gösterip allayıp pullayarak işbaşına getiren AB’nin, vakıflar aracılığıyla şimdi neden “diktatör” dediği ayrı bir konu; ama ülkede sadece fiili değil yasal olarak da faşist bir diktatörlüğün hüküm sürdüğü gerçektir.
Öyle ki, bu ülkede insanlar türkü söyleyebilmek, yeniden yargılanabilmek için “ölüm orucu”na başlıyor ve ölüyorlar. Ama bilmiyorlar ki, “bir halkın türküsünü yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür.” O türküler dilden dile asırlar boyu söylenecek; ama diktatörler tarihin çöp kutusuna atılacaklar ve unutulup gidecekler…
Son 1 Mayıs, işçi ve emekçilerin her koşulda günlerine sahip çıktıklarını gösterdi. Yeter ki, haklılığımıza ve gücümüze güvenelim! Sonuçta biz kazanacağız, devrim kazanacak!