Erdoğan yönetimi ekonomik-siyasi kriz içinde debelendikçe ve kitle tabanını yitirdikçe, saldırıların dozunu arttırıyor. Bunun da koçbaşı olma görevini İçişleri Bakanı Süleyman Soylu üstleniyor.
Soylu’nun zaten kabarık bir sicili var. Başta devrimciler olmak üzere tüm muhalif güçlere en çirkin sözlerle saldıran, adeta bir mahalle kabadayısı gibi davranan bir bakan. Koronavirüs salgının ilk aylarında gece yarısı sokağa çıkma yasağı ilan ederek halkın sokaklara dökülmesine ve salgının yayılmasına neden olması da cabası…
Arkasını şoven-faşist güçlere dayayarak AKP içinde bir kliğin başını çektiğini, popülaritesini sürekli yüksek tutmaya çalıştığını biliyoruz. Hatta Erdoğan’dan sonra partinin başına geçecek siyasetçiler arasında adı geçiyor. Bir kaç kez istifanın eşiğine geldiği halde, halen İçişleri Bakanı olarak tutulması, sırtını dayadığı kesimlerin yönetimdeki ağırlığını ortaya koyuyor.
İşte bu Soylu, son aylarda saldırgan dilini ve uygulamalarını iyice arttırdı. Sanatçılardan avukatlara kadar muhalif her kesime sopa sallıyor. Onun saldırgan twitleri veya demeçleri üzerine resmi-sivil faşistler harekete geçiyorlar. Gözaltı ve tutuklama furyası bir yana, faşist çeteleri ortalığa salıp terör estiriyorlar. Bunun son örneği sanatçı Barış Atay’ın faşist çeteler tarafından yolunun kesilip dövülmesi oldu.
Ki Barış Atay, aynı zamanda bir milletvekili, yani dokunulmazlığı var. Ama sözkonusu devrimci-demokrat bir milletvekili ise, dokunulmazlık hak getire! Kitle gösterilerinde kaç kez tartaklandıklarına tanık olduk. Keza eşbaşkanları dahil birçok HDP milletvekili yıllardır tutuklu. Yine Soylu’nun kışkırtmasıyla Kılıçdaroğlu’na bir asker cenazesindeki linç girişimi hatırlardadır.
Elbette artan saldırganlık Soylu’nun kişisel özellikleriyle açıklanamaz. Soylu, genel olarak AKP-MHP blokunun halka dönük saldırganlığında öne çıkan bir figür sadece. Örneğin Barış Atay’a, Gezi Direnişi’nden bu yana Erdoğan ve çevresinin diş bilediğini ve bunu çeşitli biçimlerde ifade ettiklerini biliyoruz.
Son saldırısı ise, Barış Atay’ın Batman’da bir uzman çavuş tarafından tecavüze uğradığı için intihar eden 18 yaşındaki İpek Er’in davasını savunduğu için yaşandı. Jandarma uzman çavuş Musa Orhan, İpek’in ölümü üzerine tutuklanmış, ancak bir hafta içinde tahliye edilmişti. Birçok tecavüz ve kadın cinayeti olayında yaşandığı gibi… Hele ki bu kişiler, ordu-polis gibi devletin kolluk güçlerine mensupsa, mutlaka korunup kollanıyordu.
Jandarma, İçişleri Bakanlığına, yani Soylu’ya bağlı bir kurum. Dolayısıyla Musa Orhan’ın tahliyesinde Soylu’nun doğrudan dahli var. Bu nedenle Soylu’ya karşı tepkiler artınca, Soylu bir kez daha pervasızca tehditler savurmaya başladı. Barış Atay’a fiziki saldırı, bunun üzerine gerçekleşti.
Saldırılar göz göre göre yapılıyor. Tüm devrimci demokratlara, muhalif kesimlere gözdağı vermeyi amaçlıyorlar. Onlar üzerinden kitleler sindirilmek isteniyor. Bu planı bozmalıyız!
Saldırıya uğrayan kişi ya da kişilerin siyasi görüşlerine katılıp-katılmamaktan bağımsız olarak, faşist-gerici güruhlara karşı yek vücut olmak ve hak ettikleri yanıtı vermek yaşamsal önemdedir. Faşist saldırıları durdurmanın tek yolu, birleşik ve militan bir mücadele hattını örmekten geçer.
* * *
Adil yargılanma talebiyle ölüm orucuna başlayan avukat Ebru Timtik, 27 Ağustos’ta yaşamını yitirdi. İstanbul Barosu’nun önünde yapılan anma sırasında baro binasına Ebru Timtik’in pankartının asılması, faşist-şoven kesimlerin avukatlara dönük saldırılarına yeni bir vesile oldu. Bunun da borazanlığını AKP-MHP blokuna sonradan eklenen Perinçek tayfası yaptı. Ardından Soylu, İstanbul Barosu hakkında dava açacağını duyurdu.
Bilindiği gibi Erdoğan yönetimi bir türlü ele geçiremediği baroları “çoklu baro yasası” ile parçalamaya girişmişti. Bunun üzerine başta İstanbul Barosu olmak üzere avukatlar Ankara’ya yürüdüler, günlerce süren direnişler gerçekleştirdiler. Buna rağmen apar-topar bu yasa meclisten geçirildi. Şimdi bu yasayı meşrulaştırmak için Ebru’nun pankartını dillerine dolamış durumdalar. Ebru Timtik hakkında yürütülen anti-propagandayla İstanbul Barosu’nu zor durumda bırakmaya çalışıyorlar.
Baro bu saldırıyı, Ebru Timtik ve tüm devrimci avukatlara, yani üyelerine sahip çıkarak durdurabilir. Kendi hukukunu bile çiğneyen bir yönetime karşı, meslek onurunu korumak bile buradan geçmektedir. Unutulmamalıdır ki, baroya dönük saldırılar, ilkin “Çağdaş Avukatlar” grubuna, yani devrimci avukatlara yönelik saldırıyla başladı. Orada birleşik-güçlü bir barikat örülebilseydi, ne barolar bu hale getirilir, ne de hukuk böylesine ayaklar altına alınabilirdi.
* * *
Bu rejim, ekonomik-siyasi-hukuki her yönden kriz içindedir. Bunu örtbas edebilmek için içerde-dışarda saldırganlığı arttırıyorlar. Bir yandan savaş çığlıklarıyla Yunanistan’dan Libya’ya tehditler savuruyor; diğer yandan halkı sindirmenin bir yöntemi olarak öncü güçler üzerinde terör estiriyorlar.
Her geçen gün eriyen kitlesini, kah Ayasofya’yı cami yaparak, kah Karadeniz’de 31. defa gaz bularak, elinde tutma çabası da etkili olamıyor artık. Ya da savaş naraları eskisi gibi yankı bulmuyor. Kitlelerin işsizlik ve açlık sorunu o kadar baskın ki, bu tür demagojilerin ömrü giderek kısalıyor. Üstelik bir yandan artan korona vakaları, diğer yandan sel, deprem gibi doğa olaylarının, yanlış yapılaşma, HES gibi kar amaçlı girişimlerden dolayı faciaya dönüşmesi, halkı her an ölümle burun buruna getirmiş durumda. Ve devlete olan güveni her geçen gün azalıyor.
Muhalif partilerin seçimlere endeksli “kurtuluş reçeteleri”nin hiç bir hükmü yok! Ne var ki halk sahipsizlik ve çaresizlik içinde kıvranıyor. Bu duruma seyirci kalamayız! En başta devrimci-demokrat kişi ve kurumlara yönelik saldırılar karşısında birleşik ve güçlü bir duruş ortaya koymalı, kitlelere umut olabilmeyiz.
Binlerce yıldır süren sınıf mücadelesinin deneyimleri gösteriyor ki, çivi çiviyi söker! Bu bilinçle biraya gelmeli ve faşizme karşı omuz omuza durmalıyız!