Eğitim-Sen’in 11. Kongresi, 28-29 Kasım günlerinde Ankara’da yapıldı. Pandemi ve kriz koşullarında gerçekleşen kongrede, eğitim emekçilerinin yaşadığı sorunlara ve çözüm önerilerine dair konuşma-tartışma yaşanmazken, yönetimde hangi anlayışın hakim olacağı ve kimlerin dışlanacağı, temel konu oldu.
Esasında bu durum yeni değildi. Uzun süredir sendikaların kongreleri, zaten seçimlere, yönetim kurulu üyeliklerinin paylaşılmasına indirgenmişti. Dahası, her şey kongre öncesi pazarlıklarda belirleniyor, listeler oluşuyor; kongrede delegelere oylatılıyordu. Fakat bu kez farklı oldu. Kongre öncesi pazarlıklarda anlaşma sağlanamayınca, fırtına kongrede koptu.
Yıllardır yönetimleri paylaşan anlayışların -sendikal isimleriyle “Demokratik Emek Platformu-DEP” (Kürt ulusal hareketi) ile “Devrimci Sendikal Dayanışma-DSD” (eski ÖDP, şimdi Sol Parti)- “kutsal ittifakı” bu kongrede bozuldu. DSD’nin elinde olan Eğitim-Sen’in başkanlığını bırakmak istememesi, “kırk yıllık dostluğu” bitirdi.
Öyle ki, uzun zamandır bu iki hareket, KESK’e bağlı sendikalarda tam bir egemenlik kurmuşlardı. Başkanlık ve sekreterlik kurumlarını aralarında paylaşılmışlar; birinin başkan olduğu yerde diğerinin sekreter olması kuralına uygun şekilde sendikaları yönetmişlerdi. Yönetimde belirleyici görevleri ve sayısal üstünlüğü elde ettikten sonra, bir-iki üyeyi farklı anlayışlardan listeye ekleyebiliyorlardı. Tabii ki bunlar “etkisiz eleman” pozisyonundaydı. Böylece hem istedikleri biçimde kararlar alıp sendikayı kendi tarzlarınca yönetebiliyorlar; hem de “çoğulculuktan yana” ve “demokrat” görünebiliyorlardı!
Bu “kirli ittifak” bozulunca, başta ittifakın asli unsurları DEP ve DSD olmak üzere tüm bileşenler -Emek Hareketi (EMEP), Devrimci Öğretmen (Halkevciler) vb- hep birlikte bağırmaya, varolan durumdan şikayet etmeye başladılar. Bugüne dek komünist ve devrimcilerin dile getirdiği eleştirileri, “Amerika’yı yeni keşfetmiş” gibi sıralamaya giriştiler. Elbette her biri, sendikaların bu hale gelmesinde diğerini-diğerlerini suçluyor; “mevki-makam düşkünlüğü”yle, “yönetimi dizayn etmek”le, “dayatmacılık”la eleştiriyor.
Aralarında ton farkı olmakla birlikte “reformist sendikal anlayış”ta ortaklaşarak yıllardır birlikte hareket edenler, şimdi suçu birbirlerinin üzerine atıyorlar ve bugüne dek işledikleri günahları unutturmaya çalışıyorlar. DSD son kongreyi terkederek, bir kısmı da yönetime girmekten vazgeçerek, varolan anlayışa büyük bir tavır aldıklarını, bu sayede aklanacaklarını sanıyorlar.
Onların bu ikiyüzlü-faydacı tutumu bir yana, bizi asıl ilgilendiren; Eğitim-Sen’de açığa çıkan ama bir bütün olarak KESK’i ve reformist sendikal anlayışı kapsayan bu çatırdamanın neden daha önce değil de bugün ortaya çıktığıdır. Bu durum, memur hareketi başta olmak üzere işçi-emekçi hareketi üzerinde nasıl bir etki yaratacaktır? 11. Kongre, gerçekten bir “dönüm noktası”, “milat” olacak mıdır; yoksa yeni pazarlıklar ve anlaşmalarla “eski tas eski hamam” devam edilecek midir?
Direnişten teslimiyete,
devrimcilerin tasfiyesine…
Gelinen durumu anlayabilmek ve geleceğe dair öngörülerde bulunabilmek için, memur hareketinin tarihini kısaca hatırlamakta yarar var. Bu tarih, nereden nereye gelindiğini ve bunun nedenlerini daha iyi görmemizi sağlayacaktır. Örneğin KESK’teki çatırdamanın Eğitim-Sen’de başlaması dikkat çekicidir. Öğretmenlerin memur hareketindeki yeri belirleyicidir çünkü.
Türkiye’de emekçi memur hareketinin en önemli dinamiğini öğretmenler oluşturmuştur. İlk sendikal örgütlenme adımını, TÖS’le onlar attı. TÖS’ün kapatılmasının ardından kurulan TÖB-DER, ’80 öncesi toplumsal muhalefetin önemli bir parçası oldu. 12 Eylül’de yaşanan zulüm ve vahşetten de paylarına düşeni aldılar. Dernekleri kapatıldı, yöneticileri tutuklandı, birçoğu meslekten men edildi vb…
80’li yılların sonlarında memur hareketi yeniden yükseldi. Öğretmenler yine hareketin başını çekti ve memur sendikalarının kurulmasına öncülük ettiler. Sendikalarını fiilen kurdular, devletin mühürlediği kapıları kırdılar, polisle kıran kırana çatışarak, yaralanma-atılma-sürülme pahasına sendikalarına sahip çıktılar ve yasalaşmasını sağladılar.
Başta Eğitim-Sen olmak üzere KESK’e bağlı sendikalar, büyük mücadeleler sonucunda ve sokakta kuruldu. Bu mücadeleye de komünist ve devrimci memurlar öncülük ettiler. İlk kurucuları onlardı. Başkanları, sözcüleri, yönetim kurulları, ağırlıklı olarak devrimcilerden oluştu. Onun içindir ki, ‘90’lı yılların başında memur hareketi en parlak dönemini yaşadı, pek çok hakkı elde etti.
Ne zaman ki zor dönemler aşıldı, sendikalar yasallık kazandı; reformistler üşüşmeye başladılar. Geçmişten itibaren tamamen legal alanda bulunmuş, dernek-sendika yönetmiş olmanın da avantajıyla kısa sürede ağırlıklarını kurdular. Aynı dönemde komünist ve devrimci hareketler polis operasyonlarıyla, katliamlarla kan kaybediyor, zayıf düşüyordu. Memur hareketine önderlik edenler ya öldürüldüler, ya tutuklandılar; ya da aranır duruma düşüp geri çekilmek zorunda kaldılar. Reformistler bu durumu kendi lehlerine değerlendirdiler.
Yönetimlerin reformistlerin eline geçmesinin ardından memur hareketi de gerilemeye başladı. Elbette yer yer militan eylemler, gösteriler, fiili grevler yapıldı; kuruluşundaki devrimci dinamikler bir anda kaybolmadı. Fakat adım adım eritildi; tabanın söz ve karar hakkı ortadan kalktı, denetim mekanizmaları yok edildi. Sendika binaları lokallere dönüştü, üye toplantıları yapılmaz oldu. Kararlar yukarıdan alınıyor, telefon mesajıyla tabana bildiriliyordu. Üyeler, hatta temsilciler, sendikaya yabancılaşmaya başladı. Dahası, memurların özlük hakları başta olmak üzere temel sorunlarıyla ilgilenilmiyor, bunlar için bir şey yapılmıyor; en fazla pasif eylemlerle geçiştiriliyordu. Bu eylemlere katıldıkları için bile üyeler hakkında soruşturmalar açılıyor; fakat yanlarında sendikalarını bulamıyorlardı. Bütün bunlar, sendikalara karşı bir güven erozyonu yarattı.
Diğer yandan Kürt hareketinin yönetimlerde ağırlığı ele geçirmesiyle, memur hareketinin en önemli sorunu -hatta tek sorunu- Kürt sorunuymuş gibi davranıldı. Mesleki, ekonomik ve diğer demokratik sorunlar için neredeyse hiçbir şey yapılmazken, Kürt sorununun başat hale getirilmesi, özellikle öğretmen kesiminde tepkilere yolaçtı. Kemalist ve sosyal-demokrat öğretmenler ilk kopanlar oldu. Onları daha apolitik kesimler izledi. Hatta birçok devrimci memur da uzaklaştı.
Sendikaları terk etmeyi doğru bulmamak başkadır; bu hale gelinmesinde reformist sendikal anlayışın payını görmemek başka… Keza son yıllarda giderek artan üye kaybını, sadece “devletin baskıları ve yandaş sendikaların önünün açılması”yla, yani dış koşullarla açıklamak da doğru değildir. KESK’e bağlı tüm sendikalar son 5 yıldır hızlı bir erime yaşıyor. Önceki yıllarda alanında en fazla üyeye sahip Eğitim-Sen, şimdi üçüncü durumda. Bir önceki kongresinden (Mayıs 2017) bu yana bile, 19 bin üyesini (üyelerinin yüzde 20’sini) kaybetti. Ama son kongre dahil hiçbir kongrede bu kan kaybının nedenlerini irdelemeye, kendi hata ve eksiklerini ortaya koymaya yanaşmayan bir yönetim anlayışı var. Aksine varolanı sürdürmeye, yanlışlarını derinleştirmeye devam ediyorlar. Üstelik son kongrede yaptıkları gibi, zaten bir avuç kalmış devrimci üyeleri de ihraç etmeye kalkıyorlar.
“Yüksel direnişçileri” olarak bilinen, KHK ile işlerinden atıldığı için yıllardır direnen üyeleri, son kongrede oy çokluğu ile ihraç ettiler. Bu, Kürt hareketinin (ve ona eklemlenenlerin) Eğitim-Sen’i getirdiği noktayı göstermesi bakımından çok çarpıcıdır. Keza Kürt illerindeki belediyelerin kayyumla gaspedilmesi gibi, Hatay Eğitim-Sen yönetimine kayyum atanması da, egemenlerin yöntemlerini kullandıklarını göstermektedir.
Eğitim-Sen’in son kongresi, sadece reformist ittifakın parçalanması yönüyle değil, direnişçi üyelerin tasfiye edilmesiyle de tarihe geçecektir. Hiç kimse “bu üyelerin de yanlışları oldu” (Alınteri) ya da “hapisteydiler, zamanlaması yanlıştı” (Ertuğrul Bilir-ETHA) gibi açıklamalarla durumu hafifsetmeye kalkmamalıdır. Kesin olan; KHK’lar karşısında doğru-düzgün bir direniş geliştirmeyen, üyelerine sahip çıkmayan reformist sendika yönetimlerinin, yüzüne ayna tutan bu direnişe tahammül edememesi ve direnenlere bir tekme de kendisinin atmasıdır.
Eğitim-Sen, TÖS’ten itibaren örgütlü mücadele yürüten öğretmenlerin kurduğu son sendikadır. Öncesi bir yana 12 Eylül sonrası büyük mücadeleler sonucu kurulmuştur. Ne var ki, sonrasında yönetimleri ele geçiren reformist ittifak, önce onun direnişçi mücadele çizgisini yok etti, tabanın yönetimi denetleme, değiştirme hakkını elinden aldı; ardından direnişçi-devrimci üyeleri adım adım uzaklaştırdı ve en sonu açıktan tasfiyeye girişti. Bu onun teslimiyetçi çizgisinin doğal sonucudur.
Sınıfların ve sınıf mücadelesinin reddi
Eğitim-Sen’in son kongresini farklı kılan bir diğer özelliği ise, reformizmin gerçekte burjuva ideolojisi olduğunun net biçimde ortaya çıkmasıdır. DEP adına kongreye sunulan deklarasyonda aynen şunlar söyleniyor:
“Ekonomik bazda kâr-ücret, sosyal bazda burjuva-proleter kavramlaştırmaları, kapitalizm tarafından paramparça edilen insanlığın tüm tarihsel birikimini en acımasız ve ince yöntemlerle asimile eden ve sonunda soykırım ve nükleer dehşetle gezegene salan bir sistemi pozitivist tarz bilimselleştirmenin ilk adımlarıdır. Proleter denen unsurun tek başına emeğiyle değer yarattığını, daha sonra bir nevi sahibi olan sermayedarın para ve diğer araçlarının karşılığını bu değerden kâr olarak kopardığını bilimsel bir tespitmiş gibi ileri sürmek, ekonomizm yaklaşımının temelidir. Ekonomik indirgemecilik denen anlayış bu olsa gerekir. … Temel Çelişki; Devletli Uygarlıkla Demokratik Uygarlık Arasındadır.” (aç DEP)
Bu ağdalı-tumturaklı cümlelerle süslenmiş paragrafın özü; sınıfların ve sınıf mücadelesinin reddidir. Proletarya-burjuvazi, emek-sermaye çelişkisini “ekonomizm” olarak yaftalayıp, “devletli uygarlık-demokratik uygarlık” gibi uyduruk bir çelişkiyle “yüksek siyaset” yapar görünerek bayat burjuva ideolojisini savunmaktır.
Kürt ulusal hareketinin burjuva ideologlardan apartılmış kavramlarıyla yeni karşılaşmıyoruz kuşkusuz. Fakat bunu bir sendikanın kongresinde sunulan deklarasyonda ifade etmeleri, yeni bir durumdur. O sendika ki, sınıf mücadelesiyle kurulmuştur ve asli görevi sınıf mücadelesi vermektir. Sendikaların kuruluş amacı budur zaten. DEP’in bunu bir sendikal anlayış olarak savunması, sendikanın ruhuna, kuruluş amacına aykırı davrandıklarının ikrarıdır aynı zamanda.
Bugüne dek “sınıf sendikacılığı” yerine “kitle sendikacılığı”, “toplumsal sendikacılık” gibi kavramların geçirildiğine şahit olmuştuk. Ama sınıfların ve sınıf mücadelesinin REDDİNİ ilk kez duyuyoruz. İşi bu raddeye getirebileceklerine ihtimal vermediğimizden olsa gerek. Çünkü bu, işbirlikçi-sarı sendikaların bile gerisine düşmektir. Onlar dahi sınıf mücadelesinden, emek-sermaye çelişkisinden sözetmek zorunda kalıyorlar.
Kürt hareketinin kuyruğundan hala ayrılmayan ve hala ML komünist olduğunu iddia edenler, DEP’in bu sözlerine kopan infiali yatıştırma görevi üstlenmiş görünüyorlar. Kürt hareketinin bu tür görüşleri değişik platformlarda savunduklarını hatırlatıp “genel olarak yanlış” dedikten sonra, bunun “birlikte yönetimlerde yer alınmasına engel görülmeyen görüşler” olduğunu söyleyerek, durumlarını gerekçelendirmeye çalışıyor. Elbette DEP’le ittifaklarını sürdürmek, aynı listede yer alıp yönetimleri paylaşmaya devam etmek, onların tercihidir; fakat DEP’in görüşlerini yumuşatmaya, hatta teorize etmeye kalkışmasına göz yumulamaz. Örneğin; “Marksist olmamaları onları düzen işbirlikçisi veya emperyalizmin işbirlikçisi yapmaz. Olsa olsa yanlış görüşleri olan demokratlar yapar” diyerek, durumu normalleştirmeye çalışması, DEP’in savundukları kadar tehlikelidir. (ETHA, 4 Aralık 2020, Ertuğrul Bilir imzalı “Eğitim-Sen kongresi ve tartışmalar üzerine” başlıklı yazı)
İlkin hemen belirtelim; sınıfların ve sınıf mücadelesinin varlığını kabul etmek, “Marksist olma” kriteri değildir. Aksine bu gerçekler, Marksizm ortaya çıkmadan çok önce kabul ediliyordu. Bunu Marks şöyle ifade ediyor: “Modern toplumdaki sınıfların ne varlığını, ne de aralarındaki mücadeleyi keşfetmiş olma şerefi bana ait değildir. Benden çok önce bazı burjuva tarihçiler, bu sınıf mücadelesinin tarihi gelişimini anlatmışlar, birtakım burjuva iktisatçılar ise bunun iktisadi anatomisini ifade etmişlerdi. Yeni olarak yaptığım şundan ibaretti: 1. Sınıfların varlığının, sadece üretimin belirli tarihi gelişim evrelerine bağlı olduğunu; 2. sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya egemenliğine götüreceğini; 3. bizzat bu egemenliğin bütün sınıfların kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten ibaret olduğunu göstermek.” (Marks-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, sf. 12)
Demek ki, “Marksist olmak” sınıf mücadelesinin varlığını kabulün çok ötesinde, bunun “zorunlu olarak proletarya egemenliğine götüreceğini ve bu egemenliğin sınıfsız bir topluma geçişi” hazırlayacağını savunmak anlamına geliyor. Kürt hareketinin (DEP’in) yaptığı ise, Marks’ın ifadesiyle “burjuva tarihçiler”in ve “burjuva iktisatçılar”ın yaklaşık 150 yıl önce kabul ettikleri gerçekleri bile reddetmektir.
Kimse onlardan “Marksist” olmalarını beklemiyor tabii. Ama bırakalım Marksist olmayı, burjuva iktisatçıların dahi gerisine düşenler, “demokrat” da olamazlar! Çünkü “demokrat”lık, sadece sınıfların ve sınıf mücadelesinin varlığını kabul etmeyi değil, bu mücadelenin bir parçası olmayı gerektirir. Buna uygun davranmayanlarla “ittifak” edilmez, amansız bir mücadele yürütülür.
Sonuç olarak
Eğitim-Sen’in son kongresi, memur sendikalarının bu hale gelmesinde belirleyici bir rol oynayan Kürt ulusal hareketinin görüşlerini en açık biçimde ifade etmesiyle; ona karşı tepkilerin artması ve reformist blokun parçalanmasıyla olumludur ve yeni bir döneme işaret etmektedir.
Pandemi ve kriz koşulları, -her şeyin olduğu gibi- sendikaların ve sendikal anlayışların da gerçek kimlikleriyle ortaya çıkmalarını sağlayan bir zemin yaratmıştır. Öte yandan gerek dünyada gerekse ülkemizde kapitalist-emperyalist sistemin daha fazla sorgulanır olması, işçi ve emekçilerin sistem karşıtlığının ve radikal eylemlerinin artması, reformist görüşlerin ipliğini pazara çıkarmakta, reformist parti ve sendikalardan kopuşu hızlandırmaktadır.
Eğitim-Sen’in son kongresinde yaşananların, -neden dün değil de bugün olmasının- yanıtı, bu koşullarda saklıdır. Elbette bunun bir “milat” olabilmesi, sınıf mücadelesinin yükselmesi ve devrimci güçlerin reformizme karşı mücadelesiyle mümkündür. Reformist görüşler ne sadece Kürt hareketiyle sınırlıdır, ne de bu sendikal anlayış bir çırpıda yıkılabilir. Katedilmesi gereken çok yol vardır.
Fakat Kürt hareketinin zerkettiği yanlış görüşlerle, sadece sendikaları değil, bir bütün olarak devrimci hareketi etkilediği göz önüne alınırsa, bunun bir yerden kırılması bile çok önemlidir. Ama aslolan, sendikalardaki devrimci yapıların güçlenmesi ve reformist sendika anlayışını mahkum ederek yönetimlerden uzaklaştırmasıdır. Eğitim-Sen kongresinin bir başlangıç olması, buna bağlıdır.
Başta Eğitim-Sen olmak üzere memur sendikalarının düşürüldüğü duruma en fazla üzülenler ve bunun acısını yüreğinde hissedenler, kanı-canı pahasına onları kuranlardır; yaklaşık 30 yıldır hem devletin saldırılarına, hem de sendikaların bürokratik-pasif yönetimlerine direnerek süreci tersine çevirmeye çabalayan devrimci-demokrat-ilerici sendikacılardır. Emek verilen her şeyde olduğu gibi, onlar sendikalarını daha fazla sahipleniyor ve düzelmesini istiyorlar. Keza ekonomik ve statü olarak önemli kayıplar yaşayan kamu emekçileri, sendikaların bugünkü halinden büyük rahatsızlık duyuyor, bir çıkış bekliyorlar. Ne var ki, gelinen durumun asıl müsebbibi olanlar, yaşanan kan kaybını dahi umursamıyor. Onları varsa-yoksa yönetimdeki koltukları ilgilendiriyor. Hazıra kondukları ve hep sermayeden yedikleri için, büyük bir pervasızlık içindeler.
Sonuçta sendikaların yaşadığı güç kaybını durduracak, gerileyen mücadele hattını düzeltecek ve yeniden canlandıracak olanlar, bunun acısını yüreğinde hisseden ve çıkış arayan devrimci-demokrat memurlardır. Tek çare; sendikalarımıza, emeğimize sahip çıkmak, faşizme karşı mücadeleyi reformizme karşı mücadeleyle birleştirmektir.