Aşağıdaki yazı, TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nden oluşan
“III. Emperyalist Savaş sürüyor; DEVRİM GÜNCELDİR” kitabından alınmıştır.
“AKP’li yıllarda Türkiye’nin genel tablosu” başlıklı yazının 3. ve son bölümüdür.
AKP’NİN HALKA SALDIRILARI DA
DİRENİŞLER DE BİTMEDİ!
AKP’nin burjuvazinin hizmetinde bir sınıf politikası güttüğünün en önemli göstergelerinden biri, AKP döneminde işçi ve emekçilere dönük saldırılardır. Başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçi kesimler, AKP’nin saldırılarından payını aldı. Emekçi memurlardan küçük üreticiye, esnaftan emekliye tüm halk, AKP’li yıllarda büyük hak gasplarına uğradılar; alım güçleri, yaşam standartları düştü. Denilebilir ki, 12 Eylül’den sonra işçi ve emekçilerin en büyük kayıpları AKP döneminde yaşandı. Zengin-yoksul arasındaki makasın bu kadar açıldığı, işsizliğin zirve yaptığı, yoksulluğun kitleselleştiği, dahası açlıktan ölümlerin başladığı başka bir dönem yoktur.
Sadece ekonomik olarak değil, sosyal, siyasal, kültürel, ahlaki, her yönden bir çöküş yaşandı. AKP görünüşte varoşlara, “ötekileştirilmiş” kesimlere dayanıyordu. Özellikle ilk yıllarında din kisvesi altında yoksul kesimlerin desteğini aldığı bir gerçektir. Buna tarikatların etkisi altındaki önemli bir Kürt kitlesi de dahildir. Öyle ki AKP, Kürt bölgesinde “birinci parti” haline gelebildi. En kötü haliyle, HDP’den sonra Kürt illerinden en fazla oy alan parti oldu. Buna karşın Kürt halkı en büyük saldırıları, katliamları AKP döneminde yaşadı. (Ayrıntılar için Belgeler’in bir parçası olan “AKP’li yıllarda Kürt Hareketi” adlı kitaba bakılabilir- Yediveren Yay.)
Türk-Kürt çeşitli ulusal topluluklardan işçi ve emekçiler, AKP’li yıllarda açlığa mahkum edildiler, öldürüldüler, aşağılandılar. Sadakaya muhtaç hale getirilip onurlarıyla oynandı. AKP, halktan aldığı vergilerle dolan hazineyi, yandaş şirketlere, tekellere akıtırken; kırıntılarla halkı kendine bağlamaya çalıştı. Milyonlardan oluşan bir “sadaka toplumu” yarattı. Ve bunu, kendisinin bir lütfuymuş gibi sundu; giderse bunların kesileceği korkusunu yaydı. En önemlisi bilinçleri çarpıttı; hakkı olanı isteme ve alma yerine, “büyük”lerin eline bakan, dilenen, lümpenleşen bir kitle oluştu.
AKP’nin kitle desteği oluşturmada en önemli silahı, “din”di. 12 Eylül’den bu yana toplumsal muhalefetin önünü kesmek için dinin kullanımı zaten artmıştı. AKP döneminde ise arş-alaya çıktı. Tarikatların, cemaatlerin önü açıldı. Eğitim sistemi sürekli değiştirilerek bilimsel kırıntılar da yok edildi. Tüm okullar imam-hatipleşti. Cehalete övgüler dizildi. Her şeyi sorgusuz-sualsiz kabul edecek, itaatkar bir toplum yaratılmak istendi.
AKP’nin ilk işlerinden biri de, medyayı ele geçirmek olmuştu. Gazete ve televizyon kanallarının yüzde 90’ına sahip oldu. Bunlar aracılığıyla gerici propaganda kitlelere sürekli biçimde boca edildi.
Toplum bir bütün olarak geriye doğru çekilirken, ahlaksızlık had safhaya ulaştı. Tarikatlar ve dini vakıflar, çocuklara yönelik cinsel taciz ve tecavüzün mekanları oldular. Hacı-hocaların dini kullanarak sadece çocuklara değil, “mürit”leri olan kadın ve erkeklere de cinsel istismar ve tecavüzde bulunduğu ortaya çıktı. Kaldı ki, bunlar buzdağının görünen yüzüydü. Çünkü tarikat-vakıf yöneticileri hükümet tarafından korunup kollanıyor, tacize-tecavüze uğrayanlar ise korkutulup susturuluyordu. Sonuçta din ve ahlak üzerine bu kadar nutuk atıldığı, ama ahlaksızlığın böylesine zirve yaptığı bir dönem olmadı. Dinci-gericiliğin ahlaksızlık ve düşkünlük oluşturduğu somut olarak görüldü.
Dinciliğin yaygınlaşmasıyla kadınlar üzerinde baskıların artması da bir oldu. Zaten AKP, “türban” üzerinden dinci propagandayı yükseltmişti. Kadınların başıyla birlikte toplumun bilincini kapatmayı hedeflediler. Çünkü bir toplumun düzeyi, kadının toplum içindeki yeriyle ölçülür. Kadın ne kadar dışlanırsa, toplum o kadar geriye gider. Nitekim AKP’li yıllarda artan dinci-gericilikle birlikte kadınlara dönük her tür saldırının önü açıldı. Kadın cinayetleri her gün yaşanan “sıradan” olaylardan oldu. Kadına yönelik cinsel saldırı normalleşti. Üstelik bunun faturası, “erkeği tahrik ettiği” söylenen kadınlara kesildi. Başta Erdoğan olmak üzere en yetkili ağızlardan, kadınla erkeğin eşit olmadığı, kadının görevinin çocuk yapmak, kocasına hizmet etmek olduğu defalarca yinelendi.
Kısacası cins olarak kadın, ulus olarak Kürt halkı, mezhep olarak Aleviler, sınıf olarak işçi sınıfı, AKP döneminde çok büyük saldırılara uğradılar, kazanılmış pek çok haklarını kaybettiler. AKP’nin ezilen cinse, ulusa, mezhebe ve tabi ki sınıfa düşman yüzü, işbaşında kaldığı her geçen yıl daha net biçimde ortaya çıktı.
AKP sadece ezilen-sömürülen insanlara değil, doğaya da düşmandı. Doğa tahribatının en fazla gerçekleştiği dönem, yine AKP dönemi olmuştur. Burjuvazinin olabildiğince önünün açılmasının bir yanını da ülkenin taşının-toprağının, suyunun-rüzgarının bu sömürücülere peşkeş çekilmesi oluşturmaktadır. Başta Karadeniz olmak üzere HES’ler, nükleer santraller, maden arama çalışmaları, doğada büyük bir yıkıma yolaçtı. Bunun sonucu olarak her doğa olayı, korkunç felaketlere dönüştü. Neredeyse her yıl sel, çığ, deprem, orman yangını yaşanmaya başladı ve bu felaketler, yüzlerce-binlerce insanın ölümüyle sonuçlandı.
Onun için AKP döneminde en sık ve yaygın direnişler, doğa katliamına karşı gerçekleşti. Zaten AKP dönemi, çok büyük saldırılar kadar büyük direnişlerin de gerçekleştiği bir dönemdir. Doğasına, yaşam alanlarına sahip çıkanlar, kadınlar, Kürt halkı, işçi ve emekçiler, yani ezilen-sömürülen tüm kesimler, AKP’nin zulmüne, sömürüsüne karşı sürekli mücadele içinde oldular. Grevler, direnişler, ayaklanmalar hiç bitmedi. Bu nedenle AKP, sömürü ve zulmünü hiç bir dönem rahat rahat gerçekleştiremedi. Sırtını dayadığı emperyalistlere ve işbirlikçilerine, tarikatlara ve cemaatlere, eline geçirdiği medya gücüne, kullandığı dini argümanlara, hatta muhalif partilerin yardımlarına rağmen, halkın ezici çoğunluğu her aşamada ona karşı çıktı, en zor şartlar altında dahi direnişin bir yolunu buldu. AKP’nin sonunu da kitlelerin bu kararlılığı, direnci ve eylem gücü getirecektir.
İşçi ve emekçilere dönük hak gaspları
AKP döneminde en büyük saldırının işçi sınıfına yapıldığını söylemeye bile gerek yoktur. Zaten özelleştirmenin kendisi saldırı sağanağının da en büyük zeminiydi. Bugüne kadar 220’den fazla kamu kuruluşunun özelleştirildiği saptanmış durumda. Madenler, gıda, kağıt, tekstil vb. birçok işkolunda kamuya ait fabrikalar, çoğunlukla önce işbirlikçi burjuvalara, onlar aracılığıyla emperyalist tekellere sunuldu. (Doğrudan emperyalist tekellere satılanlar da vardır.) Ve özelleştirilen her yer, binası, arsası, alt yapısı ile birlikte, kelimenin gerçek anlamıyla haraç-mezat satıldı.
Özelleştirme furyası, dünyada ve ülkemizde 1980 sonrası başladı. Türkiye’de ilk adımları Özal döneminde 1984 yılında atıldı. Ama AKP döneminde zirve yaptı. “AKP’den önce-AKP’den sonra” diyebileceğimiz bir “milat” oluştu. AKP öncesi tüm hükümetler döneminde (1984’ten 2003 yılına dek) özelleştirmeden elde edilen gelir, 8 milyar dolar iken; AKP’li yıllarda (2003-2019) 60.4 milyar dolardır. Toplam 68.4 milyar doların 60.4 milyar doları; yani yaklaşık yüzde 95’i AKP döneminde gerçekleşmiştir.
Özelleştirme ile tarım da emperyalist tekellerin talanına açıldı. Buğday, şeker, fındık, çay, neredeyse tüm gıda ürünleri, emperyalist tekellerin eline geçti; bu da küçük-üreticilerin mülksüzleşmesini, kendi toprağında işçileşmesini getirdi, kırdan kente göçü hızlandırdı. Aynı zamanda halkın sağlığı ile oynandı. Örneğin şeker fabrikalarının kapatılması ve ABD tekeli Cargill’e satılmasıyla, pancardan elde edilen doğal şeker yerine, nişasta bazlı şeker (NBŞ) kullanımı yaygınlaşmış ve başta obezite olmak üzere ciddi sağlık sorunları yaşanmıştır.
Sonuçta ülkemizde yakın bir zamana kadar çok güçlü olan tarım ve hayvancılık, özelleştirmelerle, iğneden ipliğe her şeyin ithal edilmesiyle yıkıma uğradı. (*)
Özelleştirme, hemen her kesimi etkiledi, işsizlik başta olmak üzere varolan sorunları katmerlendirdi. TÜİK’in 2018 Kasım ayı verilerine göre, işsizlik yüzde 12.3’dür, yani 4 milyon kişi işsizdir. Ki TÜİK, işsizliği düşük göstermek için, iş bulma umudunu kaybedenleri, esnek çalışanları vb. işsiz saymıyor. DİSK’in (2018 Kasım ayı itibarıyla) saptadığı oran ise, yüzde 19.3’tür; bu da 6 milyon 646 kişi demektir. Genç işsizlik oranı ise yüzde 23.6’dır.
İşsizlik, kapitalist sistemin ürettiği bir sorundur ve Türkiye gibi bağımlı ülkelerde bu oran her zaman yüksek olmuştur. Ama hiç bir zaman AKP’li yıllar kadar devasa boyutlara ulaşmamıştı. Türkiye Cumhuriyeti’nin işsizlik rekoru da AKP’ye aittir. Türkiye, 42 OECD ülkesi arasında işsizliğin en yüksek olduğu 3. ülkedir. Buna karşın “işsizlik fonu”, işsizlerden daha çok patronlara verilen teşviklerde kullanılmaktadır. Bugüne dek fonda biriken 125 milyar TL’nin sadece 20 milyar TL’si işsizlere verilmiştir! Buna karşın patronlara, işsizlerden 3 kat daha fazla ödeme yapılmıştır.
İşsizlik, yoksulluk ve açlık demektir. Ülkemizde çalışan her kişi, kendisiyle birlikte en az 3 kişinin karnını doyuruyor. 6 milyon kişinin işsiz olduğu bir ülkede, yaklaşık 20 milyon kişi açlıkla karşı karşıya demektir. Zaten yapılan araştırmalar da bunu doğruluyor. İşsizlik, psikolojik sorunları, hırsızlık, gasp, cinayet gibi adli suçları da arttırıyor. Keza son dönemde intihar edenlerin çoğu işsizlerden oluşuyor. Sadece 2018 yılında intihar edenlerin sayısı 3 bini aştı.
AKP döneminde çalışan “şanslı” kesim ise, sürekli işten atılma korkusuyla yaşamakta ve hak gaspına uğramaktadır. Güvenceli çalışma, ne işçiler ne de memurlar için sözkonusudur artık. “Kadrolu işçi” büyük oranda azalmıştır. Taşeronlaştırma “taşeronun taşeronu” şeklinde tüm iş kollarını sarmıştır. Esnek çalışma yöntemleri artmış, “uzaktan ve çağrı üzerine çalışma” yaygınlaşmıştır. “Kiralık işçi” yasasıyla da bu durum resmileşti. (AKP’nin 2009’da hazırladığı yasa, tepkilerden dolayı ancak 15 Temmuz sonrası OHAL döneminde, 2016 yılında yürürlüğe girdi.) “Özel İstihdam Büroları” aracılığıyla kiralanan işçilerden patronlar sorumlu değildi artık. Böylece işçinin işgücünü satma pazarlığı bile elinden alındı.
Taşeronlaştırma ve her tür esnek çalışma, aynı zamanda sendikasızlaştırma demektir. AKP’nin işbaşına geldiği 2002’de 4 milyon 572 bin 841 sigortalıya karşı, sendikalı işçi sayısı 2 milyon 680 bin 966’dur. Yani sendikalı işçi oranı yüzde 58’dir. 17 yıl sonra 2019 Ocak ayı istatistiklerine göre ise, 13 milyon 411 bin 983 işçinin sadece 1 milyon 839 bin 38’i sendikalıdır. Yani sendikalaşma oranı yüzde 10’un altına düşmüştür. (Bunlar, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın resmi rakamlarıdır.) Bu sendikalaşma oranı ile Türkiye, OECD ülkeleri arasında en kötü ülke durumundadır.
Sendikalaşmanın bu kadar düştüğü bir ülkede grev ve toplu sözleşme hakkından söz edilebilir mi? Ya da sosyal haklar, ücretler yeterli olabilir mi? AKP’nin işbaşına geldiği 2002 yılından bu yana toplamda 17 grev ertelemesiyle 200 bin işçinin grevi engellendi. “Milli güvenlik” gerekçesiyle grevler fiilen yasaklandı. Grevin olmadığı yerde TİS hakkından da bahsedilemez. DİSK-AR’ın araştırmasına göre TİS yapan işçilerin oranı kamuda yüzde 7, özel sektörde yüzde 5’e kadar gerilemiştir.
Sürekli gerileyen, enflasyon karşısında eriyen bir diğer şey de ücretlerdir. Açlık sınırında belirlenen asgari ücret, sadece işçilerin değil tüm çalışanların genel ücreti olmuştur. AKP’nin işbaşına geldiği ilk dönemde asgari ücreti 100 kabul edersek, 2019’da 60’a düşmüştür. Yüzde 40 kayıp sözkonusudur. Ücretlerini arttırabilmek için işçiler sürekli “fazla mesai” yapmak zorunda kalmaktadır. Günümüzde çalışma ortalama 10-12 saattir. AB ülkelerinde haftada 40 saatten fazla çalışan işçilerin oranı sadece yüzde 20 iken, Türkiye’de bu oran yüzde 74’tür. Buna karşın işçi ve emekçiler borçla yaşıyor. 2002’de hane halkı borcunun gelirine oranı yüzde 4 civarında iken, 2012’den itibaren yüzde 50’nin üzerine çıkıyor. Bugün ailelerin yüzde 70’i borçlu ve büyük çoğunluğu borçlarını ödeyemez durumda.
Uzun ve ağır çalışma koşulları, iş cinayetlerinin de en önemli nedenidir. SGK verilerine göre 2003’te 811 işçi, iş cinayeti sonucu yaşamını kaybediyordu; bugün (2019 yılında) ise günde en az 5 işçi, iş cinayetlerinde can veriyor. İSİG’in verilerine göre ise, AKP’nin 16 yılında yaklaşık 22 bin işçi, iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. 100 ila 120 bin işçinin de çalışırken ya da emekliyken meslek hastalıklarından can verdiği tahmin ediliyor. Türkiye, iş cinayetlerinde Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü durumda.
Ama burjuvazi, işçinin canına-kanına doymuyor; kıdem tazminatını da gasp etmek istiyor. Ve AKP, bunun için sürekli hamleler yapıyor. İşçiler sadece emekli olduklarında ellerine geçecek bir miktar para için değil, asıl olarak işten atılmayı zorlaştırdığı için kıdemi korumaya çalışıyorlar. Zaten emeklilik yaşı yükseltildi, “mezarda emeklilik” yasasıyla emeklilik hayal oldu. En azından işlerini kaybetmemek istiyorlar. “Son kale” olarak gördükleri kıdem hakları için kıyasıya direniyorlar.
AKP döneminde işçiler, güvencesiz bir şekilde düşük ücretle uzun saatler ve ölümüne çalıştırıldı, çalıştırılıyor. Koç’lar, Sabancı’lar her yıl kar rekorlarını işte bu sayede kırabiliyorlar.
Elbette sadece işçiler değil, emeğiyle geçinen her kesim, yıllardır AKP’nin saldırısı altında. Örneğin küçük üreticiler; girdi fiyatları sürekli artarken, taban fiyatlarının düşük tutulması karşısında geçinemez hale geldi. Çoğu toprağını satıp kentlere göçtü. Keza küçük esnaf; artan vergi yükü, kira, elektrik zamları, sürekli yükselen fiyatlar karşısında çoğu dükkanını kapatmak zorunda kaldı. Emekçi memurlar da enflasyon karşısında hızla eriyen maaşlarıyla açlık sınırında yaşıyor. Üstelik öğretmenden doktora bir çok meslek grubu şiddete uğruyor, itibar ve statü kaybediyor. Daha önemlisi, devlet memurlarının güvenceli çalışma hakkı ellerinden alındı. OHAL kapsamında çıkarılan KHK’larla yaklaşık 150 bin kişi işten atıldı. “Toplumun vicdanı” olması gereken emekliler ise ya asgari ücret ya da daha altında bir parayla yaşamaya çalışıyor. AKP, emekliliği adım adım tasfiye etmekle kalmadı, 2018 yılından itibaren tüm çalışanları Bireysel Emeklilik Sistemi’ne (BES) katılmaya zorladı. İşçilerden her ay BES’e kesinti yapılıyor. Böylece özel sigorta şirketlerine büyük karlar sağlanıyor.
Saldırıya uğramamış, zor durumda bırakılmamış hiçbir emekçi kesim yoktur. Onun için bugüne dek mücadele geleneği pek olmayan kesimler bile AKP döneminde sokağa çıkmış, eylem yapmıştır. Emekliler de son yılların en hareketli kesimidir. “Emeklilikte Yaşa Takılanlar” (EYT) hem parasız hem de işsiz kaldıklarını söyleyerek yüzbinlerce kişinin katıldığı mitingler, gösteriler yapmıştır.
Elbette döneme damgasını vuran, işçi direnişleridir. Özelleştirmeye karşı başlayan Seka, Erdemir, Tüpraş, Tekel direnişi… İş cinayetlerine karşı Soma’dan, Ermenek’ten yükselen eylemler, Torunlar İnşaat ve 3. Havalimanı işçilerinin büyük direnişi… İşten atılmalara karşı Cargill, Novamed, Flormar, Divan vb. işyerlerinde ayları-yılları bulan işçi direnişleri… Faşist Türk-Metal’e ve patron sendikası MESS’e karşı 15 gün boyunca ülke çapında fiili grevle “metal fırtınası” estiren metal işçileri… İşçi sınıfının teslim olmadığını gösteren örneklerdir. (**)
Ama hiç kuşkusuz AKP’nin ve Erdoğan’ın en büyük kabusu Gezi Direnişi’dir. Taksim-Gezi Parkı’ndaki direnişle başlayıp ülke çapında bir isyana dönüşen Haziran Ayaklanması, Erdoğan’ın hala unutamadığı, her fırsatta intikamını almaya çalıştığı en büyük halk direnişidir. Sadece AKP döneminin değil, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin de en büyük halk ayaklanmasıdır.
Kürt halkı “umut”tan “yıkım”a sürüklendi
AKP hükümetleri döneminde (2002 Kasım’ından 2019 Haziranı’na kadarki dönem -yn) Kürt sorunun çözümü konusunda birbiriyle çelişen pek çok politika uygulandı. AKP kendinden önceki hükümetlerin Kürtlere bakışını sürdürmekle birlikte, resmi devlet politikasının dışına çıkan adımlar da attı. Bunda en önemli faktör, bölgemizdeki emperyalist savaşın yarattığı sonuçlardı. Savaşın asıl olarak Kürt coğrafyasında yaşanıyor olması Kürt sorununun uluslararası niteliğini büyütürken, Kürt örgütlerinin önemini de arttırmıştı. ABD, Kürt sorununu kendi amaçları doğrultusunda kullanmak için işbirlikçilerini harekete geçirdi.
AKP gerek Irak’ta gerekse Suriye’de ABD’nin çıkarları doğrultusunda pek çok adım attı. Bunların içinde Kürt sorunu en başat olanıydı. Irak’ın kuzeyinde Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulması, öncesinde “kırmızı çizgi” iken, giderek pembeleşti ve sonunda tümden kalktı. Dahası, Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı bölge halini aldı. İçte de önce “açılım”, sonra “çözüm süreci” adı altında Kürt hareketiyle “barış” görüşmeleri başladı. AB kriterleri kapsamında bazı hakların tanınması karşılığında, Kürt hareketinin “silahlara veda” etmesi istendi. Fakat ABD’nin yaşadığı güç kaybı ve savaşı istediği şekilde sürdürememesi, Türkiye’deki işbirlikçilerin manevra alanını genişletti. Diğer yandan Kürt hareketinin Suriye’de elde ettiği kazanımlar, Türk egemenlerinin korkularını iyice büyüttü. Bütün bunlar uzlaşma ve yumuşama politikalarından yeniden şoven saldırganlığa, baskı ve şiddet politikasına geçişi getirdi.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri, Kürt halkı bir yandan vaatlerle umutlandırılmış, bir yandan da baskı ve şiddet üzerlerinden hiç eksik edilmemiştir. AKP döneminde ise, bunlar arasındaki gidiş-gelişler o kadar sık ve o kadar içiçe oldu ki, en büyük beklentilerin ve en derin hayal kırıklığının bu dönemde yaşandığını söyleyebiliriz. Halkın duyguları bir sarkaç gibi bir uçtan diğerine savrulup durdu ve sonunda büyük bir yıkıma uğradı. Umut ve beklentilerin tavan yaptığı; aynı zamanda yaygın tutuklamaların, vahşice saldırıların, en büyük katliamların gerçekleştiği bir dönem oldu AKP yılları…
Elbette sürecin bu şekilde gelişmesinde, Kürt hareketinin hatalı politikalarının önemli bir payı vardır. 2002 yılından bu yana AKP’ye dönük değerlendirmeleri ve onunla kurduğu ilişki hatalarla doludur. AKP’nin ilk dönemdeki AB’ye üye olma çabasından hareketle, onu “demokrasiden yana”, “değişimci” olarak değerlendirdi. Hemen her seçim öncesi “tek taraflı ateşkes” ilan ederek AKP’nin seçimlere daha güçlü girmesini sağladı. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini destekledi. En vahimi, Haziran Ayaklanması’nı “çözüm sürecine zarar veriyor” gerekçesiyle bitmesi için uğraşmasıydı. Bütün bunlar, Kürt hareketinin ABD başta olmak üzere emperyalizme, emperyalist savaşa yaklaşımıyla doğrudan bağlantılı; “emperyalist çözüm”e endeksli politik hattın doğal sonuçlarıydı.
AKP’li yıllarda Kürt sorununun nasıl ele alındığı, Kürt hareketinin nasıl bir politik hat izlediği, Kürt halkının ise bütün bu sürede neler yaşadığı ve nasıl reaksiyonlar verdiği ayrıntılı biçimde “AKP’li yılarda Kürt hareketi” başlıklı raporda ortaya kondu.
AKP döneminin ilk yıllarında Kürt sorunu hakkında soru soran bir gazeteciye Erdoğan, “düşünmezsen olmaz” demişti. “Sanal bir sorun” diyerek, Kürt sorununu yok saydığını ortaya koydu. Aynı günlerde Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasına Türkiye’nin karşı çıkması, Türkmenleri kullanarak Kerkük üzerinde hak iddia etmeleri, öfke ve nefreti arttıran bir rol oynadı. 2005 yılının Kasım ayında Şemdinli’de bir kitapçıya bomba atılması, öfkenin patladığı ilk olay oldu. Bombacı kontra elemanı, halk tarafından yakalandı ve suç delilleri ortaya kondu. Buna karşın bu kontra elemanı kısa sürede serbest bırakıldı. Mart 2006’da ise, Diyarbakır’da katledilen gerillaların cenazeleri kitle gösterisiyle kaldırıldı. Devlet bu gösteriye saldırınca, halk ayaklanmasına (serhildana) dönüştü. Şemdinli’den sonra Diyarbakır (Amed) serhildanı, Kürt halkında isyan ateşinin sönmediğini ortaya koymuştu.
2009 yılında dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “iyi şeyler olacak” sözüyle “Kürt açılımı”nın perdesi aralandı. “Açılım” “AB Kriterleri” olarak geçen “bireysel haklar”ı içeriyordu. Karşılığında PKK, gerillaları Türkiye sınırlarının dışına çıkaracaktı. Herhangi bir “suç” işlemeyenler, “etkin pişmanlık” denilen maddeden yararlanacaktı. Bunun ilk adımı olarak, Kandil ve Mahmur kamplarından 34 kişi “barış grubu” olarak Silopi’nin Habur kapısından giriş yaptılar. 19 Ekim 2009 tarihinde Türkiye’ye giren grup, önce büyük törenlerle karşılandı, fakat hemen ardından şoven kesimlerin tepkileri yükseldi. Ve “açılım” başlamadan bitmiş oldu.
2011 yılında Suriye savaşıyla birlikte Kürt sorunu yeniden gündemin ilk sırasına yükseldi, “emperyalist çözüm” arayışları adeta pik yaptı. “Çözüm süreci” de bu dönemde başladı. Önceki yıllarda yapılan “barış” görüşmelerinden daha uzun ve daha etkili oldu; ama sonuçları bakımından hepsinden daha yıkıcıydı. Bir yandan “akil insanlar” denilen akademisyen, sanatçı, sendikacı vb. kişilerle diğer yandan burjuva basının yoğun bombardımanıyla kitleler “çözüm süreci”ne ikna edilmeye çalışıldı. Ama asıl olarak süreç, Öcalan’ın tutsak bulunduğu İmralı Adası’nda MİT mensuplarının gözetiminde HDP heyeti ile Öcalan arasında yapılan görüşmelerle yürütüldü. HDP heyeti, Öcalan ile Kandil arasında mekik dokudu. Sonuçta Kandil’de yapılan basın toplantısıyla PKK, gerillaları Türkiye’den çekmeye başladığını duyurdu; fakat devletten beklenen adımlar bir türlü atılmadı.
28 Şubat 2015 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda Öcalan’ın “müzakere başlıkları” olarak sıraladığı “Dolmabahçe mutabakatı” ilan edildi. Mutabakat, “İmralı heyeti” olarak görüşmeleri gerçekleştiren üç HDP milletvekiliyle, hükümeti temsilen üç bakanın biraraya geldiği toplantıda duyuruldu. Fakat Erdoğan, kısa bir süre sonra bu mutabakatı onaylamadığını belirtti ve “Kürt sorunu diye bir şey yoktur”la eski retoriğine döndü.
“Çözüm süreci” Suriye savaşıyla başlamıştı ve savaşın kritik bir evresinde sona erdi. Bu evre, Suriye’deki Kürtlerin IŞİD’e karşı zafer kazanması, Suriye’nin kuzeyinde (Rojava’da) fiilen bağımsız bir devletin oluşmasıydı. IŞİD’in “yenilmezlik miti”nin çökmesi, Türkiye’nin Suriye’ye dönük politikalarına bir darbeydi aynı zamanda. Bu durum AKP ve Erdoğan’da büyük bir kızgınlık ve saldırganlık yarattı. İlk kırılma noktası, Kobane’deki direniş ve bunu Türkiye halklarının sahiplenişi, eylemli desteği oldu. 6-8 Ekim 2014 tarihinde Kürt illeri başta olmak üzere birçok şehirde üç gün süren eylemler gerçekleşti. Kürt hareketi uzun bir süreden sonra ilk kez AKP’yi karşısına alma pahasına harekete geçmişti. Çünkü AKP, Kobane’ye saldıran IŞİD’e her tür desteği sunuyordu. Bizzat Erdoğan, “Kobane düştü, düşecek” diyerek sevincini açıkça dile getirmişti. Buna öfke duyan halk, AKP binalarına yürüdü, devletin resmi kurumlarını taşladı, polisle çatıştı. 50’den fazla kişi bu olaylarda can verdi.
Kürt halkının Kobane zaferine ve HDP’nin artan kitle desteğine karşı 7 Haziran seçimlerinden iki gün önce (5 Haziran 2015) HDP’nin Diyarbakır mitinginde bombalı bir saldırı gerçekleşti. Erdoğan’ın “buzdolabına kaldırdık” sözleriyle “çözüm süreci”nin bittiğini ilan etmesi de aynı döneme denk düşmüştür. Barış aldatmacası sona ermiş saldırı düğmesine basılmıştır. Araya 7 Haziran seçimlerinin girmesi kısa bir kesinti yaratsa da, sonrasında dizginlerinden boşalan bir vahşet dönemi yaşanacaktır.
20 Temmuz 2015 tarihinde gerçekleşen Suruç katliamı, Kürt halkına yönelik vahşi saldırının başlangıcıdır. 10 Ekim Ankara Gar Katliamı başta olmak birçok bombalı saldırı yapıldı, Kürt illeri faşist ablukaya alındı. 20 Temmuz 2015’ten 2016 yılının bahar aylarına kadar süren bu vahşet döneminde, 7 bin Kürt katledildi; özel timler, IŞİD kılıklı caniler ölüm kustular. Katlettikleri bir kadın gerillayı çıplak şekilde meydana bırakmaktan, cenazeleri askeri ciplere bağlayıp sürüklemeye kadar insanlık-dışı uygulamaları gerçekleştirdiler. Katledilenler arasında Diyarbakır (Amed) Baro Başkanı Tahir Elçi de vardı. Diyarbakır’ın Sur ilçesi, Cizre, Nusaybin, Şırnak gibi yerlerde, neredeyse ayakta bina kalmadı. Daracık sokakları ve savunmaya elverişli yapısından dolayı buralara giremeyen, barikatları aşamayan devlet, evleri, sokakları yıka yıka ilerledi.
Başta gençler ve kadınlar olmak üzere Kürt halkı bu vahşi saldırılara aylarca direndi. 1700 civarında polis ve askerin öldüğü saptandı. Fakat ne PKK’den gerilla desteği ne de HDP’den eylemsel destek geldi. Rojava Devrimi ile birlikte Kürt hareketinin merkezi Suriye’ye kaymıştı. HDP ise seçimlere kilitlenmiş, o dönemde kurulan “seçim hükümeti”ne iki bakan vermişti. Kürt halkının büyük direnişine rağmen gereken desteği alamaması, yenilgiyi kaçınılmaz kıldı.
Faşist ablukanın ardından Kürt kentlerindeki belediyelere kayyum atandı. 12 Eylül’den sonra ilk kez AKP döneminde kayyumla karşılaşıldı. Eylül 2016’dan itibaren Kürt hareketinin kazanmış olduğu 101 belediyenin 95’ine kayyum atandı. Ne var ki, bu saldırılara ciddi bir karşı koyuş gerçekleşmedi. En azından “kazanılmış mevzileri direnmeden terketmeme” tavrı izlenmedi.
Kürt halkına dönük saldırılar sadece siyasi-demokratik alanla sınırlı değildi. Esas olarak ekonomik sömürü ve talan ağırlaşarak sürdü, sürüyor. AKP döneminde Kürt bölgesi “Türkiye’nin Çin’i” olarak adlandırıldı. Kürt işçi ve emekçilerini “ucuz işgücü” olarak görüldüklerini, diğer bölgelere kıyasla daha ağır sömürüye tabi tuttuklarını açıkça itiraf ettiler. Dahası, Kürt bölgesi için “düşük ücret” demek olan “bölgesel asgari ücret” tartıştırıldı. Fiiliyatta Kürt illerindeki ücretler zaten resmi asgari ücretin çok altındaydı. En fazla iş cinayetlerinin görüldüğü inşaat ve maden sektöründe katledilenler arasında büyük oranda Kürt işçileri vardı.
AKP döneminde sürdürülen bir diğer politika da “Güneydoğu Anadolu Projesi”-GAP oldu. Erdoğan, 27 Mayıs 2008’de Diyarbakır’da şaşalı gösterilerle GAP’ı canlandırma ve geliştirme programını açıkladı. Bu tam da ABD’nin Irak işgali sonrasına, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin kurulma aşamasına denk getirilmişti. Ortadoğu’nun petrol rezervlerinin korunması açısından GAP, stratejik bir noktada duruyordu çünkü. Buna karşın bir türlü bitmeyen, sürekli ertelenen bir proje oldu. En son Erdoğan, bitiş tarihini 2012 olarak vermişti, ama ne o yıl ne de sonrasında bitirildi. AKP, GAP kapsamındaki kamu yatırımlarını da özelleştirme yolu ile satarak tasfiye etmeye başladı. Diğer yandan yılda dört kez ürün verebilecek verimli ovalar, tarım alanları arsaya dönüştürdü; yeni imar planlarıyla ranta açıldı.
2015-16 yılları arasında Kürt kentlerinin yakılıp yıkılmasının ardından başlatılan “yeniden inşa” süreci de emperyalist ve işbirlikçi tekellere yaradı. Diyarbakır’ın Sur ilçesi, Cizre, Şırnak, Hakkari vb. yerle bir edilen bütün Kürt kentleri, başta TOKİ olmak üzere tekellere açılmış durumda.
Suriye savaşının başlangıcından itibaren Türkiye’nin Suriye sınırları içinde “tampon bölge” oluşturma isteği, bölgedeki gelişmelerden dolayı ABD’den bir türlü onay alamıyordu. Türkiye’nin Rusya ile ilişkileri geliştirmesi sonucunda, ABD ve Rusya’nın göz yummasıyla 2018 yılından itibaren parça parça işgallere başladılar. Rojava Devrimini boğmak, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını gaspetmek için savaş dahil her türlü saldırıyı gerçekleştirdiler. Dört ayrı ülke sınırları içinde bulunan Kürdistan’ın tek bir ülkede bile elde ettiği kazanım, diğer ülkelere de sıçrama ihtimalini arttırdığından, Türkiye ve bölge ülkelerinin egemen sınıfları, Kürtler üzerinde baskı kurmakta birleştiler.
Buna karşın Kürt halkı direniyor, ulusal özelliklerini koruyor, bağımsız bir Kürt devleti hayalini canlı tutuyor. Fakat bu baskı ve soygun sistemi temelinden yıkılmadıkça, Kürdistan’ın siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel hiç bir alanda düzelmesi mümkün değildir. Tüm ezilen uluslarda olduğu gibi, Kürt ulusal sorunu da şu ya da bu emperyaliste dayanarak ve reformlarla çözülemez. Emperyalizmle birlikte gericileşen burjuvazinin, ulusal sorunu çözme ihtimali kalmamıştır. Ondan dolayıdır ki, ulusal sorunun çözümü de proletaryanın önderliğinde gerçekleşecek devrimlerle mümkün olacaktır.
Sonuç olarak; AKP’li yılların bu kadar uzun sürmesi ve bu kadar tahripkar olmasında, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin ve TÜSİAD patronlarının verdiği destek vardır. Emperyalist savaş ve ekonomik kriz, AKP gibi gerici-faşist bir partiye ihtiyaçlarını arttırmış ve yıllarca süren karanlık bir dönemi yaşatmıştır. Daha önemlisi; işçi ve emekçilerin örgütsüz oluşu, sendikaların bile nitel-nicel güç kaybına uğraması, komünist ve devrimcilerin tasfiyecilik ve teslimiyet girdabından çıkamamasıdır.
Fakat AKP için artık yolun sonuna gelinmiştir. Her çıkışın inişi vardır; ne kadar yükseğe çıkılırsa düşüş de o kadar şiddetli olur. AKP ve Erdoğan “zirve”yi yaşadı, ivme artık aşağı doğrudur. Esasında AKP, önce 2010 yılında gerçekleşen Tekel Direniş’nde, asıl olarak da 2013’te Haziran Ayaklanması’nda büyük bir sarsılma yaşadı. O günden bu yana kitle desteği sürekli düştü. Ayaklanmadan sonraki ilk genel seçimlerde (7 Haziran 2015) önemli bir oy kaybına uğradı ve tek başına hükümet kuramaz hale geldi. Fakat yine muhalefet partilerinin yardımıyla ayağa kalktı. 7 Haziran sonrası ortada görünmeyen Erdoğan ile ilk görüşmeyi Deniz Baykal yaptı ve bir kez daha Erdoğan’ı kurtarıcı rolünü üstlendi. CHP aylarca AKP ile “istikşafi görüşmeler” adı altında kitleleri oyaladı. Erdoğan ise, Devlet Bahçeli’yi de arkasına alarak, 7 Haziran seçim sonuçlarını tanımadığını açıkladı; “tekrar seçim” dedi. Muhalefet, AKP’nin “yeniden seçim” dayatmasını reddetmek yerine, oylarını daha da arttıracaklarını söyleyerek kitleyi sandığa çağırdı. “Seçim hükümeti”ne HDP iki bakan verdi; hem de Kürt kentleri yanıp yıkılırken…
AKP, 7 Haziran’la 1 Kasım arasında geçen 6 ay içinde oylarını yüzde 10 arttırdı ve tek başına hükümet olabildi! Sonraki tüm seçimlerde açıkça hile yaparak işbaşında kaldı. Muhalefet ise sadece “teşhir”le yetindi, bütün hileli seçim sonuçlarını kabul etti.
Gerçekte AKP, seçim meşruiyetini yitirmiş durumdadır. Bunu en son 2019 yerel seçimlerinde bir kez daha gördük. Tüm hilelerine ve İstanbul’da “tekrar seçim” dayatmasına rağmen, neredeyse tüm metropol belediyeleri kaybetti. Ki nüfusun ezici çoğunluğu buralarda yaşıyor.
Sonuçta Haziran Ayaklanması’ndan bu yana kitle desteği sürekli düşen AKP, muhalefetin yardımıyla ayakta duruyor. Fakat artık bunun da sonuna gelindi. Kitlelerin AKP’ye tepkisi o kadar büyümüş durumda ki, muhalefet partileri aynı şekilde devam ederse, onları da ezip geçecektir. Ve bu “tehlike” karşısında egemenler, AKP’den vazgeçmek zorunda kalacaklardır. Dolayısıyla AKP’yi alaşağı eden, yine halk hareketi olacaktır.
Dipnotlar
* AKP döneminde tarım ve hayvancılıkta yaşanan yıkım “Tarımda bolluk ve açlık yanyana” başlığı altında sunulan raporla ortaya kondu. Bu raporla birlikte tarımsal alanda son 20 yıldaki gelişmeler, Türkiye tarımında kapitalistleşmenin boyutları, kırsal kesimde sınıfların durumu, kooperatifleşme ve örgütlenme sorunları vb. geniş biçimde “Tarımda tekelleşme ve TARIM KRİZİ” adlı kitapta toplandı. (Yediveren Yay. Ekim 2020)
** AKP döneminde işçi ve emekçilere dönük saldırılar, işçi ve emekçilerin talepleri, mücadele ve örgüt biçimleri, direnişleri “AKP’li yıllarda işçi-emekçi hareketi” başlıklı raporda ele alındı. Bu rapor aynı isimle Haziran 2020 tarihinde Yediveren Yayınları tarafından bir kitap halinde yayınlandı. Konuyla ilgili daha geniş bilgi sahibi olmak isteyenler bu kitaba başvurabilir.