Günümüzden 175 yıl önce yayınlanan “Komünist Manifesto” şu sözlerle noktalanıyor: “İşçilerin zincirlerinden başka kaybedecekleri birşeyleri yoktur, ama kazanacakları koskoca bir dünya vardır! Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!”
İşçi sınıfının ustaları Marks ve Engels tarafından kaleme alınan bu eser, işçi sınıfı partisinin ilk programı niteliğindedir aynı zamanda. Sadece yazıldığı dönemin sorunlarını ve çözüm yollarını ortaya koymakla kalmaz; çağını aşan, eskimeyecek temel ilkeleri belirler. Onun için bugünümüze ve yarınımıza da ışık tutar.
Yazıldığı günden bugüne en fazla dile çevrilen ve en fazla basılan kitapların başında gelmesi, bilimsel gerçeklere dayanması ve her dönemin sorunlarına yanıt verebilmesindendir. Tıpkı bugün vahşi kapitalizm dönemini aratmayacak koşullarda çalışan işçi sınıfına yol göstermeye devam etmesi gibi…
* * *
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfı, son 20 yılda çok önemli hak gasplarına uğradı. Bunu ülkemizde uç boyutlarda yaşadık, yaşıyoruz…
Ekonomik krizle birlikte açlık ve işsizlik bir tehdit olmaktan çıktı, somut bir durum halini aldı. Gün geçmiyor ki, yeni bir işçi kıyımı yaşanmasın. İşsizlik oranı, özellikle gençlerde yüzde 40’lara dayanmış durumda. Her iki gençten biri işsiz artık!
Kriz koşullarında işsizlik, açlık ve ölüm demek. Yeni iş bulma olanağının, hatta umudunun bile kalmadığı bu ortamda, işsizliğin başka bir anlamı yok! Oysa çalışmak en temel insan hakkı! İşçi sınıfı ilk ortaya çıktığı dönemden itibaren bunun mücadelesini verdi. 1831 yılında Fransa’nın Lyon şehrinde ayağa kalkan işçilerin sloganı “Ya çalışarak yaşamak, ya savaşarak ölmek”ti. O yüzden ölümüne savaştılar.
İşsizliğe ve açlığa karşı kişisel çabalar çözüm değildir. Ne ülkeyi terketmek, ne de hayata küsüp intihara teşebbüs etmek… Tek çare, sınıf kardeşlerimizle birleşmek, örgütlenmek ve mücadeleyi yükseltmektir.
* * *
İşçilerin son aylarda artan direnişleri, bu gerçeği etinde-kemiğinde hissetmesindendir. İşten atılan ya da çok az bir ücretle uzun saatler çalıştırılan işçiler, fiili eylemlerle direnişe geçti ve çoğunda kazandı. Fakat patronların yeni hamleleriyle karşı karşıya kaldılar. Patronlar özellikle de sendikalı işçileri işten atmak istiyor. Bunun yolu olarak da “tazminatını al çık” diyor.
İşçinin zaten hakkı olan tazminatı bir lütufmuş gibi sunması bir yana, tazminatını verince işten atma rahatlığına kavuşması en önemli sorundur. Çünkü varolan sendikalar da işçinin işten atılmasını değil, sadece tazminatsız atılmasını sorun ediyorlar. Böyle olunca işçilerin önemli bir kısmı tazminatını alıp evine gidiyor.
Oysa temel talep işe geri dönmek olmalı. Hem de sendikalı olarak. Aksi halde patronlar tazminatları ödeyip işçileri atmakla kalmayacak, çalışanları sendikasızlığa mahkum edecek ve daha az işçiyle daha çok iş yaparak kar rekorları kırmayı sürdürecek.
Ayrıca tazminat olarak verilen paraların yaşanan yüksek enflasyon koşullarında iyice pula döndüğü ortada. Bu koşullarda tazminatını alarak işten atılmak bir kazanım olmaktan çıktı; aksine sadece atılan işçi için değil, bir bütün olarak işçi sınıfı adına kayıp haline geldi.
İşçi ve emekçilerin işten atılmalara ve düşük ücretlere karşı artan tepkisi ve bunu fiili eylemlerle ortaya koyması, egemen sınıfların en büyük korkusudur. Temmuz ayında asgari ücrete zam yapılmasının AKP’li bakanlar tarafından dillendirilmesi bu yüzdendir. Her ne kadar Erdoğan, bu talebin önünü kesmeye çalışsa da, belirleyici olan işçi-emekçi hareketidir.
Sözde asgari ücrete “görülmemiş” oranda zam yaptılar! Asıl “görülmemiş” olan hayat pahalılığının ulaştığı boyutlardır. Gıda başta olmak üzere temel ihtiyaçlara artık her gün zam geliyor. Nisan ayının başında doğalgaz ve elektriğe yeniden yüzde 40 civarında zam geldi. Geçtiğimiz ay Türk-İş’in belirlediği “açlık sınırı” 5 bin TL’nin üzerindeydi. Asgari ücret, daha ilk aylarda “açlık sınırı”nın bile altında kaldı.
Bırakalım Temmuz ayını, hemen bu ay asgari ücrete zam yapılması gerekiyor. Temel ihtiyaç maddeleri her gün zamlanıyorsa, işçinin ücretine de her ay zam yapılmalı. Başka türlü, sadece beslenebilmek bile imkansız hale gelmiş durumda.
* * *
Hal böyleyken muhalefet partileri tek çare olarak sandığı gösteriyor. “Godot’yu bekler gibi” seçim zamanını beklememizi öneriyor. Ne zaman, nasıl yapılacağı, hatta yapılıp yapılmayacağı belli olmayan seçimleri…
Bu arada AKP-MHP bloku yeni seçim yasasını geçirerek, bir kez daha seçimleri kazanmanın yollarını döşüyor. Yüksek Seçim Kurulu’nun yapısını değiştiriyor, cumhurbaşkanına devlet olanaklarıyla seçim propagandası hakkı tanınıyor, az oyla çok milletvekili çıkaracak düzenlemeler yapılıyor…
Kitle desteğini iyice yitiren bu faşist blok, siyasal ömrünü uzatma peşinde. Zaten 2015 seçimlerinden bu yana her tür hileyi kullanarak işbaşında kalabildi. Ve bunların hepsine muhalif partiler boyuneğdi. Yeni seçim yasası karşısında da konuşmak dışında bir şey yapmadılar. Tek yaptıkları halkın tepkisini bastırmak, seçimin yapılacağı güne kadar sabretmelerini istemek…
Ama zamlar seçim gününü beklemiyor! Bir sağanak gibi yağmaya devam ediyor. İşçi ve emekçinin de bekleyecek tek bir günü yok!
1 Mayıs’a doğru ilerleyen günlerdeyiz. İşçinin-emekçinin bayramı 1 Mayıs’a, derinleşen kriz ve büyüyen savaş koşullarında giriyoruz. Bize bayramımızı yaşatmıyorlar. O halde kendimiz yaratacağız. Birlik, dayanışma ve mücadeleyle!… “Komünist Manifesto”da ustalarımızın gösterdiği yoldan ilerleyerek… Ellerimize, ayaklarımıza, ille de beynimize vurulan zincirlerden kurtulup savaşsız, krizsiz, sömürüsüz bir dünya için mücadele ederek…
Kurtuluşumuz seçimlerde değil, birliğimizde, mücadele gücümüzdedir. 1 Mayıs, bu gücü ortaya koyacağımız en anlamlı gündür! 1 Mayıs’ta alanları zaptedelim! Taleplerimiz için eyleme geçelim!