Hatay’da 15 gün boyunca dayanışma faaliyeti yürüten PDD çalışanı Gülümser Seyitcemaloğlu ile, depremin 20. günü Artı Gerçek internet sitesi için Esra Çiftçi ile yapılan ve kısaltılarak yayınlanan röportajın tamamını yayınlıyoruz.
* * *
‘99 depremini yaşamış biri olarak kıyaslamak gerekirse, İstanbul ve İzmit’ten çok daha büyük bir yıkım ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. O zaman, deprem asıl olarak belli bölgeleri etkilemişti. Yıkımın merkezinde olan bölgelerin dışında, aynı kentte hızla normal yaşamına geri dönebilen önemli bir nüfus vardı. Bu durum, halkın kendi içinde yardımlaşmasını da kolaylaştırıyordu.
Hatay’da ise, bütün kent ya yıkılmış ya da ağır hasarlı hale gelmiş. Böyle olunca, hem hayatta kalan herkesin ailesinden çok sayıda cenaze çıkmış oluyor, hem de halkın kendi içindeki maddi-manevi dayanışmasının olanakları zayıflıyor. Yıkımı, tahribatı daha da büyüten, toparlanmayı geciktiren önemli bir etken bu.
Deprem sonrasında en önemli sorun barınma sorunu. Depremin ilk günlerinde arabası olanlar arabanın içinde kalmışlar. Köyde akrabası olanlar ise köye gidip, akraba evlerinin yanına derme-çatma çadır benzeri şeyler kurmuşlar. Arabası ya da akrabası olmayanlar ise, ilk günlerde çok büyük bir çaresizlik yaşamışlar. Hava soğuk ve yağışlı iken, altına girecek tek bir çatı, içinde kalacak tek bir çadır yokken, çocuklarla birlikte ortada kalmak büyük bir kâbus.
SERALAR ÇÖZÜM DEĞİL
Bazı evler ağır hasarlı, iki metre ötesine çadır kurmuşlar. Bir sallantıda bina çadırın üzerine düşecek. Bahçe yok, yol yok, çadır kurabileceği başka bir alan yok.
Antakya’da seracılık çok yaygın. Şehir merkezi dışında neredeyse herkesin evinin önünde bahçesi var; büyük bahçesi olanların da seraları. Deprem sonrası insanlar seralarda ekili ürünleri söküp ekinlerin yerine yatak sermişler. Serası olanlar seralarında kalıyor. Seraların büyüklüğüne göre kaç kişi sığarsa o kadar kişi yerleşmiş; kimisinde 30, kimisinde 80…
Seraların üzerinin kapalı ve korunaklı olması, iyi bir çözümmüş veya çadıra alternatif gibi görülebilir, ama öyle değil. Ekim yapıldığından toprak sürekli ıslak, mevsim de kış. Ben de birkaç gün bu seralarda kaldım. İlk gece üzerimde iki battaniye bir yorgan olmasına rağmen ısınamadım; hepsinin ıslak olduğunu hissettim. Yani ıslaklıktan uyuyamıyorsun. Altta toprak ıslak, sera genel olarak terleme yaptığı için naylonların iç cephesi ıslak. Haftalarca insanlar bu seralarda kaldılar. Şanslı olanlar palet bulmuş, paletlerin üzerine yatak seriyor; bulamayanlar, toprağın üzerine branda seriyor ya da evlerdeki halıları çıkartıp toprağın üzerine seriyorlar. Yataklar, minderler halının üzerine yerleştiriliyor, günden güne bu ıslaklık halıya geçiyor, halıdan yatağa ve sen o ıslaklığın üzerinde yatmaya devam ediyorsun.
Bazıları da seranın içinde soba kuruyorlar; onların durumu biraz daha iyi.
AFAD KENDİ DIŞINDAKİ YARDIMLARI
ENGELLEMEK İSTİYOR
Şehir merkezi çok sıkışık. Deprem öncesi dar sokaklara bakan yüksek katlı binalar ya yıkılıp sokakları kapatmış ya da ağır hasarlı olduğu için yaklaşmak tehlikeli. Bu alanlara çadır kurma olanağı yok.
Burada iki tane büyük park var: “Sevgi” ve “Dostluk” parkları. Bir de arka tarafta küçük park alanları var. Dayanışma faaliyeti yürüten devrimci-demokrat kurumlar bu parklara çadır kurmuş. Sonrasında AFAD da gelip bu parklara yerleşmiş. İlk başlarda yoktular şimdi giderek AFAD’ı görmeye başladık. Okullara, boşluk alanlara yerleşiyorlar. Devlet AFAD’ın daha fazla görünür olması için uğraşıyor.
Şöyle bir örnek yaşadık; Antakya’da Ekinci Mahallesi’nde hiç çadırkent yoktu. Adana’dan gelen bir özel şirket, Ekinci’deki iki okulun bahçesine, toplam 120 çadırlık bir çadırkent kurmaya başladı. Güneş enerjili aydınlatma, soba, odun ve mutfak da getiriyor. Çadırları kuruyorlar, tam insanlar yerleşecek, devlet müdahale ediyor, ‘okullar açılacak, buraya çadır kuramazsınız’ diye. O zaman da şirket çadırları topluyor ve gidiyor.
Bu arada, bütün okullarda AFAD çadırları var. Ekinci’de niye müdahale ediyor; çünkü burası muhalif bir mahalle! Ali İsmail Korkmaz’ın yaşadığı mahalle burası!
Diğer taraftan, devlet kendisi dışındaki tüm yardım çalışmalarını kontrol altında tutmak, kendileri dışındaki tüm yardımları engellemek istiyor.
GÖÇLER ve
DEVLET OTORİTESİ
Hatay’da tahrip olmayan ev yok gibi. Kalacak yeri olmayan, çadır bulamayan, akrabalarının yanına sığınamayan önemli bir nüfus göç etmiş buradan. İlk günlerin, deyim yerindeyse “vahşi” koşullarına dayanmak gerçekten çok zor. Zaten en büyük göç, ilk günlerde yaşanmış. Bedava otobüsler, bedava kalacak yerler, sürekli şehir dışına kalkan otobüslerin duyuruları ile göçün hızlandırıldığını görüyoruz.
Bir de provokasyonlar var. Mesela daha ilk günlerde, resmi kıyafetli kişilerin sirenler çalarak “baraj patladı, kaçın” diye bağırarak kitlenin içine daldığı biliniyor. Tabi ki baraj patlamamış; amaç insanların kentten göçetmesini sağlamak. Devletin kentin dokusunu değiştirmek gibi bir hedefi var.
Nüfusun ne kadarının göç ettiği henüz bilinmiyor. Ama her aileden şehir dışına çıkan çok sayıda insan var. Zaten kentteki ıssızlığı fark etmemek mümkün değil. Belediyelerin yemek dağıtım noktalarında, akın akın gelen bir kalabalık yok mesela. Ama şimdi başka illerde konaklayan depremzedelere, kaldıkları yerden, özellikle de otellerden çıkmaları için baskı yaptıklarını, süre koyduklarını duyuyoruz.
Depremin ardından devlet ortada yoktu. Başlangıçta CHP’li belediyeler de çok ilgili değildiler. Kitle örgütlerinin ve devrimci-demokrat kurumların büyük bir çabayla, büyük bir sahiplenişle Hatay’a yardıma koşmaları, onları da harekete geçirdi. Hatay’ı kaybetmekten korktular, daha güçlü ve kurumsal müdahaleye başladılar. Genel yardım dağıtımının yanı sıra, yemek dağıtımı, çöp toplama gibi işleri düzene soktular.
Devlet ise iplerin elinden kaydığını fark ettiğinde, dolaylı yöntemlerle müdahale etmeye başladı. Mesela çok fazla asker ve polis yığınağı söz konusu burada. Keza JÖH’ler PÖH’ler, Hatay’ın geneline yayılmış durumda. Asker ve polis giderek hayatın bir parçası haline geliyor; senin gibi yemek sırasına giriyor, senin gibi revire gidip ilaç istiyor; böylece günlük hayatın içinde “normalleşiyor.” Polis ve asker konusunda göz alışkanlığı oluşuyor. Genel olarak bir şeye karışmıyor gibi görünüyorlar, ama yardım dağıtımı sırasında müdahale ettikleri, gözaltı tehdidinde bulundukları oldu.
Devletin bir başka müdahalesi de, hasarlı evlerin boşaltılmasını yasaklamak ve izne bağlamaktı. O güne kadar her tür ihtiyaçlarını gönüllü kurumlarla karşılamaya alışmış olanlar, evini boşaltmak için, devletin izin noktalarında uzun kuyruklar oluşturmaya, izin kâğıdı almaya başladılar. Böylece devlet otoritesini yeniden hatırlatmış oldu.
ÇADIRKENT DEĞİL TOPLAMA KAMPI
AFAD’ın çadır kurduğu yerlerin etrafının çevrili. AFAD kampları toplama kamplarına benziyor.
Günler-haftalar boyunca ortada hiç görülmeyen AFAD, bugünlerde çok fazla çadır kurmaya, çadır alanı açmaya başladı. İlk olarak okullara kuruyordu, bunlar zaten mahallenin orta yerindeki alanlardı. Giderek çok ıssız, toplum hayatından uzak yerlere kurmaya başladılar. Mesela Samandağ’da sahile kurmuş bir çadır-kamp; üstelik deprem sonrası tsunami uyarısı yapılırken…
Diğer kampları da böyle şehre uzak yerlere kuruyorlar. Bu kamplarda en büyük sorun, “toplama kampı” mantığıyla kuruluyor olması. Mesela Antakya ilçesinde sanayi sitesinin karşısındaki boş alana bir kamp kuruluyor. Tabelasını koymuşlar “AFAD çadır kenti” diye! Daha tek bir çadır yok, ama etrafını tel örgüyle çeviriyorlardı gördüğümüzde. “Savaştan mı çıktık, mülteci mi olduk, bilmiyoruz” diyor insanlar.
“AFAD toplama kampları”nın etrafındaki bu tel örgü ne anlama geliyor? Çaresiz insanları bu tel örgülerin arkasına sokacaklar ve baskı altına alacaklar. Devlet diyor ki, “sana çadırını veriyorum, günde üç öğün yemeğini de veriyorum, bundan sonra sesin çıkmasın, ben ne yaparsam yapayım itiraz etme!” Çünkü halkın öfkesi giderek yükseliyor, çeşitli sorunlar için tepkiler büyüyecek, protestolara dönüşecek. Beslenme, barınma sorunları giderek daha yakıcı hale gelecek, halkın eylemli tepkileri çoğalacak. Devlet şimdiden bunu kontrol altına almaya çalışıyor.
Depremzedeler çadırkenti istemiyor, kendi evinin önüne çadır kurmak istiyor. Zaten ‘eksilmişlik’ duygusu var, kayıpları var; komşularının yanında ayrılmak istemiyorlar. Kendi hayvanı, bahçesi, serası olanlar var. Bu nedenle çadırı evlerine yakın kurmaya çalışıyorlar. Hele ki geçimini tarımdan sağlayanlar ‘ekin tarlada, ben nereye gideyim’ diyor. Her gün sulaması lazım, bakımı yapılması lazım, hayvanların sağılması, beslenmesi lazım. Evi yıkılmış, ama yıkılan evin önünden ayrılamıyor.
Biz konteyner çalışmasını yaparken, bunu dikkate aldık. Önce bir konteyner alanı kurabilir miyiz diye düşündük. Gördüğümüz tablo üzerine tek tek evlerin önüne kurmanın daha isabetli olacağını gördük. Bir miktar para topladık, bazı malzemeleri de para vermeden aldık, üretimi yapan kişiler bunu bağış olarak kullanmamızı istediler. İlk elde 10 tane konteyner inşa edebileceğimizi gördük. Karadeniz’den arkadaşlarımız yine gönüllülük temelinde çalışmak üzere geldiler. Yaptığımız konteynerlere en çok çocuklar sevindi. “Kendi evleri” olacak inşaatın ortasında oyun oynamaları gerçekten çok güzel bir görüntü oluşturdu.
ÇOCUKLAR İÇİN
ACİL ÇÖZÜM ÜRETİLMELİ
Burada bebek neredeyse kalmadı. İlk göç edenlerin içinde bebekli olanlar çok fazla. Öyle ki yardım dağıtım noktalarında bebek bezi ve mamasında stoklar oluştu.
Çocukların ise dengeleri bozulmuş durumda. Bir taraftan bütün yaşam kuralları kalktı, düzenleri değişti, alışkanlıkları değişti. En önemlisi ebeveynlerin çocuklara karşı davranışları değişti, ya çok yumuşak ya çok sert hale geldi.
Diğer taraftan, çocuklar büyüklerin kaygılarını katlanarak hissediyorlar. Kendi kaygıları devam ediyor. Kimisi içe kapanıyor, kimisi daha saldırgan, stresli, hırçın hale geliyor. Son kaldığım yerde 3-9 yaş arası çok sayıda çocuk vardı. Heyecanla anlatıyorlar depremi. Her biri kendi yaşadığı olay üzerinden sonuç çıkarıyor. Mesela biri, evlerde avize kullanmamak gerektiğini söylüyor; evdeki avizenin parçalanması onların dışarı çıkmasını zorlaştırmış. Bir başkası, ertesi gün okul olacağı için okul çantasını hazırlamış ve yatmadan önce kapının önüne koymuş; deprem olunca annesi onu dışarıya çıkarmaya çalışırken, o arada okul çantasını kucaklamış, çıkarmış. O çantayı iki gün kucağında tutuyor.
Çocuklardan birine, ‘büyüyünce ne olacaksın’ diye soruyorum; ‘doktor olacaktım, ama…’ diyor, cümleyi tamamlamıyor. Durum o kadar belirsiz ki, o kadar uzun bir geleceğin hayalini kuramıyor. Daha yakın hayalleri var artık; mesela konteynırda yatağını nereye koyacağını bulmaya çalışıyor.
Aslında çocukların bir an önce çadır yaşamından ‘kurtulması’ gerekiyor. Depremle ilgili kaygılardan uzaklaşmaları, sadece ‘ders’le ilgili kaygıları taşımaları lazım. Samandağ’da Eğitim-Sen’liler ‘çadır-okul’ açmaya başlamış. Keza bazı kurumlar, çocuklara yönelik çalışmalar, oyun etkinlikleri vb. düzenliyorlar. Ancak bunlar yeterli değil. Tek çözüm, okulların acilen açılması. Çocukların ve öğretmenlerin hasarlı okul binalarına girmelerini kastetmiyorum elbette; çadır okullar, konteynır okullar açılabilir, yeni öğretmen tayinleri yapılabilir.
Aileler de okulların açılmasını istiyor, ama şu anda Hatay’da toplu taşıma yok, mazot-benzin çok pahalı. Okula nasıl götürecekler, nasıl bekleyecekler gibi, bir sürü sorun var. Bunlara en iyi çözüm, her mahallenin kendi okulunun açılması.
Özellikle kadınlar çocuklarının durumuna çare istiyorlar. Zaten deprem sonrası kadınların yükü iki kat arttı. Depremden en fazla mağdur olan kesim, yine kadın oldu. Daha önce ev olanakları içinde yaptıkları tüm işleri şimdi ‘sokakta’ ve elle yapıyorlar. Elde çamaşır, bulaşık yıkıyorlar mesela. Çocuklarını banyo yaptırmak için çadırın içine kovalarla su taşıyor, leğenin içinde yıkıyorlar. Çadırın içindeki yataklar her akşam seriliyor, her sabah yeniden toplanıyor. Kadınlar sürekli çalışma halindeler.
YAŞAMIN KURULMASI GEREKİYOR
Hatay’da depremin üzerinden yaklaşık bir ay geçti. En temel ihtiyaçlarda bile devasa sorunlar devam ediyor. İlk haftalarda çadır da yoktu. Fakat insanlar aylar boyunca çadırda kalamazlar. Onlarca insan aynı çadırın-seranın içinde kaç ay birlikte yaşayabilir ki? Hızlı biçimde konteynerlar (konteyner-kentler değil) kurulması lazım.
Şehrin trafik düzeni tamamen bozulmuş durumda. Yol kenarlarında riskli binalar olduğu için, trafikte ‘kendi şeridinde’ kalmıyor sürücüler, ortadan gitmeye çalışıyor. Araçlarını park ederken, bina yanlarına park etmemeye çalışıyorlar. Trafik ışıkları halen çalışmıyor; insanlar gergin, dalgın, sinirli ve üzgünler. Trafikte doğru düzgün araç olmamasına rağmen, bu durum sorun yaratıyor. Mesela Hatay’a geldiğimin ertesi günü ciddi bir trafik kazası geçirdim.
İnsanların yaşama dair sorunlarının acilen çözülmesi gerek. En başta toplu taşımanın hemen başlaması gerekiyor. Hastane dahil mahalle dışında bir yere gitmek çok büyük sorun oluyor çünkü.
Ayrıca tarım üretimine dönük çok hızlı ve etkili teşviklerin yapılması lazım. Ahırların düzeltilmesi, birçok yerde bozulmuş olan sulama sisteminin düzeltilmesi, en önemlisi ‘alım garantisi’ getirilmesi gerekiyor.
Belediyelerin çalışması da en hızlı hayata geçebilecek şeylerden biridir. Çok sayıda çalışanını kaybetti belediye. Hızla yeni işçi alımları yapılmalı ve bu yeni kadroyla şehrin belediye hizmetlerini sürdürmeli.
Barınma sorunu daha uzun vadeli çözülecek bir sorun. Ama kısa vadede hızla yapılabilecek şeyler var. İnsanları çadırkamplara sokup, günde üç öğün yemek vererek yaşatamazsınız. İnsanın dışarıya çıkması, başka insanlarla sosyalleşmesi, çalışmasıüretmesi gerekiyor. En temel insan haklarından biri çalışmaüretme hakkıdır. Çadırda yaşam sürmeye devam etse bile, her sabah birileri o çadırdan çıkmalı, okulaişe gitmelidir.
Hatay’da gönüllü çalışmalar, dayanışma faaliyetleri devam ediyor, etmeli de. Bu çalışmalar kısmi bir rahatlama sağlıyor. Ancak burada yaşamın yeniden kurulması, devletin rantçı ve kar odaklı yaklaşımlarına karşı, uzun soluklu ve etkili bir mücadeleyi zorunlu kılıyor.