Şimdi ne yapacağız?

Depremde kayıplarımız resmi rakamlara göre 50 bine yaklaşıyor. “Kimliği tespit edilemeyenlerin” bu rakama dahil edilmediğini doğrudan devlet açıkladı. Keza depremin ilk günü insanların kendi çabalarıyla enkazdan çıkarıp, en hızlı biçimde gömdükleri yakınları dahil değil bu sayıya. Dışarıda sağ kalan akrabası olmadığı için peşine düşülmeyen, enkazla birlikte cenazesi de molozların arasında yokedilenler de…

Böyle bakıldığında gerçekte ölümlerin yüz binin çok üzerinde olduğunu görmek zor değil.

Bir de kayıplarımız var. Yine resmi rakamlara göre 55 çocuk, 140 yetişkin kayıp, kimliği belirlenemeyen 0-1 yaş arası 137 bebek var. Bunlar yine yakınları tarafından resmi kurumlara bildirilen ve aranan kayıplar. Enkazdan tek başına canlı çıkan, ailesi ölen, bu nedenle “arayacak kimsesi” olmadığı için “kayıp” listesine eklenmeyenler dahil değil bu sayılara. Bir de tarikatlara teslim edilen çocuklar, kadınlar…

Enkazın altından yardım isteyen yakınlarımızın sesi hala kulaklarımızda. Kaybettiklerimizin, sevdiklerimizin yüzü her gece rüyalarımıza girmeye devam ediyor. Her sarsıntıda deprem anını yeniden yaşıyoruz. Daha yasımızı bile tutamadık.

Henüz hiçbir sorun çözülmüş değil. Barınma, beslenme, giyim, ısınma sorunlarımız bile devasa bir halde önümüzde duruyor. O halde ne yapacağız?

 

İktidar boşluğu, “ikili iktidar” değildir!

Depremin ilk anlarından itibaren devrimci-demokrat kurumlar deprem bölgelerine koştular. Günler boyunca sadece bu kesimlerin gönüllü çalışmasıyla insanlar enkazdan kurtarıldı, ilk ihtiyaçları karşılandı. Ardından gelen günler ve haftalarda ise, cansiperane bir yardım-dayanışma çalışması yürütüldü.

Devletin ortada görünmediği, halkın kendi acılarıyla başbaşa kaldığı bu koşullarda, devrimci-demokrat kesimlerin çalışmaları göz doldurdu ve halka güven verdi. Ancak bütün bu çalışmalar, devrimci-demokrat kurumların “iktidar” olmasını sağlamaya yetmezdi, yetmedi de. Devletin yarattığı boşluğun çok küçük bir kısmı doldurulmuş, yardım bekleyen halkın çok küçük bir bölümüne ulaşılmıştı. 

Devlet yardım faaliyetlerinde yoktu; ancak “iktidar” olarak oradaydı. Kızılay çadır satıyordu, AFAD bölgeye ulaşmaya çalışan madencileri ve yardımları engelliyordu. Devlet bant daraltarak iletişimi engelliyor, paylaşım yapanları gözaltına alıyordu; depremin ikinci günü Rojava’yı bombalıyordu.

3.günden itibaren daha etkili biçimde kendisini gösterdi devlet: “Yağmacı” olarak kodladığı kişilere işkence yaparak, binlerce asker, polis, JÖH ve PÖH ile devrem bölgelerinin her köşesine yerleşerek, hasarlı evlerden eşyasını çıkarmak isteyenleri “izin” kuyruklarına sokarak, gelen yardımlara el koyarak…

Devrimci-demokrat kurumlar giderek ağırlaşan devlet baskısına rağmen yardım faaliyetlerini sürdürmek için gerçekten büyük çaba gösterdiler. Ancak giderek bu çalışmaların sadece “yardım” ile sınırlandırıldığı bir tablo oluşmaya başladı. Deprem bölgesinde “dayanışma”nın “tek çözüm” olduğu, sorunların salt “dayanışma” ile çözüleceği anlatıldı sürekli olarak. Ve bir kişiye daha, bir kişiye daha yardım etmek için, bir öğünü daha çıkarmak, bir malzemeyi daha dağıtmak için didinen bir çalışma yürütüldü, yürütülüyor…

Devrimci-demokratların, ardından CHP’li belediyelerin çabasına karşılık, AKP kaybettiği inisiyatifi geri kazanmak için hızlandı. Depremin üzerinden bir ay geçtikten sonra pek çok yere çadır-kamplar, konteyner-kamplar kuruluyor. İnsanlar evlerini bırakarak burada kalmaya zorlanıyor. Yemek ve barınma sorunu çözülmüş gibi gösteriliyor. Gerçekte ise “insanca yaşamak isteyen” insanlara, “ağıla sokulmuş koyun” muamelesi yapılıyor. 

 

“Dayanışma” yetmez:

Hesap sormak gerekiyor!

Muhalif kesimlerin bugüne kadar depremzede halkla kurduğu ilişkinin artık yeni bir boyuta geçmesi gerekiyor. Bu ilişki bir yanıyla “devleti teşhir-kendini anlatma” odaklı bir ilişkiydi. Kabaca, “bakın devlet sizi yalnız bıraktı, ihtiyaçlarınızı biz karşılıyoruz” anlatısına dayalı bir ilişkiydi bu.

Diğer yandan, depremin ilk günlerinde yağmur gibi akan yardımların aynı hızla devam edeceği-etmesi gerektiği varsayılıyordu. Ama bu mümkün değildi. Olmadığı bir ay içinde bile görüldü. Çünkü kitlelerin hem sistemli bağış için maddi olanakları yok, hem de depremin gündemdeki sıcaklığını aylar boyunca koruması olanaksız.

Dahası, depremzedelerin barınma-gıda ihtiyaçlarının ötesinde, acılarını “dindirme”ye de ihtiyaçları var. Gözlerinin önünde akrabalarının enkaz altında ölümlerine an-be-an tanıklık ettiler. Yakınlarının seslerinin duya duya enkaz başında günler geçirip, sonra cenazelerini aldılar. Onların bir kısmı, acıyla öylesine kavrulmuş durumda ki, kimileri yemek dağıtım noktalarına yemek almaya bile gitmiyor; birisi getirip önüne bir tabak yemek koymasa, çadırın içinde açlıktan ölecek.

Bu insanların acıları, sıkıntıları, sorunları “dayanışma” ile bitmez!

“Dayanışma” elbette devam etmeli. Ancak bugün asıl ihtiyacımız, hesap sormaktır.

Yakınlarının acısını bir kor gibi yaşayanların, asıl isteği “kızımı niye öldürdün” diye, birilerinin yakasına yapışmaktır. “Neden bu yıkıma neden oldun” diye hesap sormaktır. “Neden çadırları sattın” diye haykırmaktır. “Ben kalacak bir çadır bile bulamazken, toplanan yardımlar kimin cebine gitti” diye sormaktır. “Bizim için yapılacak konutlara para ödemeyeceğiz”, hatta “Bizi yine plansız ve rant odaklı beton-mezarlara sokmanıza izin vermeyeceğiz” diye meydan okumaktır.

Bizi bu hale getiren devlete hesap sormalı, meydan okumalı, sorumluların yakasına yapışmalıyız. Acıyı öfkeye, öfkeyi eyleme dönüştürmek zorundayız.

Depremin yarattığı sorunları çözmenin tek yolu budur. Acılarımızı söndürmenin, iyileşmenin de…

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …