Muhalefetin seçim yenilgisinin nedenleri

Erdoğan’ın yine kazanması üzerinden, umudunu bu seçimlere bağlamış olan bütün muhalif kesimler bir muhasebe yapıyorlar.

Biz seçimlerin kitleleri sisteme bağlamak için kullanılan bir araç olduğunu, sorunların çözümünün sandığa atılacak bir oyla değil, sınıf mücadelesinin yükselmesiyle gerçekleşeceğini çeşitli biçimlerde ifade ettik. Bu nedenle seçimin de, aldıkları yenilginin de tarafı değiliz. Ancak seçim sonuçları bizi de ilgilendiriyor ve ayrıntılı bir değerlendirmeyi gerekli kılıyor.

En başta yenilginin gerçek nedenleri üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü muhalefet partileri, bunu kitlelerin gözünden saklamak için büyük çaba harcıyorlar ve sorunu hep başka yerlerde göstermeye, kitleleri kandırmaya çalışıyorlar. İkincisi, seçme ve seçilme hakkı, düzen-içi demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır ve son yıllarda bu hak, hiç olmadığı kadar açık biçimde gaspediliyor.

Bu koşullarda bugüne kadar Erdoğan’ın kazandığı her seçimden sonra yazdığımız nedenleri, bir kere daha kısaca hatırlatmak istiyoruz.

1- Seçmen listeleri düzeltilmelidir.

28 Mayıs seçimlerinden birkaç gün önce, YSK’nın listesinde kayıtlı 6 milyon 700 bin “hayalet seçmen” olduğu tespit edildi. 2019 yılından bugüne, tek bir ölüm kaydı bile YSK listelerine girmemişti. Yani AKP, hayatta olmayan kişileri ya da farklı yöntemleri (mesela basit isim-harf değişiklikleri ile) kullanarak 6.7 milyon “fazla seçmen” elde etmiş, sahte kimlikler üzerinden 6.7 milyon fazla oy kazanmıştı.

Seçim günü üzerinde 5-6 tane sahte kimlikle yakalananlar oldu. Keza asker ve polislerin çok sayıda sandıkta “görev belgesi”yle oy kullandığı, MHP’li, AKP’li yöneticilerinin farklı sandıklarda birden fazla oy kullanmaya çalıştığı ortaya çıktı.

Bunun yanında, yaklaşık 2 milyon Suriyeli sığınmacıya doğrudan vatandaşlık verildiği, yaklaşık 1 milyon kişiyi de “ev satışı” üzerinden vatandaş yaptıkları tahmin ediliyor. Bunlar en asgari rakamlar, gerçek oranlar bilinmiyor, bazı veriler üzerinden tahminler yürütülüyor. Bu da, yine AKP’nin hanesine, en az 3 milyon doğrudan oy anlamına geliyor.

Elimizdeki rakamlardan biri de şu: Sandığa giden her 6 seçmenden birinin yabancı olduğu belirtilmiş. Yaklaşık 64 milyon seçmenden 56 milyonu 28 Mayıs günü oy kullanmış. Bunun altıda biri, yaklaşık 9 milyon ediyor.

Nasıl sayarsak sayalım, Erdoğan’a giden haksız oyların, en iyimser durumda bile, 10 milyonun üzerinde olduğu anlaşılıyor. Yaklaşık 28 milyon oy alan Erdoğan’dan bu 10 milyon oy (yüzde 15 civarında) düştüğünde, zaten Kılıçdaroğlu seçimleri açık-ara kazanmış oluyor.

Seçmen listelerinin düzeltilmediği koşullarda muhalefetin seçim kazanması neredeyse olanaksız. Bu nedenle muhalefet partileri, gerçekten seçim kazanmak istiyorlarsa, seçmen listeleri düzeltilmeden bir daha seçimlere girmemek konusunda kararlı davranmalıdır.

2- Düzen partileri için bile, tek mücadele alanı seçim sandığı olmamalıdır. 

Bugün seçimlerle ilgili her şey ya “yasa-dışı” ya da “kural-dışı”dır. Erdoğan’ın üçüncü defa aday olması, üniversite diplomasının olmaması, bakanların milletvekili adayı olmasına rağmen istifa etmemesi, milletvekili seçildikten sonra bile bakan olarak seçim çalışması yürütmesi, AKP’nin seçim çalışmasında devletin tüm olanaklarını seferber edebilmesi, YSK üyelerinin atama biçimi, YSK ve AA’nın veri açıklama yöntemi, seçim sürecinde seçim yasasının değiştirilmesi vb. vb…

Bunların her biri, seçimleri protesto etmek için yeterlidir. Ancak CHP başta olmak üzere tüm muhalefet partileri, bunların hepsine “Anayasa’ya aykırı” dedikten sonra, sorun yokmuş gibi duruma adapte oluyor. Erdoğan “Anayasa’ya aykırı” davranarak “suç işliyor”sa (her seferinde bunu söylüyorlar), CHP ve diğer muhalefet de Anayasa’nın çiğnenmesine göz yumarak suç işliyorlar. Oysa burjuva sistem için “Anayasa’yı korumak” da bir mücadele alanıdır. Bu ihlallerden herhangi biri için “bu koşullarda seçime girmeyiz” cümlesi kurulmuyor.

AKP ile kurulan seçim ilişkisi, bir futbol maçına şöyle benzetiliyor. Hakem karşı takımı tutuyor, maç başlar başlamaz oyuncularınıza kırmızı kart gösteriyor, hiçbir kuralı karşı takıma uygulamıyor; buna karşın sizin yaptığınız nizami hareketlere bile düdük çalıyor. Hatta maç oynanırken rakibiniz lehine yeni kurallar getiriyor. Buna rağmen maça devam ediyor ve taraftarlarınıza kazanma sözü veriyorsunuz! Bu, göz göre göre kendinizi, taraftarlarınızı kandırmaktır! Muhalefet partilerinin yaptığı budur.

Başta CHP olmak üzere hiç biri, AKP’nin herhangi bir saldırısı, ihlali, yasa-tanımazlığı karşısında mücadele vermiyor, durumu değiştirmek için uğraşmıyor; biraz homurdanıyor, sonra AKP’nin minderinde dövüşmeye devam ediyor. Ve tabi bu durumda her dövüşün sonucu, tuş oluyor!

3- Reformizmin teslimiyetçi-uzlaşmacı tutumu, egemen sınıfları değişime zorlamıyor. 

Hükümetler egemen sınıfların tercihleri ve uzlaşmaları sonucunda kurulur. Ancak bu “tercihler” sınıf mücadelesinin düzeyinden bağımsız değildir. Bir adayın seçimleri kazanmasının öncelikli koşulu, “kitle hareketini kontrol altında tutabilme becerisi”dir. Erdoğan, son dönemde kitlelerin nezdinde fazlasıyla yıprandı, bu yanıyla da burjuvazi için “marjinal fayda oranı” oldukça düştü.

Ne var ki, devrimci hareketlerde tasfiyeciliğin başgöstermesiyle güçlenen reformizm, öylesine baskın hale geldi ki, Erdoğan her biçimde nefes alma ve kendini yenileme olanağını yakaladı.

Mesela 1 Mayıs günü kitlesel biçimde Taksim zorlanmış olsaydı, Erdoğan’ın seçimleri kaybetme ihtimali artardı. Ama birçok devrimci kurum ve reformist kesimler, DİSK’in peşine takıldılar; üstelik devrimcilerin karar alma süreçlerinden dışlanmasına razı gelerek Maltepe’ye gittiler. Ve DİSK, bir kez daha “bu Maltepe’ye son gelişimiz, seneye Taksim’deyiz” açıklamasını yaptı. DİSK, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasını, CHP’nin seçim kazanmasına tabi kılmış, devrimci kurumlar ve reformistler de bunun dışına çıkmayı başaramamışlardı. 1 Mayıs gibi enternasyonal bir mücadele gününü “güvenli alan”a sıkıştırdığında, egemen sınıfların baskısını aşmak ve mücadeleyi ileriye taşımak mümkün değildi, olmadı da.

Keza metal işçilerinin Ocak ayında, Erdoğan’ın grev ertelemesine rağmen greve çıkması, Erdoğan’ın artık yönetemez hale geldiğinin önemli bir göstergesiydi. Bu tutum ileri taşınmalıydı, yapılmadı.

Son yıllarda reformizmin dip noktası olan parlamentarizm, sadece reformist partileri değil, devrimci yapıları da büyük oranda etkisi altına almış durumda. Öyle ki, devrimci yapıların önemli bir bölümü faaliyetlerini seçim çalışmalarına endeksli yürütüyor, parlamenter mücadele “diğer görev”lerin önüne geçebiliyor. Dahası, politik-pratik olarak da HDP’ye tabi oluyorlar, onu aşan bir tutum almıyorlar. Bu durum mücadeleyi daha geriye, düzen-içi noktaya çekiyor.

Genel olarak toplumsal muhalefet, özelde sınıf hareketinin düzeyi, burjuvaziyi ürkütecek, onun planlarını, kararlarını bozacak, kendi lehine değiştirecek bir ortam oluşturamadı. DİSK başta olmak üzere sendikalar-meslek örgütleri ve reformist partiler, mücadelenin önünü açacak unsurun CHP’nin seçimleri kazanması olduğunu düşündükleri (ve öyle davrandıkları) için, CHP’nin kazanması da mümkün olmadı.

Bu kesimlerde CHP’ye yedeklenme öyle bir noktaya vardı ki, sorgusuz-sualsiz, hiç bir şerh koymadan, hiç bir talep ileri sürmeden, tüm iradesini teslim etmeye dönüştü. Özellikle ikinci turda Kılıçdaroğlu’na verilen destek, “ne olursan ol, kime ne söz verirsen ver, senin yanındayız” şeklindeydi. HDP’den Sol Parti’ye, TİP’ten TKP’ye hepsi koşulsuz destek verdiler. Üstelik Kılıçdaroğlu’nu destekleyen gerici-faşist partiler kıran kırana pazarlık yürütürken, protokoller imzalayıp istedikleri maddeleri yazdırırken, sol kesim itirazsız desteğini sürdürdü. Elbette onlar gibi mevki pazarlığı yapılmamalıydı, ama halkın yakıcı talepleri ifade edilmeli ve bunlar kayıt altına alınmalıydı.

Özcesi bu seçimlerde devrimci-demokrat kesimler, siyasi varlığını neredeyse hiç hissettiremediler. En edilgen dönemini yaşadığını söyleyebiliriz. Yüzde 2’lik oy oranlarıyla faşistler taleplerini dayatırken ve kabul ettirirken, yüzde 10’ları aşan kitlesiyle HDP ve bileşenleri bir varlık gösteremedi. Kaldı ki, devrimci-demokrat kesimlerin etki gücü, oy oranlarının üzerindedir. Bunun özgüveniyle hareket edilmelidir. Fakat son seçimlerdeki siliklik, gerici-faşist kesimlerin etkisini daha da arttıran bir rol oynadı. CHP’nin daha fazla sağa kaymasına yolaçtı. Daha önemlisi kitlelerin moralini bozan, hayal kırıklığını ve karamsarlığı arttıran bir rol oynadı.

Sonuç olarak

Muhalefet şimdi seçim yenilgisinin nedenlerini tartışıyor: “Yanlış aday”, “yanlış politika”, “yanlış söylem”, “sandığa gitmeyenler-kendi geleceğini umursamayanlar”, “kitlelerin sağcılaşması”, “AKP’nin başarılı politikaları”, vb. vb…

Herkes kendi durduğu yerden bir “suçlu” buluyor, tüm suçu onun üzerine yıkıyor. Oysa bunların hiçbiri doğru değil!

Bugün önümüzde duran en önemli sorun, örgütsüzlüğümüzdür. İşçi sınıfının ezici çoğunluğu sendikal örgütlülükten bile yoksundur. Daha önemlisi, devrimci örgütlenmeler, reformizmin baskısını aşabilecek, hareketi ileriye taşıyabilecek ideolojik-siyasi duruştan çok uzaktır.

Devrimci hareketin önceliği seçim kazanmak değil, kitleleri örgütlemek, harekete geçirmek, mücadeleyi yükseltmektir. Bunu başardığında seçim sonuçları önemsizleşecek; o koltuklarda kim oturursa otursun, mücadeleyle elde edilen hak ve özgürlükleri tanımak zorunda kalacaktır.

“Umutsuzluk ve karamsarlık, yıkımın nedenlerini kavramayan, çıkış yolu göremeyen, mücadele yeteneğini kaybetmiş olanlara ait bir sorundur” diyor Lenin. Yıkımın nedenlerini çözümleyen, çıkış yolunu bilen ve bunun mücadelesini verenlerin yaşamında, umutsuzluğa yer yoktur…  Varolana teslim olmak, dibe batırırken, isyan ve mücadele yolu açar. Son seçimler de göstermiştir ki, bizleri kurtaracak olan kendi örgütlülüğümüz, mücadele gücümüzdür. Bunları güçlendirelim! Umudu ve mücadeleyi büyütelim!

Bunlara da bakabilirsiniz

Limter-iş sendikası ve ESP’ye operasyon

9 Mart günü polis ESP, SGDF, ETHA çalışanları ile Limter-İş sendikası Genel Başkanı Kanber Saygılı’nın …

Gazi Direnişi 29. Yılında!

Gazi Direnişi’nin yıldönümünde “Gazi 12 Mart Platformu” 10 Mart 2024 tarihinde Gazi Cemevi’nde bir panel …

Bir “eylem adamı” Talat Sürer– 8 Mart 2020

“Her ölüm erken ölümdür” der şair. Bir yoldaşın ölümü ise hep erkendir. Hele ki, hayal ettiği …