1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi.
Bu ülkeler arasında Fransa başı çekiyordu. İsyanlar ülkesi Fransa…
Rekabet koşulları, burjuvaların işçileri sömürüsünde sınır bırakmıyor, aynı zamanda azgın sömürüye malzeme yapılıyordu. Patronlar toplantılarında karlarının hesabını yapıyor, işçilere ateş püskürüyorlardı. “Burası İngiltere değil” diyorlardı. “Burada ipeğin fiyatını düşürecek buharlı makineler yok. Lanet olası İngilizler bir top ipeğin fiyatını 50 Frank’a düşürdüler, bizim topların fiyatı ise 90 Frank. Korkunç bir rekabet içindeyiz. İngiltere’dekiler hariç Viyana, Elberfeld, Köln ve Milano’da 20 bin rakip dokuma tezgahı var.”
İşçiler ise perişandı. Sabahın köründen gece yarılarına dek çalışıyor, ekmek ve yatacak bir yatak bulunca seviniyorlardı. Ölüm, hastalık, beş parasızlık “kaderleri” olmuştu adeta. Bu “kaderi” nasıl değiştireceklerini ise bilmiyorlardı. İpek böceğinin ince tozu ciğerlerini, gırtlaklarını yiyordu işçilerin. Adına “Ohtık hastalığı” diyorlardı. Hastalık gencecik işçi bedenlerini sarıyor ve birkaç yıl içinde öldürüyordu onları. Bir işçi ailesinden üç-dört işçi birden bu hastalıktan ölüyordu. Ağır vergiler ise ücretleri sürekli düşürüyordu. Küçük atölye sahipleri de işçilerin saflarına katılıyordu. Gelişmiş makinelerin rekabetinde dayanamayan sayısız dükkan sahibi, işyerinin kapısına kilit vuruyordu. Hala kapatmamış olanlar da evini ve ekmeğini işçileriyle paylaşmak zorunda kalıyordu.
Homurtular içten içe öfkeye dönüşüyordu.
* * *
İsviçre-Cenevre’den gelen Darmstadtlı Alman genci Johann Stock, Savoie dağlarından geçerek, Lyon şehrine geldi. 19 yaşındaydı ve yetenekli bir dokuma işçisiydi Stock. Fransa’nın zengin Rhöne Bölgesi’nde bulunan Lyon şehri, geçim derdine düşerek yola koyulan yabancı işçilere kucak açıyordu. Ama Lyon’un kucağında açlık, yoksulluk, hastalık vardı işçiler için.
J.Stock, Lyon’da Croix Rousse’de küçük bir dükkanı olan Bouvri Usta’nın yanında çalışıyor ve 16-18 saat çalıştığı halde kirasını bile ödeyemiyordu.
Bu böyle devam etmezdi! Nihayet öfke patladı…
İşçiler ve küçük atölye sahipleri dilekçe ile Vali’ye çıktılar. Tek istekleri vardı: Sabit ücret baremi verilsin…
Vali, sorunla ilgilenme sözü verdi işçilere. Patron ve işçi temsilcilerinden oluşan bir toplantı yapma sözü verdi. Tehlikenin farkındaydı Vali…
Anlaşma günü Valilik önünde, içlerinde Stock’un da bulunduğu on binlerce işçi birikti. Ama fabrika sahipleri “Nuh diyor, Peygamber demiyordu”. Tüccar Broche, “Lyon kaynıyor, her tarafta isyan var” diyerek, işçilerin ücretlerini yükseltme talebini reddediyordu. Ancak gece yarısına doğru 150 Lyon burjuvası pes etti.
Gecenin karanlığı on binlerce işçinin sevinç çığlıklarıyla aydınlanıyordu.
Tabi ki, Lyon burjuvaları boş durmadı. Toplantı üstüne toplantı yaptı. Bu sözü tutmamanın yollarını konuşuyorlardı. Kan akıtmak için naralar atan vardı. Ani bir ziyaretle toplantıya gelen, burjuvaların elini sıkma yarışına girdikleri generalin her sözü bir top ateşi gibiydi: “Benim askerlerimin, o pislik sürüsünün her birini bin parçaya ayırdığını görmek için sabırsızlanıyorum.”
Şiddet kullanacaklardı. Paris’e, Saray’a haber saldı burjuvalar.
Sahibinin sesi gazeteler de ağzına geleni söylüyordu işçilere:
“Ne ağlamanın bir gereği var, ne de susmanın herhangi bir yararı. Lyon sorununun temelinde çok önemli bir şey gizli. Zenginler ve yoksullar arasında sürdürülen bir iç savaş. Bizim ticaret ve sanayi toplumumuzun çok ciddi bir ülseri var, tıpkı diğer sanayi toplumları gibi. Bu korkunç ülser işçilerdir…”
“İşçisiz fabrika yok. Durmadan artan ve sürekli bir şeyler isteyen işçi sınıfından, normal insanlara artık rahat yok. İşyerlerinde yüzlerce işçinin başında olan fabrika sahipleri, köleliğin başındaki bir çiftlik sahibinin, kölelerin ayaklanma tehlikesiyle her an karşı karşıya oluşu gibi bir tehlike ile yüzyüze. Bu işçiler, San Dominya yerlileri gibi vahşi. Barbarlar, ne yazık ki, Kafkasya’da ya da Tatar steplerinde değil; bizim fabrikalarımızın, sanayi kentlerimizin sınırları içerisinde ve uygar toplumumuz her an tehlike altında…”
* * *
25 Ekim’de ücret bareminin kabul edilmesinin üzerinden yaklaşık üç hafta geçti. Patronların anlaşmaya uymayacağını anlamıştı işçiler. O gün binlerce işçi Croix Rousse meydanında toplandı. Kürsü olarak kullandıkları at arabası üzerinde konuşan sınıf kardeşlerini dinliyorlardı. “Kardeşler, kandırıldık, aldatıldık! Üç tabur asker şehre yaklaşıyor. Fabrika sahipleri 25 Ekim’de imzalanan anlaşmaya uymuyorlar. Üç haftadan fazla sabırla bekledik. Emeğimizin karşılığında aldığımız parayla yaşayamıyoruz. Lanet olası tüccarlar, kendi imzaladıkları ücret baremine gülmekle kalmadılar, askerleri çağırdılar ve Lyon işçilerine kendilerince bir gece yaşatacaklar. Kardeşler, geri çekilmemeliyiz. İşi durdurup şehre gidelim. Ama birlikte hareket edelim. Sizi sakin ve mantıklı olmaya davet ediyorum. Provokasyona rağmen işçilerin kan istemediklerini gösterelim onlara. Bizim tek bir sloganımız var: Çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek!”
21 Kasım 1831 sabahının ışıklarıyla sokaklarda binlerceydiler. Ve sadece “ücret baremi” istiyorlardı.
“Ayaklarının altındaki caddeden kopardıkları taşları atıyorlar, sonra da çıplak ellerle ve sopalarla dövüşüyorlardı. Ölüler arkadaşlarına barikat oldu. Stock da, öyle bir barikatın arkasına saklandı. Stock’un ustası Bouvri, ölen düşmanların ellerindeki silahları alıp işçilere dağıtıyordu. Evlerden çocuklar ve kadınlar yardıma koştular. Meydandaki silah dükkanının camlarını kırdılar, sonra da babalarına, kocalarına, oğullarına, kardeşlerine; tabanca, tüfek, bıçak ve kılıç taşıdılar. Askerler bir an durakladılar, sonra geri çekilmeye başladılar. İşçiler ‘Çalışarak yaşayalım ya da savaşarak ölelim’ sloganları ile Lyon’a girdiler.”
Tarihe “Lyon Ayaklanması” olarak geçen üç günlük ayaklanma böyle başladı.
Ellerine geçen her şey barikat malzemesiydi artık. Parke taşları, direkler, at arabaları, yataklar, masalar… Stratejik noktadaki evleri boşaltıp askerlerden aldıkları topları yerleştirdiler. Mahalle mahalle koca bir kenti sarmıştı askerler. Sınıf kardeşlerine ulaşmak isteyen işçiler, asker kuşatmasını yara yara, savaşa savaşa geliyordu meydana doğru. Aralarında hemen işbölümü kurulmuştu. Çorba pişirip ekmek dilimleyenler, yemek pişirenler, kurşun taşıyanlar, işçi grupları arasında bağlantı kuranlar, yaralılar için çadır kurup, yaralıları tedavi edenler, pankart-bayrak hazırlayıp asanlar, silahları temizleyenler, sargı bezi olarak kullanılacak bezleri yıkayanlar…
İşçiler tarafından Bölge Valisi ile birlikte esir alınan generalin dişleri arasından söylediği gibi “müthiş bir disiplin” vardı ve safları sürekli büyüyordu. Öyle ki, Lyon Garnizon Komutanı General Roger’ın kurduğu ve işçi zanaatçılardan oluşan on beş bin kişilik “Savunma Ordusu” işçilere karşı koymadan sınıf kardeşlerinin yanına geçti.
Stock gibi işçiler, kurdukları “İşçi Birlikleri” ile zayıf ev eşyalarından oluşturdukları barikatlar arkasından, en gelişkin silahlarla donanmış askerlerle savaşıyorlardı. Ve saldırıyı püskürtmeyi başardılar. Her ev, her bahçe, her cadde, hatta her mezar için, her karış toprak için savaştılar. Yüzlerce işçinin ölmesi pahasına… Subaylar da dahil, eli silahlı askerleri devirerek.
General, (kenti tekrar çembere almak üzere) ordusunu şehir dışına çekmek zorunda kaldı. Planı bozulan işçi liderleri, “İşçi Komitesi”ni tekrar topladılar. Stock’un iş arkadaşı ve ustasının oğlu, köprüye barikat kurmayı önerdi. Kadınlar ve çocuklar derhal kurdu barikatı. Şehirden “İşçi Birliği” yetişene dek köprüyü onlar koruyacaktı. “İşçi Birliği” yetişmek üzereyken barikat başındakiler öldürülmüştü. İlk düşen Jean’ın yaşlı annesiydi.
İşçiler ölümüne savaşıyordu ve öyle bir disiplin vardı ki, farkında olmadan devrimci adaletin katı ve bir o kadar hakkaniyetli yanına vurgu yapılıyordu: Çapulcu değillerdi, burjuvazinin savaş kuralları onlara yabancıydı. Talan ve hırsızlık olmayacaktı. Yapanlar ölümle cezalandırılacaktı. Esirlere kötü muamele yoktu…
İlk gece, ölen arkadaşlarını toprağa vermekle geçti. Yüzlerce işçi, meşalelerin aydınlattığı törenlerle gömüldü.
Kral, sonucu öğrendiğinde artık 24 Kasım olmuştu. “İşçi Komitesi”, elinde işçi kanı olmayan adaylardan oluşan ve işçi oylarıyla seçilen yöneticiler istediklerini belirten bildirileri çoktan dağıtmıştı. “Aramızda ceset dağları olanlarla anlaşma yapmayacağız” diyordu bildiri.
* * *
Vali “işçilerin bir lideri yok” diye düşünüyordu ve bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. “İşçi Komitesi” ile bir toplantı yaptı hemen. Onlara bildirinin içeriğini değiştirmeleri için çokça dil döktü. İkna oldu işçiler. Cumhuriyet istemiyorlardı! Krala sadık kalacaklardı! Herkes işinin başına dönecekti!
Prens, 20 bin kişilik orduyla Lyon’a geliyordu. Yoğun bir tutuklama furyasının başlayacağını anlayan “İşçi Komitesi”, savaşı yöneten işçi önderlerini sakladı. Stock ve Myonie çektikleri ıstırabı paylaştılar birbirleri ile: Ne zaman işçilerin de bir önderi olacaktı?
“Çok kötü” diyordu Myonie, “Ne yapmak gerektiğini bilmiyorum. Biz kazandık. Lyon’a sahip olduk; sonra da itiraz bile etmeden geri verdik. Şimdi ne yapalım? Barem için savaşalım mı yoksa efendilerin vereceği sadakayı mı bekleyelim? Ne zaman bir insan çıkacak, ne zaman işçilerin de bir öğretmeni olacak ve onlara nasıl savaşmaları gerektiğini öğretecek, kazandıkları durumda bile niye hala birer zavallı köle olarak yaşamak zorunda kaldıklarını anlatacak?”
* * *
Stock, Almanya’ya döndüğünde yıllarca bunun arayışı içinde oldu. Çoğu kez kimselere güvenmedi de. Özellikle çok konuşup bir şey yapmayan, halktan kopuk aydınlara…
Ama o, mücadele içinde olmadan yaşayamazdı. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkesiyle köylülük arasında faaliyet yürüten “İnsan Hakları Komitesi”ne girdi. Gizli toplantılarına katıldı. Kendisi gibi dokuma işçisi olan eşiyle birlikte illegal bildiriler dağıttı…
Yakalandıklarında kaybettiler birbirlerini. Stock, yılarca hapishanede vahşi işkencelere maruz kaldı. Eşi, Alman polisi tarafından Fransa sınırına atılmıştı. Yıllar sonra yine bir eylem anında karşılaştıklarında eşi, “zaferi ne zaman kazanacağız” diye soruyordu. “Bilmiyorum” dedi Stock, “Ne zaman zafer gelecek bilmiyorum ama geleceğini biliyorum!”
Arkadaşları Stock’u, cehennem gibi yaşadığı hapishaneden kaçırdıklarında, artık ayağı topaldı, kamburlaşmış, hastalıklara yakalanmıştı. Ama yine yılmadı, yorulmadı… Hep mücadelenin içinde oldu. Reformistlerle de tanıştı, anarşistlerle de… O dönemin devrimcileri, proletaryanın davası konusunda berrak bir bilince sahip değildi. Kimi köylülere gidiyordu, kimi umutsuz eylemler yapıyor, suikastlar düzenliyordu. Babeuf’un fikirleri revaçtaydı.
* * *
İşçilerin de bir gün öğretmeni olacağına dair umudunu hiç yitirmeyen Stock, onu bir toplantıda konuşurken buldu. “Yeni tarih, devrimler tarihidir” diyen Karl Marks’tı bu. Diyordu ki, “Proletaryanın, kendisinin dışında güvenebileceği birileri yok. Onun kurtuluşu, içinde yaşadığı koşulları yok etmekle mümkün. Ama işçinin, çağdaş toplumun tüm insanlık dışı koşullarını yok etmeksizin, içinde bulunduğu koşulları değiştirmesi mümkün değil”. Marks da Stock da birbirlerinin adını duymuştu aslında. Stock için Marks, “Günümüzün Spartaküs’ü desene” demişti. “Devrimler çağında Johann Stock gibi kalfalar dünyayı bir düzene sokmak için korkunç bir güce dönüşebilirler.”
Stock artık 30 yaşındaydı. Marks da 26… İkisi de henüz gençti. “Gençlikleri ait oldukları sınıfın gençliğiyle, bu sınıfın masum ilk görüşleriyle, ilk isyanların tecrübesizliğiyle birlikte geçmişti. Bu ikisinin de gençliğiydi. Şimdi onlar, kendilerini olgun hissediyorlardı.”
Stock “önderini ve dostunu” bulmuştu. Marks da proletaryanın içinden çıkan önder bir kadroyu. Bir de onun gibi kadroları örgütlü bir güce dönüştürmeyi…
***
Aradan yaklaşık iki asır geçti… Dünyanın her köşesinde ne zaman ki Stocklar önderini buldu, işte o zaman sosyalizm ve halk cumhuriyetleri ile tanıştı ve sömürüsüz bir topluma yürümenin doyumsuz güzelliğini tattı. Ya da bu uğurda savaştı, bu savaşın insanlığa ne büyük değerler kazandırdığını gördü.
Bizim Stocklarımız olmadı mı? Kaç kez yenilmiş ve belini doğrultmuş bir mücadele tarihine sahip olarak düzinelerce Stock’umuz var… Profilo’da, Demirdöküm’de, Tariş’te, Zonguldak’ta, 15-16 Haziranlarda sayısız işçi önderi çıktı ortaya. Son yıllarda metal ve maden direnişinden çıkan işçi önderleri bunlara katıldı. Fabrika işgallerinden, grevlerden, barikatlardan geçerek eğitildiler.
Direnişçi işçiler, polis şiddetini, işbirlikçi sendikacıları, reformistleri gördü. Direniş boyunca önlerine hep engel çıkaran, devrimcilerle buluşmasını önlemek için akla karayı seçen bunlar değil miydi?
Yıllar sonra, tecrübeli bir işçi önderi olan Stock’un sözleri, kurtuluşun yolunu göstermeye devam ediyor: “Eğer Paris’te yüzbin olsaydık ne olacaktı? Eğer Lyon’da ‘ücret baremi’ için değil de iktidar için savaşsaydık ne olacaktı? Zafer! İşte o zaman zafer bizim olacaktı…”
İşçi hareketiyle sosyalist hareket birleştiğinde zafer işçi sınıfının olacak… Ve sadece işçi sınıfı değil, tüm insanlık kurtulacak…
* Stock’un ve Marks’ın ilk gençlik yıllarını “Ateşi Çalmak” romanının birinci cildi anlatıyor. Evrensel Yayınları tarafından basılan 5 ciltlik “Ateşi Çalmak” romanının yazarı Galina Serebryakova’dır.