Üniversitelere ”özerkleştirme” değil ”özelleştirme”

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Yeni YÖK Yasası, uzun tartışmaların ardından gün yüzüne çıkmaya başladı. Kuruluşundan itibaren çokça tartışılan ve son zamanlarda ortaya çıkan skandallarla ve tepkilerle yıpranan YÖK kurumunu kaldırmak yerine revize etmeyi tercih eden hükümet, “yenilenen“ YÖK yasasını basına sundu. Bu yasayla YÖK’ün mantığının değişmediği bir gerçek. Bugüne kadar üniversitelerin ve öğrencilerin önünde bir duvar olan YÖK, bundan sonra daha sert bir bakirata dönüşecek, üstelik, açık bir şekilde şirket gibi çalışmaya başlayacak.

1980 Askeri faşist darbesinin ürünü olarak, üniversite gençliğini baskı altında tutmak, düşünmeyen, çevresinde olup bitenlerle ilgilenmeyen duyarsız bir gençlik yaratmak için 6 Kasım 1982’de kurulmuştu YÖK. Kurulduğu yıldan bu yana üniversiteler giderek verimsizleşti, bilimsellikten uzaklaştı. Üniversitelerin kuruluş amacına uygun olarak bilimini, bilgisini halkın yararına kullanmak isteyen birçok öğrenci ve öğretim görevlisine soruşturmalar açıldı, okullardan uzaklaştırıldı. YÖK şimdi de, bugüne kadar işbirlikçi burjuvaziye olan hizmetlerinden dolayı, adeta ödüllendiriliyor, görevleri ve yetkileri genişletiliyor.

Yasa temelde rektörlük seçimi sorununa odaklanmış durumda. Seçimlerin kontrolünün doğrudan veya dolaylı olarak hükümet ve YÖK’e bağlı bir üniversite konseyi tarafından yürütülmesi hedefleniyor. Üniversitelere, kendi içinde gelişmişlik düzeylerine göre birkaç konsey modeli öneriliyor. Kendi gelirini kendisi oluşturan ilk 10 kadar üniversiteyi bir kategoriye koyarak, onların adeta mütevelli heyeti yöntemi ile rektör atamasını istiyor. Yeni kurulan ve sınırlı sayıda öğretim üyesine sahip üniversitelere ise, atama benzeri bir yola rektör belirliyor. Geriye kalan geniş bir üniversite grubunu da kısmi kontrol ile rektör atamasını öngörüyor. Rektör atanmaları açıkça hükümetlerin eline veriliyor.

Yasanın bu haliyle üniversiteleri özerkleştirmek bir tarafa, öğretim üyelerinin birer memur gibi çalışacakları, performans ve rekabete sürüklenecekleri ve toplumsal çıkarlara müdahale edemeyecekleri bir ortam yaratılıyor. YÖK yasa taslağının 66. maddesinde “kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının yönetim ve denetim organlarında görev üstlenen öğretim üyeleri, kurumlarından aylıksız izinli sayılırlar” şeklinde bir ifadeyle, öğretim üyelerinin sendikalaşması ya da herhangi bir meslek örgütünde faaliyet yürütmelerinin önü de kesilmiş oluyor.

Şu anda ülkemizde iki farklı üniversite modeli var, bunlar da Devlet Üniversiteleri ve Vakıf Üniversiteleri. Yeni yasa taslağıyla birlikte bunlara Özel Üniversiteler ve Yabancı Üniversiteler ekleniyor. Bu da bir yanıyla paralı eğitimin daha da sistemli hale gelmesi demek. Diğer yandan, yabancı ülkelerin kendi kuralları-yasaları doğrultusunda eğitim verecekleri, Türkiye’deki genel eğitim kurallarına uymak yükümlülüğünün olmayacağı yeni bir dönemin başlaması anlamına geliyor. Bu konuda ilk adımın İran tarafından atılması da son derece çarpıcı. İranlı bir üniversite, Van’da kendi “şubesini” açmaya hazırlanıyor. Gerekli düzenlemeler yapılmış, son yasa ile birlikte açılmak üzere hazır bekliyor.

Paralı eğitim ise, uzunca bir zamandır aşama aşama uygulamaya sokulmakta. Zengin çocukları yeterli puan alamasalar bile vakıf üniversitelerinde rahatlıkla okurken, yoksul öğrenciler, aşama aşama üniversite eğitiminden uzaklaştırılmaktalar. Kapitalizmin işçi ve emekçileri daha fazla sömürme işleminin önemli bir ayağıdır öğretim giderleri. Diğer yandan paralı eğitimin yapıldığı hiçbir ülke ve üniversitede aslında başarı da sağlanmamıştır, sağlanamaz da.

 

Üniversite yönetimi patronlara

Belirlenen şartları taşıyan üniversitelere, üniversite konseyi(mütevelli heyeti) geliyor. Konseyin oluşması için, en az 10 yıldan beri faaliyette olması; son 5 yıl içinde yükseköğretim kurumunun bütçesinin, Kurul tarafından belirlenen miktarının kendi öz gelirlerinden elde edilmesi; öğretim elemanlarının son 3 yıllık akademik faaliyet puan ortalamasının, 10 yıldır faaliyetini sürdüren devlet üniversitelerinin öğretim elemanlarının ortalamasından fazla olması; öğretim elemanlarının en az üçte ikisinin katıldığı bir oylamada, katılanların salt çoğunluğunun oyu ile kabul edilmesi; ya da oylama olmaksızın Yükseköğretim Kurulu tarafından doğrudan Bakanlar Kuruluna teklif edilmesi gibi şartlar bulunmaktadır.

Buradan da anlaşılacağı gibi tartışılan, YÖK’ün zihniyeti değil; YÖK kurumunun nasıl yönetileceği, yani üniversitelerin kimler tarafından idare edileceğidir.

Yasa “Üniversite Konseyi, mevcut öneride, 11 kişiden oluşur. 5 üye üniversitenin her biri farklı fakültelerden ve bölüm başkanı ve üstü herhangi bir idari görevi olmayan kendi öğretim üyeleri arasından; 2 üye Bakanlar Kurulu tarafından; 2 üye Yükseköğretim Kurulu tarafından (ilgili üniversitenin profesörleri) arasından seçilir. Bu 9 üyenin seçeceği 1 üye ilgili üniversitenin mezunları arasından; 1 üye üniversitenin bulunduğu ilde en çok vergi verenler arasından ve/veya üniversiteye en çok bağışta bulunanlar arasından seçilir” deniyor.

Daha önce de çok konuşuldu, en çok vergi ödeyen kişinin nasıl kazandığı sorusu, hep sorulacak da. Böylece üniversiteler burjuvaziye doğrudan bağlanacak. Ayrıca Bakanlar Kurulu aracılığıyla hükümetlerin üniversite yönetimlerine karışması, yasal hale getirilecek.

Yeni yasada YÖK’ün ismi Türk Yükseköğretim Kurumu TYÖK oluyor ve TYÖK, üniversite konseyi üzerinde denetleyici bir rol üstleniyor. “Üniversite Konseyi, rektör ve dekanları seçer ve atar; üniversite stratejik planını ve performans programını onaylar; üniversite yatırım programını karara bağlar; üniversite adına kamulaştırmaya, gayrimenkul satın alınmasına ve üniversitenin mülkiyetindeki gayrimenkuller üzerinde üçüncü kişiler lehine ayni hak tesisine karar verir; öğrenci kontenjanlarını ve öğrenim ücretlerini Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde belirler; sözleşmeli öğretim elemanlarına ve idari personele yapılacak ücret ve diğer ödemeleri belirler; senatonun ve üniversite yönetim kurulunun bazı kararlarını onaylar”  deniyor. Üniversite Konseylerinin önemli görevlerinden biri de “öğrenci kontenjanlarını ve öğrenim ücretlerini” belirlemesi. Böylece Konseyler büyük yetkilerle donatılmış, öğrencilerden “harç” adı altında alınan paralar ücretlendirilmiş oluyor.

Sonuçta yapılan değişiklikler, üniversitelerin bir özgürlük alanı, bilim ve felsefe üreten yerler olması için değil; şirketlerin istekleri ve ihtiyaçları doğrultusunda yönetileceği, işçi ve emekçi çocuklarına kapıların daha fazla kapanacağı bir sistem yaratmak içindir. “Maddi üretim araçları kimin elindeyse, manevi üretim araçları da onun elindedir” der Marks. Kapitalist devlet varolduğu, iktidar burjuvazinin elinde bulunduğu sürece, bilim alanları, üniversiteler, hukuk kurumları, kültürel alanlar, yani toplamda tüm ideolojik üretim alanları burjuvazinin elinde olacak, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket edecektir.

Ne zaman işçiler, emekçiler, gençler, devrim ve sosyalizm perspektifi ile mücadeleyi yükseltirler, ancak o zaman eğitim, sağlık, ulaşım gibi temel ihtiyaçlarda bazı düzeltmeler olabilir. Ve ancak işçi-emekçi iktidarında, üniversiteler, halk için çalışan, toplumsal bilimin ve bilginin üretildiği, toplumsal muhalefetin örgütlendiği alanlar olurlar.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …