Yine, yeni… Yeniden seçim!

oy-kullanan-kuklalar

Türkiye siyasi tarihinde, son 10 yıl kadar sık seçim yapıldığı bir dönem herhalde görülmemiştir. Referandumlar, genel seçimler, yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimi…

AKP’nin hükümet olduğu yıllar boyunca kitleler, sürekli olarak sandığa gittiler. Seçimler, “demokrasi”nin en önemli kriteri ise eğer, AKP kadar “demokrat” bir hükümetin olmaması gerekirdi! Oysa son derece gerici-faşist bir hükümetle karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz.

Şimdi 1 Kasım’da yeniden seçime gidiliyor. Daha dört ay önce büyük tantanalarla seçime gidilmemiş gibi! 7 Haziran seçimlerinin sonuçları keyfi biçimde hiçe sayılıyor ve “yeniden seçim” diyorlar. Tüm partiler de, kitleleri bir kez daha sandığa çağırıyor!

Bu halk, 7 Haziran’da yüksek bir katılımla sandığa gitti, oyunu kullandı. Yani partilerin bu yöndeki çağrılarına yanıt verdiler ve kendi üzerlerine düşeni yaptılar! Peki oy verdiği partiler, halkın istediklerini yerine getirdiler mi? O çok yücelttikleri meclisi çalıştırabildiler mi?

AKP tek başına hükümet kuramadığı için engel çıkardı da, diğer partiler neden hiçbir itiraz yükseltmedi, küçük ve pasif de olsa bir direniş sergilemedi?

Çünkü hepsi, AKP’den daha fazla halkın tepkisinden korkuyor. Bu tepkinin kendilerini de aşacak olmasından ve bir bütün olarak sistemi tehdit eder hale gelmesinden çekiniyor. Onun için hepsi birden “mutlaka sandığa gidin” diyorlar. Biliyorlar ki, sandık, kitleleri düzene bağlıyor ve oyunu kendi koydukları kurallar içinde oynayabiliyorlar!

 

Partilerin milletvekili listeleri

Partiler, bir kez daha milletvekili adaylarını belirleyip YSK’ya (Yüksek Seçim Kurulu) bildirdi.

7 Haziran seçimlerinin üzerinden daha 4 ay geçmesine rağmen, AKP adaylarını büyük oranda değiştiren parti oldu. Geçen seçimde aday olanların yaklaşık yarısı elendi. Daha önemlisi 7 Haziran’da milletvekili olanlardan bile aday göstermedikleri oldu. Muhsin Kızılkaya gibi, Kürt kökenli olduğu halde Kürtlerden büyük bir tepki alan dönekler, yeni listede kendilerine yer bulamadı. Böylece 4 aylık milletvekilliği ile, milletvekili haklarından ömür boyu yararlanacak olan asalaklar çoğaldı.

Meclisteki muhalefet partileri CHP, MHP, HDP ise, 7 Haziran listelerini büyük oranda korudular. Buna karşı her birinde küçük de olsa değişiklikler oldu. Örneğin CHP, daha önce önseçim ile adaylığa hak kazanmış milletvekillerine dokunmadıklarını, fakat başarısız olan yerlerde değişikliğe gittiklerini ve yerellerden gelen isteğe göre yeni isimler belirlediklerini açıkladılar.

MHP ise, sadece AKP’ye transfer olan Tuğrul Türkeş’i değil, Meral Akşener gibi, geçmişte bakanlık ve meclis başkan vekilliği yapmış popüler bir kadın milletvekilini aday göstermedi. Akşener’in adı yeni oluşan meclisin başkanlığı için de geçmişti, fakat Devlet Bahçeli, buna sert tepki göstererek, cumhurbaşkanı seçimlerinde MHP ve CHP’nin “ortak adayı” Ekmelettin İhsanoğlu’nu tercih etti. Keza bir önceki seçimlerde Iğdır’dan milletvekili olan, Sinan Oğan’ı da 7 Haziran’da aday göstermemiş, hatta Iğdır il yönetiminin itirazına rağmen MHP’den atmıştı. Bu durum, Devlet Bahçeli’nin kendisine rakip olabilecek muhtemel adayların “yolunu baştan kestiği” şeklinde yorumlandı.

Hiç değişiklik beklenmeyen HDP’de de küçük ama önemli değişiklikler oldu. Örneğin eski DY önderlerinden M. Memduh Uyan’ın yerine Haziran şehidi Ethem Sarısülük’ün abisi Mustafa Sarısülük’ü Ankara’dan aday gösterdiler. Keza bir diğer eski DY önderi Ali Alfatlı’nın da (Manisa adayı) değiştirildiği görüldü. Asıl dikkat çekici olan, adına “seçim hükümeti” denilen (gerçekte AKP’nin “savaş hükümeti”) hükümete bakan olmayı reddeden Levent Tüzel’in milletvekili listesinden çıkarılmış olmasıydı. “Partilerin birliği” şeklinde cephesel bir örgüt şeklinde kurulan HDP’nin, bu partilerin bağımsız kararlarına tahammülü olmadığı böylece netleşmiş oldu.

Bilindiği gibi Levent Tüzel, EMEP’in eski başkanıydı ve HDP içinde EMEP’i temsil ediyordu. Bakanlık önerisini de EMEP’in kararıyla geri çevirmişti. Bu kararından dolayı HDP, sadece Tüzel’i değil, EMEP’i de cezalandırmış oldu. Zaten hiç bir EMEP’liyi aday göstermediler. Buna karşın EMEP, bu seçimlerde de HDP’yi destekleyeceğini açıkladı. Ve bunu “parlamentoda koltuk için karar vermiyoruz” diyerek, son derece “ilkeli” görünerek yaptılar. Oysa sorun, parlamentoya aday gösterilip gösterilmemek değildi, bağımsız aldıkları bir kararın bu şekilde cezalandırılmasıydı! Yani HDP’nin kendi koyduğu kuralları çiğnemesiydi. Üstelik HDP’nin “savaş hükümeti”ne bakan vermesi KCK tarafından da eleştirilmiş ve 25 gün içinde bu bakanlar istifa etmek zorunda kalmıştı. Böylece Tüzel’in bakanlığı reddetmesi değil, HDP’nin bu hükümete girmesinin yanlışlığı ortaya çıkmış, onlar da bunu kabul etmiş oldular.

Devrimci, demokrat, yurtsever kişi ve kurumların bir “koalisyon”u gibi görülen HDP’nin, bu kişi ve kurumların “bağımsız” kararlarını tanımaması, geleceğini de belirliyor. EMEP’e kesilen ceza, diğer kurumlara da bir mesaj niteliğinde. Bundan böyle HDP yönetiminin aldığı kararların kimse tarafından tartışılmaması ve herkesin ona uyması isteniyor. HDP içinde yer almanın ve milletveki olabilmenin koşulu, buna bağlanıyor.

Sonuç olarak, meclisteki bütün partiler daha 4 ay önce seçimler yapıldığı halde milletvekili listelerini şöyle ya da böyle değiştirdiler. Ve hepsi anti-demokratik bir yöntemle bu adayları belirledi. CHP’nin önemli bir kısmının “önseçim”le belirlenmiş olması da bu gerçeği değiştirmiyor. Önseçim için bile asgari 30 bin lira harcandığı düşünülürse, bırakalım bir işçi-emekçiyi, orta düzey gelirli bir kişinin bile “aday adayı” olabilmesi mümkün görünmüyor. Ve yine bu şekilde belirlenen adayları seçmek üzere sandığa gidiliyor.

 

Partilerin seçim vaatleri

Partiler, milletvekili adaylarını belirledikten sonra “seçim programları”nı yani vaatlerini, sloganlarını, marşlarını duyurdular. Bir kez daha salonlarda topladıkları partililerle gösteri yaptılar. AKP’nin “Haydi bismillah”lı şarkısı, CHP’nin gençlik şovu, HDP’nin zorlama esprileri, hiçbiri, kitlelere 7 Haziran öncesinin coşkusunu, heyacanını veremedi.

Vermesi mümkün de değildi. Çünkü kitleler 7 Haziran öncesi büyük bir beklenti içine sokulmuş, fakat karşılığını alamamıştı. Ülkenin durumu 7 Haziran öncesinden çok daha beter bir hale gelmişti. Suruç’ta başlayıp Cizre’ye uzanan katliamlar, hergün asker-polis cenazeleri, sivil-faşist gerici güruhların sokaklara taşan saldırganlığı, sadece HDP binalarına değil, Kürt halkına dönük saldırılar, basın üzerindeki baskıların tehdit ve dayağa kadar tırmanması, TL’nin değer kaybıyla birlikte daha da artan hayat pahalılığı, işsizlik, geleceğe dair umutları daha da azaltan bir tablo ortaya çıkarmıştı.

Bu durum, 7 Haziran öncesi şişirilen umut ve beklentinin hızla hayal kırıklığına dönüşmesini getirdi. Partilerin 1 Kasım seçimleri için hazırladıkları “seçim programları” da bu hayal kırıklığını giderecek ve yeniden umutları arttıracak içerikte değildi. Hemen hepsi, 7 Haziran seçimleri öncesi vaatlerini tekrarladılar.

7 Haziran seçimlerinde “ekonomik vaatler” ile göz dolduran CHP, asgari ücret ve emekliye iki bayram ikramiyesini yineledi. Ne var ki, 1500 TL olarak ilan ettikleri asgari ücret vaadini, dövizdeki yükselişle birlikte düşmüş iken, yükseltmedi. Bu sefer gençliğe dair vaatleri ön planda tuttu. Öğrencilere aylık bağlamaktan, üniversite mezunu işsizlere yardıma kadar, gençlere hitap eden vaatler sıralandı. Kılıçdaroğlu’nun konuşması biterken sahneye gençleri çıkması ve “selfie” yapmaları, CHP’nin bu seçimlerde gençliğe daha fazla yükleneceğini gösteriyordu. En dikkat çeken ise, “pasolig”in kaldırılacağı vaadiydi. Bu, genel olarak futbolseverleri ilgilendirmekle birlikte, asıl gençliğe hitap ediyordu.

Gençlere dair vaatler sadece CHP ile sınırlı kalmadı. 7 Haziran seçimlerinde en fazla genç oyları alan HDP de, vaadlerini yineledi. HDP’nin “seçim programı”nda öncekinden farklı olarak “özyönetim” bulunuyordu. “Demokratik özerklik” yerini “özyönetim”e bıraktı. Bilindiği gibi KCK, devletin savaşı tırmandırmasıyla birlikte, birçok yerde “özyönetim” ilan etti. HDP bu ilanları, bir yandan “sivil direniş” diyerek olumlarken, bir yandan da  “silahlı biçimde olmasını doğru bulmuyoruz” diyerek mesafeli durmuştu. Şimdi seçim programına alarak, devletten “özyönetim”leri kabul etmesini istedi. Bu durumda ilan edilen yerlerde “özyönetim”ler geri mi çekilecek, yasal hale gelmesi mi beklenecek, yoksa varlıklarını fiilen sürdürecekler mi soruları havada kaldı.

MHP, 7 Haziran seçimlerinde de özgün bir vaat sunmamıştı. CHP’nin ekonomik vaatlerine benzer birkaç vaadi yinelemekle yetindiler. 1 Kasım seçimleri için hazırlanan “seçim programları”nda ise, gerek gençlere, gerekse kadınlara dönük ekonomik vaatleri arttırmışlardı. 7 Haziran sonrası koalisyon görüşmelerinde uzlaşmaz tavırları nedeniyle tepki toplayan MHP, “HDP dışında bütün partilerle koalisyon yapmaya hazırız” diyerek, bu durumu gidermeye çalıştı. MHP, her zamanki gibi şoven-milliyetçi tutumuyla oylarını arttırma çabasında. İçerde-dışarıda savaşın yükseldiği bir dönemin AKP’den çok MHP’ye yarayacağı, milliyetçi oyların yine MHP’de toplanacağı görülüyor.

 

AKP’nin artan saldırganlığı

7 Haziran’ın mağlubu olan AKP ise, muhalefet partileri gibi ekonomik vaatlerde bulunmuyor. Esasında AKP’nin kitlelere sunacağı hiçbir vaadi de yok. 13 yıldır hükümette olmaları, zaten bunun zeminini de bırakmıyor.

Buna karşın 7 Haziran’dan çıkardıkları derslerle sözde “fabrika ayarları”na dönüyorlar! “Yeniden Aşkla” diyerek, kitlesini motive etmeye çalışıyor. Hırsız ve çıkarcı bir parti görünümünden sıyrılmak için, daha sık “dava”dan sözediyor; bir “dava”, bir “misyon” partisiymiş gibi görünmek istiyor. “Osmanlı gençliği” gibi para-militer teşkilatlarla kendisine bağlı gerici-şoven bir “vurucu güç” oluşturuyor. HDP binalarına saldırılarda bu gücü kullandıklarını gördük. Keza Hürriyet gazetesine yapılan iki baskında ve gazeteci Ahmet Hakan’ın dövülmesinde, yine bu güçler sahnedeydi. Öyle ki, başlarında AKP milletvekili A. Boynukalın bulunuyordu. Bu milletvekili, AKP Kongresi’nde “divan”a seçilerek ödüllendirildi. Sonrasında yükselen tepkiler üzerine yeniden milletvekili adayı gösterilmese de, AKP kongresinde en fazla alkış alan kişi oldu.

MHP’nin “ülkü ocakları”, BBP’nin “Alperen”leri neyse, AKP’nin “Osmanlı ocakları” da odur, aynı amacı gütmektedir. Hepsi de faşist terör ve zorbalıkla kendine muhalif tüm kesimleri susturmayı hedefliyorlar. Anlaşılıyor ki, AKP’nin “fabrika ayarları”na dönmesi, sadece 2002 yılındaki kuruluş yıllarına dönmesi anlamına gelmiyor. ’80 öncesinin “milli görüş”cü günlerine ve “Akıncılar” gibi gençlik yapılanmalarına da geri dönüyorlar.

Abdullah Gül’den Tayyip Erdoğan’a bugünün gerici liderleri, gençlik dönemlerinde bu saldırgan örgütlerin içinde yer aldılar, oralarda yetiştiler. Abdullah Gül’ün başında bulunduğu MTTB (Milli Türk Talebe Birliği) gibi örgütlerin, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına nasıl saldırdıklarını biliyoruz. ’68 öğrenci gençliği, tarihe “kanlı Pazar” olarak da geçen birçok gerici saldıyla karşı karşıya kaldı. Bu gerici kurumlar, devletin kontrgerilla örgütü gibi çalıştı, devrimci gençleri yaraladı, öldürdü.cizre-cenaze

Şimdi de aynı misyonu yüklenmiş görünüyorlar. Bugün öne çıkan Kürt ulusal hareketine karşı benzer bir saldırganlık içindeler. Bir de ellerinin altında IŞİD gibi vahşi bir örgüt bulunuyor. Cizre’de 8 gün süren sokağa çıkma yasağı sırasında IŞİD kılıklı kişilerin polislerin yanında dolaştığı, halk tarafından görülmüştü. Bugün AKP, devletin resmi silahlı güçleri polis ve asker dışında, böylesi para-militer kontra güçleri de kullanan bir partidir.

Onu “değişimci” diyerek allayıp pullayan ve bugünkü durumuna getirenler, AKP’nin geldiği noktayı hayretle karşılıyorlar. Kimileri 2007’den, kimileri de 2011’den itibaren onun değiştiğini söylüyorlar!

Yıllarca AKP’yi destekleyip, kitleleri kandıran bu burjuva aydınlar, işledikleri suçu bu şekilde örtbas etmeye ve ondan sıyrılmaya çalışıyor. Oysa bugün AKP’nin çok açık biçimde görülen yönleri, içinden çıktıkları gerici akımların özelliğidir. 2000’li yıllarda ABD’nin “ılımlı İslam” projesinin bir parçası olarak yeniden dizayn edilmeleri, taşıdıkları bu genleri ortadan kaldırmadı. Sadece kitle desteği alabilmeleri için bir “imaj” yenilenmesine gidildi; “değişimci”, “demokrat” olarak sunuldular. Ve burjuva liberalleri tarafından ambalajlanıp şişirilerek hükümete getirildiler.

Bu liberallerin etkisi altına giren Kürt ulusal hareketi ve Türkiye’nin tasfiyeci-reformist partileri, yıllarca AKP’yi “askeri vesayete karşı” görerek destek sundu. Bizzat Öcalan, AKP’ye hükümeti altın tepside sunduklarını söyledi. AKP’nin arkasındaki burjuva kliklerin Avrasyacı kliğe yönelik operasyonlarını “kontrgerilla temizleniyor” diyerek alkışladılar. AKP’nin işbaşına gelmesiyle “faşizmin yıkıldığı”nı söyleyenler oldu. Şimdi bile “faşizmin ayak sesleri”, “faşizm tırmanıyor” gibi tespitlerle devletin faşist karakterini gizliyorlar. Ya da AKP’deki “değişim”le birlikte sadece AKP faşizminden bahsediliyor! Faşizmin bir hükümet değil, devlet biçimi olduğu gözlerden saklanıyor.

 

1 Kasım’da ne değişecek?

7 Haziran seçimleri sonrasında, AKP ve Erdoğan, kendi saltanatlarını sarsacak hiçbir hükümet modeline yanaşmadı. Çeşitli taktiklerle zaman geçirdi ve tek başına hükümette kalmayı, yine hükümet iken seçime gitmeyi başardı.

Şimdi bütün çabaları, 7 Haziran’da eksik kalan 18 milletvekilini tamamlayarak, bu saltanatı sürdürmeye devam etmek. Peki bunu nasıl yapacaklar? Bu kadar yakın bir zamanda seçmenlerin görüşleri değişmeyeceğine ve tüm anketler, 1 Kasım’da partilerin 7 Haziran’daki gibi oy alacaklarını söylediklerine göre, nasıl olup da bu tabloyu değiştirecekler?

En başta “ustası” oldukları seçim hilelerini devreye sokacaklar. Şimdiden kolları sıvadılar. 7 Haziran’dan bu yana geçen kısa sürede, seçmen sayısı 300 bin artmış görünüyor. Seçmen listelerinde yine o bölgede ikamet edenler görülmezken, tanınmayan isimler yer alıyor. Erdoğan’ın “muhtarlar toplantısı”nda bu işleri de hallettiği anlaşılıyor!

Her seçimde hile vardır, AKP dönemi, bunun zirve yaptığı dönem oldu. Fakat bu kez öncekilerden daha fazla ayyuka çıkacağı kesindir. Sadece hile-hurda ile de yetinmeyecekler. 7 Haziran’dan bu yana tırmandırdıkları şiddet ve terörle kitleleri baskı altına alıyorlar. Özellikle Kürt illerinde savaşı tırmandırarak halkı göçe zorluyorlar. Ayrıca “sandık güvenliği” gerekçesiyle “taşımalı seçim” diyerek, bölgede oy kullanma oranını düşürmeye çalışıyorlar. Bu şekilde HDP’yi 7 Haziran seçimlerinin altına düşürerek, Kürt illerinden daha fazla milletvekili çıkarmayı hedefliyorlar.

Erdoğan “1 Kasım, 7 Haziran gibi olmayacak” diyerek, 1 Kasım’da normal bir seçim olmayacağını baştan ilan etti. Her şey göz göre göre yapılıyor. Buna rağmen HDP başta olmak üzere muhalefet partilerinden, ciddi bir itiraz yükseltmiyor. Dahası 7 Haziran seçimleri neden geçersiz sayılıyor; AKP ve Erdoğan’ın bu keyfi tutumuna niye boyun eğiliyor; bir dayatma olan 1 Kasım seçimlerine neden katılıyorlar gibi soruları yanıtlamıyorlar.

İşte AKP, karşısında gerçekten ciddi bir muhalefet göremediği için bu kadar pervasız ve cüretkardır. Hal böyleyken bu muhalefet partileri, yine kitleleri sandığa çağırıyor. Sanki 7 Haziran’da aldıkları oylara sahip çıkmışlar gibi. Ve sanki, 1 Kasım’da verecekleri oylarlarla, bu durumu değiştireceklermiş gibi…

1 Kasım’da yine bir seçim tiyatrosu oynanacak. Ama bu kez trajedi, komediye dönüşecek! Zaten herşey ayağa düşmüş durumda. Ne anayasa, ne hukuk, ne kural, hiçbir şey tanımıyorlar. Bir diktatör tarafından keyfi ve kuralsız biçimde yönetilen ülkeler için söylenen “bir Ortadoğu ülkesi ” veya “Muz Cumhuriyeti” gibi benzetmeler, bir süredir Türkiye için kullanılıyor.

Bu kuralsız-keyfi yönetim altında, sadece halkın kurallara uyması isteniyor! “Oylarınız çöpe gitmiş olsa da yine tıpış tıpış gidip oy kullanın” deniyor! Yani “gocuklu celep kaldırınca sopasını”, bir koyun gibi “mağrur”  salhaneye koşması bekleniyor!

Tabi ki, işçi ve emekçilerin örgütsüzlüğüne güveniyorlar. Kendilerinden memnun olmasalar da, beğenmeseler de, hatta eleştirseler de, yine oy vereceklerini, başka çarelerinin olmadığını düşünüyorlar! Ve bu seçimlerde -7 Haziran’dan farklı olarak- gerçekten de insanlar umut ve beklenti içinde oy vermeyecekler. Bir zorunluluk, bir külfet gibi oy kullanacaklar. Ve bunun asıl sorumlusu da HDP ve onun kuyruğuna takılanlar olacak.

Oysa başta Kürt halkı olmak üzere kitleler, 7 Haziran’dan bu yana büyük bir öfke biriktirdiler. Bırakalım yoksulluğu, açlığı, işsizliği; can güvenliği kalmamış durumda. Kürt halkının “ne seçimi, biz can derdindeyiz” haykırışı, belli ki HDP’nin kulağına ulaşmıyor. Böyle bir dönemde AKP’nin “seçim hükümeti”ne bakan bile oluyorlar. Yetkisiz, kukla bakanlıklarla AKP’nin “vitrin”ini düzeltiyorlar! Bu hükümete katıldıktan sonra istifa etmiş olmaları, onların suçunu hafifletmiyor.

“Avrupa Birliği” gibi uydurulmuş bir bakanlık verilen HDP milletvekili Ali Haydar Konca, bakanlıktan istifa ederken yaptığı basın toplantısında, kendisinin Varto’lu olduğunu, sokağa çıkma yasağının ilk uygulandığı Varto’da hemşerilerinin kendisini arayarak lanetlediğini söyledi. Kürt halkı vekil diye seçtiği kişilerin kendisi ateş altındayken bakanlık koltularında oturmalarını, can derdine düşmüşlerken seçimle oyalanmalarını istemiyor ve lanetliyor! Ama ne yazık ki, HDP diğer düzen partileri gibi, kendi kitlesine yabancılaşıyor, bürokratlaşıyor.

* * *

Bu kadar sık aralıklarla seçimlerin olması, egemen sınıfların yönetememe krizinin ne denli derinleştiğini gösteriyor aslında. “Üsttekiler” yönetemiyor, “alttakiler” ise bu şekilde yönetilmek istemiyor. Kısacası objektif olarak “devrimci durum” olgunlaşıyor. Fakat subjektif faktördeki eksiklik, yani örgütlenmede yaşanan boşluk, bu seçim oyununun oynanmasını sağlıyor.

Oysa halk “seçim yorgunu!” Seçim enflasyonundan bıkmış durumda. Giderek umudunu da yitiriyor. “Seçimlerle birşeyler değişseydi, onu da yasaklarlardı” sözüne daha fazla inanıyor. Çözümün sandıkta değil, sokakta olduğunu hissediyor. Ne var ki, devrimci bir önderlik yoksunluğun sonucunu yaşıyor.

1 Kasım seçimleri, daha önceki seçimlerden farklıdır. Bu, burjuva hukuk kuralları içinde bile, meşru olmayan bir seçimdir. Böylesine keyfi-dayatma bir seçimi tanımamak için, komünist ya da devrimci olmaya gerek yoktur. 7 Haziran’daki oylarına sahip çıkmak bile, 1 Kasım seçimine katılmamayı gerektiriyor.

Biz doğru bildiklerimizi söylemeye, bunları kitlelere anlatmaya devam edeceğiz. Reformizmin suçlarına ortak olmayacağız ve onları teşhir edeceğiz! Kitleler kendi tecrübeleriyle doğruları mutlaka görecektir.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …