Birlik konusu, komünist ve devrimci hareketler açısından her dönem önemli olmuştur. Örgütsel birliklerden, cephesel ve eylem birliklerine kadar her tür birlik girişimi, geçmişten itibaren birçok tartışmayı beraberinde getirmiş, yeni saflaşmalara yol açmıştır.
Marks döneminden itibaren komünistler “ilkelerden taviz vermemek” koşuluyla birliklere açık oldular ve bunun örneklerini ortaya koydular. Bununla birlikte “birlik” çığırtkanlığı yaptıkları halde, gerçekte birlikleri parçalayan ve onu etkisizleştiren “sahtekar birlikçi”lere de dikkat çektiler, onların oyununa gelmemek gerektiğini belirttiler.
Ülkemizde de “birlik” sıkça tartışılan, çeşitli biçimlerde gündeme gelen bir konudur. Öncesi bir yana, 12 Eylül sonrası birçok birlik girişimi yaşandı. Bazıları gerçekleşti, bazıları sonuçsuz kaldı. Kısa ömürlü sürenler, bugüne dek kalanlar oldu. Onlar da kendi içinde birçok evrim geçirdiler.
Kısacası partisel birleşmelerden, cephesel ya da güç ve eylem birliklerine kadar, yaşanan onlarca deneyim var. Fakat bu konuda genel olarak -içlerinde parmakla sayılan olumlu örnekleri bir yana koyarsak- Türkiye devrimci hareketinin kötü bir geçmişi bulunuyor. Bunların nedenleri üzerine durmak gerekiyor. Aksi halde aynı yolu izleyerek farklı sonuçlar elde edeceğini zanneden kişilerin durumuna düşülür ki, bir arpa boyu yol alınmaz.
‘90’ların sonundan bugüne, daha çok “platform” olarak adlandırılan güç ve eylem birlikleri baskın oldu. Elbette ağırlıklı olarak seçimleri hedefleyen örgütsel birlikler, “blok”lar da oluştu. Son örneğini HDK-HDP’de gördüğümüz “çatı” diye başlayan “ideolojik-siyasal” birliğe dönüşen modeller yaşandı. Bunlara dönük değerlendirmelerimizi yaşandığı dönemlerde yapmıştık. Bugün geldiği nokta üzerinden yeniden vurgulamakta fayda var kuşkusuz. Fakat burada konumuzla ilgili yönlere değinmekle yetineceğiz. Genel olarak birlikler, aslolarak da güç ve eylem birlikleri üzerinde duracağız. Ve 15 Temmuz sonrasını esas alacağız. Yeri geldikçe tarihsel göndermeler yaparak, bugünü daha iyi görmeye çalışacağız.
HDP başta olmak üzere parlamentarist hayalleri körükleyen birliklerin, Türkiye devrimci hareketine çok şey kaybettirdiği ortadadır. Bunun sonuçları 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında daha net görülmüştür. 7 Haziran seçimlerini “devrim” diye niteleyenler, sonrasında yaşanan vahşetten objektif olarak sorumludurlar. Kitleleri aldatmanın, oyalamanın sonuçlarını başta Kürt halkı olmak üzere tüm halk çok ağır biçimde ödemiştir, ödemektedir…
15 Temmuz sonrası birlik çağrıları
ve kurulan birlikler
15 Temmuz darbe girişimi, hiç kuşkusuz önemli bir dönemeçtir. Askeri darbelerle dolu Türkiye tarihi içinde özgün bir yeri alacağı kesindir. Halen bilinmeyen pekçok yönü olmakla birlikte, arkasında ABD’nin olduğu ve Erdoğan’a karşı yapıldığı başından beri bellidir. Bunun da asıl nedeni, genel olarak Ortadoğu’da, özelinde Suriye’de süren savaşın geldiği noktadır.
15 Temmuz, Erdoğan’ın 7 Haziran seçimlerini tanımayarak ve savaşı tırmandırarak gerçekleştirdiği “saray darbesi”ne karşı yapılan bir askeri darbeydi. Akamete uğramasının ardından AKP hükümetinin ilan ettiği Olağanüstü Hal (OHAL) ise, “sivil darbe”yi tahkim eden bir hamle oldu. Karşı-darbe içinde karşı-darbe olarak gerçekleşen OHAL, içeride her tür muhalif sesin bastırılması, dışarıda ise savaşın içine boylu boyunca dalmak biçiminde kendini ortaya koydu.
15 Temmuz’un hemen ardından “asker-sivil darbelere karşı” devrimci bir duruş ortaya koymak önemliydi. Bunu her siyasi yapı, bildirisi, duyurusu, afişi, eylemi ile ortaya koyabildiği gibi, birleşik bir şekilde de göstermek gerekiyordu. Üstelik askeri darbenin başarısızlığı kesinleşince, cihatçı çetelerin terörü başlamış, devrimci faaliyetlerin sürdüğü ve Alevilerin yoğun olduğu mahallelere dönük gövde gösterileri ve saldırılar düzenlenmişti. Buralarda hızla devrimci-demokrat kurumlar biraraya gelmeli, bir savunma hattı oluşturulmalı ve saldırılar püskürtülmeliydi. Kimi yerlerde kendiliğinden karşı koyuşlar gerçekleşti, ama genel olarak sinme ve bekleme hali hakim oldu.
AKP üstünlüğü ele geçirmiş olmanın rahatlığı ve cihatçı çetelere karşı tepkilerin artması üzerine, bu güruhları sokaktan çekti; onların yerine, toplayabildiği kitleleri ‘demokrasi nöbeti’ adı altında meydanlara yığdı. Sonuçta yaklaşık bir ay boyunca meydanlar dinci-gerici kitle tarafından dolduruldu.
Ne var ki, bu süre boyunca devrimciler cephesinden neredeyse hiçbir şey yapılmadı. Birçok siyasi yapı, internet üzerinden darbeyi kınamakla yetindi. Ardından yazılı-sözlü bolca birlik çağrıları yapıldı. Oysa 15 Temmuz öncesinde kurulmuş güç ve eylem birlikleri vardı. Dahası HDK-HDP zaten birçok siyasi yapının biraraya geldiği oluşumlardı. Bunları harekete geçirmek varken, “birlik” diye bağırmak, yeni birlik arayışlarına girmek, zamanı boşa harcamanın ve hiçbir şey yapmamanın bahanesinden başka bir şey değildi.
Bugün partisel birlikten, güç ve eylem birliklerine kadar çeşitli birlikler var ki, yokluğundan değil, olsa olsa “birlik enflasyonu”ndan söz edilebilir. Üstelik “birlik” çağrıları yapanlar, bunların hemen hepsinde yeralıyorlar. Varolanların neyi eksik veya kurulması istenen birliklerden farklı ne bekleniyor konusunda tek söz etmeden “birlik” çağrısı yapmanın bir anlamı var mı? Bu çağrıyı yapanların samimiyetinden şüpheye düşülmez mi?
Örneğin, “İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu” 15 Temmuz öncesi oluşmuş, DİSK, KESK, TMMOB, TTB gibi sendika ve meslek örgütlerinin yanı sıra, devrimci, demokrat bir çok kurumu içine alan güç ve eylem birliğidir. Buna karşın 11 Ağustos 2016’ta Ankara’da “Emek ve Demokrasi için Güç Birliği” oluşturuldu. Yayınladıkları deklarasyonda, OHAL ile birlikte gaspedilen hak ve özgürlüklere, işçi ve emekçilere, Kürt halkına dönük saldırılara, emperyalist savaşa karşı biraraya geldiklerini açıkladılar.
Sadece bileşenleri değil, içeriği de “Koordinasyon” ile aşağı-yukarı aynıydı. Denilebilir ki, Koordinasyon İstanbul ile sınırlıdır, ülke genelini kapsamıyor. Ama İstanbul’un herhangi bir il olmadığı, İstanbul’daki bir hareketlenmenin kısa sürede tüm ülkeye yayıldığı herkes tarafından bilinir. Kaldı ki, Koordinasyon’un yerel ayaklarını oluşturmak da hiç zor değildi.
Diğer yandan yukarıda belirttiğimiz gibi, “cephesel birlik” şeklinde kurulan HDK-HDP tüm ülkeyi kapsamıyor muydu? HDK-HDP çizgisiyle uyumlu “Barış Bloku”na ne olmuştu? Ya da başını eski CHP’li vekillerin çektiği ve yine aynı sendika, meslek örgütleri ve partilerin yeraldığı “Demokrasi için Birlik” Türkiye’nin geneli için kurulmamış mıydı? Keza “Haziran Hareketi” de ülke çapında kurulmuş bir birlik değil miydi?
Bütün bunlar ortadayken, 15 Temmuz sonrası “birlik” çağrılarına ve yeni bir “Güç Birliği” kurulmasına ne gerek vardı? Zaten “Emek ve Demokrasi için Güç Birliği” kurulduktan sonra, sadece Barış mitingini örgütlediler, sonra adı-sanı duyulmadı. Halen varlığını koruyor mu, koruyorsa ne yapıyor, belli değil. Halbuki 15 Temmuz sonrası büyük anlamlar yükleyerek kuruluşunu duyurmuşlardı.
Benzer bir durum “Demokrasi için Birlik” (DİB) için de geçerlidir. DİB, eski CHP milletvekilleri Rıza Türmen ve Binnaz Toprak’ın çağrısıyla ilk toplantısını 28 Haziran’da yapmıştı. (Yani 15 Temmuz’dan önce) Çok sayıda kurum ve kişinin katıldığı bu toplantıda, bir kurultay kararı alınmış ve “başlangıç bildirgesi” ile amaçları duyurulmuştu. Burjuva demokrat bir içeriğe sahip bu birliğin, 15 Temmuz sonrası ilk buluşması 23 Ekim’de İstanbul’da oldu. (Yani darbe girişiminden 3 ay sonra!) Doğal olarak değişen koşullar üzerinden OHAL ve Başkanlık sistemini ön plana geçirdiler.
DİB sanki yeni kuruluyormuş gibi, büyük bir heyecanla karşılandı. Sadece bileşenleri değil, kendilerine “devrimci”, “sosyalist” diyen birçok kesim tarafından da alkışlandı. Tek rahatsızlıkları “yetmez ama evet”çilerin varlığıydı. Ama böyle geniş birlikler oluşturmak için buna da katlanılmalıydı!
Bu kadar büyük bir esneklik, hoşgörü ve umutla karşılanan DİB’in o toplantıdan sonra tek bir faaliyeti olmadı.
Zaten mesele de burada. Mücadeleyi birleşik bir tarzda ve daha güçlü bir şekilde verebilmek için bir araç olan “birlikler”, amaç haline getirilmiş durumda. Birlikler kuruluyor, fakat mücadeleyi yükselmek için hiç bir şey yapmıyor. Bırakalım kitlesel eylemleri, bildiri dağıtmak, afiş asmak gibi, propagandif faaliyetleri bile gerçekleştirmiyor. Ha bire toplantılar yapılıyor, bildirgeler, deklarasyonlar yayınlanıyor; iddialı sözlerle büyük umutlar pompalanıyor; ama kayda değer tek bir faaliyet, tek bir eylem gerçekleşmiyor.
Böylesi “birlikler” ile, devrimci tarzda mücadeleyi yükseltmek bir yana, burjuva muhalefeti yürütmek bile mümkün değildir. 15 Temmuz sonrası temel hak ve özgürlüklere ciddi saldırılar oldu, işçi ve emekçilerin hakları gaspedildi. Aralarında HDP eşbaşkanları, milletvekilleri olmak üzere binlerce kişi tutuklandı, HDP binaları yakılıp yıkıldı, belediyelere kayyum atandı. Birçok gazete, tv kanalı, dernek kapatıldı. Başta Eğitim-Sen olmak üzere KESK’e bağlı birçok sendika üyesi görevden alındı. Ne oluşturulan (veya varolan) “birlikler”den, ne de sendika ve kitle örgütlerinden güçlü bir direniş sergilendi.
Bu durumda “birlik” çağrılarının bir anlamı var mıdır? Görev savma kabilinden çağrılar ve yapılan toplantılar ile kitlelere boş umutlar pompalamak gibi zararları dışında…
O halde tüm “birlikler”i lanetlemek, onların hepsinden uzak durmak mı gerekir? Kimisi böyle yapıyor! Onlarla uğraşmayı “zaman kaybı” görüyor, kendi “steril” ortamlarında kalmayı yeğliyorlar. Böylece kendilerini her tür “hata”ya karşı da garantilemiş oluyorlar!
Komünistlerin tavrı bu olamaz. Savaşa ve faşizme karşı olan tüm kesimleri birleştirmek ve harekete geçirmek, en temel görevleridir. Bu doğrultuda “birlikler”in kurulmasına önayak olurlar, varolanlar içinde çalışırlar ve onları bir adım ileriye çekmek için ellerinden geleni yaparlar. 15 Temmuz öncesinde olduğu gibi, sonrasında da çabamız bu yönde olmuştur.
15 Temmuz sonrası Koordinasyon
Yukarıda belirttiğimiz gibi, “İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu” 10 Ekim Ankara katliamından sonra oluştu. Katliamı protesto etmek için bir çok platform, sendika ve meslek odası toplantı çağrısı yapınca, bu duruma artık bir son vermek gerektiği nihayet anlaşıldı. Varolan birlik ve platformların biraraya geldiği, ortak eylemlerin örgütlendiği güç ve eylem birliği oldu. Sonraki toplantılarda birliğin içeriğine uygun düşecek şekilde “İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu” ismini aldı.
Biz merkezi bir platform kurulmasını çok önceden beri savunmuştuk. Her olaya ilişkin birliklerin kurulması gereksiz bir zaman ve emek israfıydı. Ayrıca kurumsallaşmayı, kökleşmeyi engelliyor, her defasında sil baştan yapılıyordu. Koordinasyon’un İstanbul ile sınırlı olsa da merkezi bir adım olmasından dolayı memnuniyetle karşıladık ve başından itibaren içinde yer aldık. (Bu tür geniş platformlarda devrimci yapıların kendi içinde birlik oluşturmaları, ortak kararlarla toplantılara katılmaları yönünde çabalarımız ise sonuçsuz kalmıştır. En son Haziran direnişi sırasında “Dayanışma”nın içinde bunu başaramamış olmanın sonuçları acı bir şekilde görüldüğü halde, halen adım atılmış değildir.)
Yeniden Koordinasyon’a dönersek; Koordinasyon asıl olarak -kuruluşuna da kaynaklık eden- Ankara katliamını unutturmamayı önüne koydu. Ve her ayın 10’unda anma etkinliğini örgütledi. Bir yıl boyunca istikrarlı bir şekilde bu eylemleri örgütlemesi, önemli bir başarıdır. Bunu katliamın birinci yılında merkezi bir mitingle noktalaması, çok daha iyi olurdu. Bu yönde Kaldıraç’ın önerisini, biz dahil bazı devrimci kurumların desteklemesine rağmen, kabul görmedi. 15 Temmuz sonrasına denk gelen 10 Ekim’deki anma, başta Ankara olmak üzere pekçok şehirde gerçekleşti. Fakat parçalı bir şekilde yapılan eylemler, polisin de yoğun saldırılarıyla bir süre sonra dağıldı. Koordinasyon çatısı altında birleşik merkezi bir eylem olsaydı, kuşkusuz çok daha etkili olacaktı. Fakat reformizmin korkuları büyütüp mücadeleyi geriye çeken tutumu, bir kez daha engel oldu.
Koordinasyon 10 Ekim protestolarının yanı sıra bölgedeki emperyalist savaşa, ülkedeki kirli savaşa karşı da çeşitli faaliyetlerde bulundu. Fakat biz asıl olarak 15 Temmuz sonrası yaptıkları/yapmadıkları üzerinde duracağız. Koordinasyon’un bileşeni olduğu halde 15 Temmuz sonrası “birlik” çağrısı yapanların, Koordinasyon’u harekete geçirmek için ne yaptıklarını, gelen öneriler karşısında nasıl bir tutum takındıklarını sergilemeye çalışacağız.
Koordinasyon’un darbe girişiminden sonraki ilk toplantısı 18 Temmuz’da oldu. Böyle geniş bir birliğin, darbeden 3 gün sonra toplanmış olması olumluydu, fakat daha önemli olan, alacağı kararlar ve pratiğiydi. Koordinasyon ilk olarak askeri-sivil darbelere karşı olduğunu, savaşa ve faşizme karşı direneceğini, sokakları gerici-faşist güruhlara terketmeyeceğini kitlelere duyurmalıydı. Bunu da çok hızlı bir şekilde ve meydanlarda yapmak gerekiyordu. Böyle bir anda kitlelere vereceği mesaj çok önemliydi.
Buna karşın bileşenlerin ezici çoğunluğu, sokakların gerici-faşist güruhlarla dolu olduğunu, o yüzden sokak eylemi yapmanın koşullarının olmadığını söylediler. Yapılacak tek şey, bir bildiri yayınlayıp yerellerde dağıtmaktı!
10 Ekim katliamının ardından, “mitinglerde IŞİD katliam yapıyor” diye miting yapmaktan vazgeçen HDP zihniyeti, bu kez “sokaklar cihatçı güruhlarla dolu” diyerek sokağa çıkmayı reddediyordu. Egemenlerin bilinçli bir şekilde yaydığı “provokasyon” korkusu, reformizmin retoriğinde “provokasyon” edebiyatına dönüşüyor ve mücadeleyi daha geriye çekmenin, pasifizmin bahanesi haline geliyordu. Kuşkusuz güçler dengesi, kitlelerin psikolojisi vb. dikkate alınır; kimi zaman daha ileri sıçramak için geri adımlar da atılır. Ama reformizmin sinik tavrının bunlarla ilgisi yoktur. O en kritik zamanlarda faşizmin koltuk değnekliğini yapar.
15 Temmuz sonrası da o kritik anlardan biriydi. Devrimci, demokrat kurumlar olarak kitlelere güven vermenin hayati önemde olduğu bir anda, ortalarda görünmemeyi tercih ettiler. Ayrıca sanki her yerde ve her saat, her dakika cihatçı güruhlar sokaklardaymış gibi davranıldı. Uygun zaman ve meydanları belirlemek mümkünken, buna da yanaşılmadı.
İkinci toplantı, Koordinasyon’un haftalık olağan toplantısı olarak 21 Temmuz’da gerçekleşti. Toplantının gündemi, CHP’nin miting çağrısıydı. CHP’nin Taksim mitingi, 15 Temmuz sonrasının önemli bir kesitiydi, öncesi ve sonrasında bir çok tartışmaya da yol açtığı için üzerinde durmakta yarar var.
Miting, 15 Temmuz’dan yaklaşık 10 gün sonra 24 Temmuz’da yapılacaktı. 15 Temmuz’la birlikte kitlelerin üzerine iyice çöken gerici-faşist cenderenin kırılması bakımından önemliydi. Uzun süredir işçi ve emekçilere kapatılmış olan Taksim Meydanı’nda yapılacak olması, ayrıca kayda değerdi. Böyle bir kesitte CHP de yapsa bu miting, devrimciler tarafından değerlendirilmeliydi; pankartlarımız, flamalarımız ve sloganlarımızla mitinge katılmalı, devrimci bir rüzgar estirmeliydik. Kaldı ki CHP tabanı içinde ulusalcı-şoven kesimler kadar, -belki daha fazla- demokrat, devrimcilere yakın kitleler vardı. Bunlar, devrimcilerin ilk elde ulaşması gereken hedef kitlesini oluşturuyordu aynı zamanda.
Biz bu kararla Koordinasyon toplantısına katıldık ve Koordinasyon’un mitinge katılması gerektiğini savunduk. Koordinasyon bileşenleri de katılmaktan yanaydılar, fakat tartışma farklı noktalarda düğümlendi. CHP’nin Türk bayrakları ve Atatürk posterleri dışında her hangi bir şeye izin vermeyeceği üzerinden tartışılıyor, şurasından-burasından delinmeye çalışılıyordu. Örneğin CHP merkeziyle bu konuda görüşmeler yapıldığı, sendikaların pankartlarına izin verildiği söyleniyordu. EMEP her durumda katılmaktan yana olduğunu belirtiyor, HDP, HDK temsilcileri ise, kurumsal bir karar almadıklarını, bileşenleri serbest bıraktıklarını söylüyordu. Bununla birlikte “flama ve pankartlarımızla girmeyi sonuna kadar dayatmalıyız” diyenler de vardı. Elbette sonuna kadar dayatmalıydık, ama mesele CHP’ye bunu kabul ettirmenin ötesinde, bizim ne yapmamız gerektiğiydi.
Başından itibaren böyle bir dayatmayı kabul etmemek gerektiğini belirttik. Aksi halde mitinge gitmenin hiç bir anlamı yoktu. Ama CHP yönetimi ikna olmasa da pankartlarımız, flamalarımız ile gitmeli, miting alanına girmemiz engellenirse, onun kavgasını orada vermeliydik. Öyle bir durumda ikinci bir kürsü kurmak ve kitleye CHP’nin bu tutumunu teşhir eden konuşmalar yapmak mümkündü. Önemli olan bizim kararlılığımız ve her ne olursa olsun, kendimizi ifade eden semboller konusunda tavizsiz olmamızdı.
Buna rağmen reformizmin “ara formül” arayışları bitmedi. HDP ve ona yakın kurumlar beyaz bayrak taşımak gibi son derece yanlış bir öneri bile getirdiler. “Demokrasi, Barış yazan önlükler giyelim” diyenler oldu. Koordinasyon imzalı dövizlerle katılma önerisi geldi. Bunların dışında Koordinasyon adına kürsüden bir bildiri okunması önerisi geldi ki, tüm miting kitlesine seslenebilmek bakımından önemliydi.
Sonuçta mitinge Koordinasyon imzalı döviz ve pankartlarla gidildi. Belirlenen ortak sloganlar atıldı. Ayrıca her bileşen kendi flamalarını da taşıdı. Kimi küçük engellemeler olduysa da bunlar aşıldı. Mitingde Kılıçdaroğlu dışında tek konuşma, Koordinasyon adına yapıldı. Böylece bir milyonu aşkın kişinin katıldığı Taksim mitinginde, devrimci sesler duyuldu. Kılıçdaroğlu en “sol”cu konuşmasını, burada yaptı. CHP’nin bile beklemediği bir kitlesellik ve coşku hakimdi. Bunun korkusundan olsa gerek, CHP her hafta yapacağını duyurduğu mitinglerini bir ay gecikmeli İzmir mitingiyle sonlandırdı. Sonuçta Taksim mitingi, önceden tahmin ettiğimiz gibi 15 Temmuz’un hemen ardından estirilen gerici-faşist terörü dağıtmada, devrimci-demokrat kesimlerin sesini duyurmada önemli bir rol oynadı.
Hal böyleyken miting üzerine tartışmalar bitmedi. Koordinasyon’a katılan HDP-HDK temsilcisi, öncesinde “bileşenlerimizi serbest bıraktık” derken, son gün mitinge katılmayacaklarını açıkladı. Bunu da “Cumhuriyet mitingleri gibi” benzetmesi ile gerekçelendirdi. Onların manyetik alanındaki birçok çevre de, CHP mitingine katılmadılar, katılanlara saldırıya geçtiler. Oysa Taksim mitingi hiç de “Cumhuriyet mitingleri” gibi olmadı. Zaten konjonktür de ona uygun değildi. Daha önemlisi komünist ve devrimcilerin kendi simgeleri, sloganları ve bildirileriyle katılımı, mitingin havasını değiştirmişti.
CHP’nin Taksim mitingine katılmayan HDP, daha şoven bir kitlesi olan İzmir mitingine katılmakta bir mahsur görmedi! HDP bir kez daha kuyrukçularını ortada bırakmıştı! İçlerinden bazıları, Taksim mitingi için “bu şekilde girileceğini bilmiyorduk” diyerek utangaçça geri çekildi. Bazıları ise, kaba bir düzlükle CHP’nin yapısını anlatıp durdu. Sanki CHP mitingine katılmak, onu karşı-devrimci bir düzen partisi olmaktan çıkarıyormuş ve katılanlar CHP’yi artık farklı görüyormuş gibi…
Bunlar ML’nin “somut durumun somut tahlili” belirlemesini yapamayan, o yüzden de bazen sağa, bazen sola yalpalayıp duran yapılardır. 15 Temmuz sonrası, gün gün değişimler yaşanmıştır. Bunları görmek ve ona göre politika belirlemek gerekirken, bu siyasi bakıştan yoksun veya ülkeden kopuk olanlar, bir kez daha çuvallamıştır. İşin daha trajik yanı, böylesi özel bir kesitte CHP’nin mitingine katılmaya karşı çıkanlar, HDP’nin kuyruğunda parlamentarist hayalleri körüklemekte hiçbir beis görmemişlerdir.
Diğer yandan Taksim mitingine alternatif ayrı bir miting ya da bir gösteri yapmaya hiç biri yanaşmadı. KESK, DİSK, TTB, TMMOB, Koordinasyon’un bileşenleriydi, Koordinasyon olarak devrimci-demokrat kesimleri kucaklayan bir miting yapılabilirdi. Taksim mitinginden sonra bunu önerdik, fakat kabul edilmedi. İlk toplantıda karar altına alınan bildiriyi, “aynı gün ve aynı saatte merkezi yerlerde ve yerellerde kitle gösterisiyle dağıtalım” önerimiz de “biz yerellere karışamayız” gibi saçma bir gerekçeyle reddedildi. Hadi yerellere “karışmıyorlar”dı(!) merkezi yerlerde dağıtımı da yapmadılar. O bildiri günler sonra internette yayınlanabildi!
HDP-HDK da Koordinasyon bileşenlerinden. CHP’nin Taksim’de miting yapacağı duyurulunca, apar-topar Gazi Mahallesi’nde bir toplantı kararı aldılar. Demirtaş’ın konuştuğu bu toplantı, doğal olarak sınırlı sayıda bir kitleye hitap etti. Sonuçta bir meydanda değil, bir semtte yapılıyordu ve bir miting ya da gösteri değil, “kitle toplantısı”ydı. Duyurusu bile bu şekilde yapılmıştı. 15 Temmuz sonrası HDP’nin başka da bir eylemi olmadı. Kürt illerinde yaptıkları sınırlı sayıdaki miting ve gösteriler ise, “Öcalan üzerindeki tecrit kaldırılsın” ekseninde oldu. “Askeri-sivil darbelere” sonrasında OHAL ve uygulamalarına karşı Türkiye genelinde bir varlık gösteremediler. Bunun nedenleri ayrı bir tartışma konusudur, fakat objektif durum budur.
Sonuç olarak Koordinasyon, 15 Temmuz sonrası bir bildiri dağıtımını bile örgütlemekten aciz bir tablo sergiledi. 10 Ekim katliamının yıldönümünde kitlesel bir gösteri yaparak, bunu giderme imkanını bile değerlendirmedi. Aylar sonra 20 Kasım’da Kartal mitingine kadar, hiç bir şey yapılmadı. O mitingi de Haziran Hareketi örgütlemişti, sonrasında daha geniş kesimleri kucaklamak amacıyla Koordinasyon’a bırakıldı. Devletin “provokasyon” olacağı, bombaların patlayacağı yönündeki propagandasına, CHP merkez yönetiminin son anda “katılmama” kararına rağmen 20 bin kişi mitinge geldi. Bir o kadar kitle dışardan izledi.
Bu tablo, “bu koşullarda miting yapılamaz”, “sokağa çıkılamaz” diyenlere en güzel yanıttı. Tabi anlayana… Anlamayana, daha doğrusu anlamak istemeyene ne yapılsa boş…
15 Temmuz sonrası HBDH
Yazının başında sıraladığımız birçok birliğin dışında bir de PKK’nin öncülüğünde 10 örgütün oluşturduğu “Halkların Birleşik Devrim Hareketi” (HBDH) bulunuyor. Kiminin “cephe”, kiminin “güç ve eylem birliği” dediği bu birlik de 15 Temmuz öncesi kurulmuştu. Ve sadece Türkiye’yi değil, Avrupa ve Ortadoğu gibi geniş bir coğrafyayı kapsıyordu.
Bu birlik, yasadışı örgütlerin birliğiydi, doğal olarak faaliyetleri de öyle olacaktı. Tabi ki, yasadışı faaliyet, sadece askeri eylemler değildir. Yasadışı bildiri de dağıtılır, gösteri de yapılır. Ancak HBDH adını sadece askeri eylemlerle duyurdu. Kuruluşunu açıkladığı 12 Mart Gazi direnişinin yıldönümündeki gösteriyi dışarda tutarsak, başka bir gösteri ya da faaliyeti görülmedi.
HBDH olarak üstlenilen askeri eylemler ise ağırlıklı olarak “Türkiye’nin batısı”nda resmi kurum ve kişileri hedefleyen eylemlerdi. Bunların içinde önce HPG’nin üstlendiği, daha sonra HBDH ile birlikte yaptıklarını duyurduğu Artvin-Şavşat yolu üzerinde CHP konvoyuna saldırı vardır. Kılıçdaroğlu’nun da konvoyda bulunması, olayı daha sansasyonel yapmıştır. Sonrasında HPG, “askeri konvoyun geçeceği bilgisinin aldıkları”nı ve “konvoyun önünde JÖH’lere ait bir cemse aracı”nı hedefleyip vurduklarını açıklasa da, yanlış istihbarat ve yanlış hedef olduğu gerçeğini değiştirmedi. Bundan daha vahimi Dersim-Ovacık’ta gerçekleşti. Adliye lojmanları önünde patlatılan bomba yüklü araba, oradan geçmekte olan halktan insanların ölümüne ve yaralanmalarına yol açtı. Öyle ki, bu kişiler arasında eylemi gerçekleştiren birliğin bileşenlerine sempati duyanlar da vardı. Zaten bölge halkının siyasal yapısı bilinir; öyle olmasa dahi, bir askeri eylemde halktan kişilerin zarar görmemesi için azami dikkat gösterilir. Geçmişten beri devrimcilerin eylem çizgisi böyle olmuştur.
Fakat PKK’nin eylem çizgisinin farklı olduğunu biliyoruz. “Kurşun adres sormaz”, “biraz da Türklerin anası ağlasın” diyerek bunu teorize bile ettiler. HBDH de, ideolojik-siyasi olduğu kadar eylem çizgisi yönüyle de PKK’nin yörüngesine girdiğini gösterdi. Zaten 12 Mart 2016 tarihinde kuruluşlarını açıkladıklarından bir gün sonra Ankara-Kızılay’da gerçekleşen bombalı saldırıda, içlerinde bebeklerin, devrimci-demokrat gençlerin olduğu 36 kişi ölmüştü. TAK’ın üstlendiği bu eylemle ilgili HBDH bileşenleri tarafından eleştirel tek bir söz edilmedi. Zoraki kınayanlar da “ama”lı cümlelerle gerekçelendirme, hafifsetme çabasına girdiler. Sonrasında bizzat kendilerinin yaptıkları eylemlerde, PKK’nin eylemlerinde olduğu gibi halktan kişiler öldü.
Elbette her eylemi bu şekilde sonuçlanmadı, ancak bir tekinde bile olsa önemlidir. Zaten HBDH eylemleri parmakla sayılıdır. Bunun ikisinin yanlış olması, yarısı ya da üçte biri demektir ki, oransal olarak da büyüktür. Daha önemli olanı ise, ilkesel yaklaşımdır. Devrimci eylem çizgisinden asla taviz vermemektir. Fakat ideolojik-siyasal kayış, zaten ilkelerde değişim, en hafifinden esneme değil midir? Dolayısıyla eylem çizgisinin de buna paralel olarak değişmesine şaşmamak gerekir.
HBDH’nin kuruluşunda içeriğine dönük eleştirilerimizi ortaya koymuştuk. (Bkz: PDD Nisan 2016) Birliğin kuruluş bildirgesinde Kürt ulusal hareketinin görüşleri hakimdi. Ülkedeki ve bölgedeki tüm gelişmeler, Kürt hareketinin süzgecinden geçirilerek ele alınmıştı. Öyle ki, içlerinde “sosyalist devrim”i savunan örgütler olduğu halde “Türkiye’de halk iktidarı, Kürdistan’da özyönetim” deniyor, tek kelime olsun sosyalizmden, sosyalist hedeften söz edilmiyordu. İşçi ve emekçiler de genel bir “ezilenler” kategorisi içinde kaybolup gidiyordu. Rojava ve Kürt özyönetim direnişleri ise, “ezilenlerin, emekçilerin, tüm halkın geleceği” olarak göklere çıkartılıyor ve bunları savunmak en önemli görev sayılıyordu.
Kısacası HBDH içinde yer alan devrimci örgütler, “birlik” adına, ideolojik-siyasi görüşlerinden tavizler vermiş, Kürt ulusal hareketinin yörüngesine girmişti. Ardından eylem çizgisiyle de -önce PKK’nin halka zarar veren eylemlerine sessiz kalarak, sonra benzer eylemlere başvurarak- kayışlarına tanık olduk. Son dönemde ise PYD’nin (dolayısıyla PKK’nin) ABD ile açık işbirliği hakkında tek bir söz edilmiyor. Böyle bir durum yokmuş gibi davranılıyor. Oysa HBDH’nin kuruluşunda Rojava’daki gelişmeler belirleyici olmuştu. Birlik metnine de ruhunu vermiş, Rojava’yı savunmak en önemli görev adledilmişti. Dolayısıyla Rojava’daki her gelişme, HBDH’nin temel konusu olmalıydı. Fakat Kürt ulusal hareketine angaje olunca, adeta her şey mubah sayılıyor. Türkiye devrimci hareketini karakterize eden anti-emperyalizm bile aşınıyor, halkların düşmanı ABD’nin Rojava’daki varlığı hakkında ses çıkarılmıyor.
HBDH’nin 15 Temmuz sonrası pratiğine gelirsek; öncesinden farklı olmadığını söyleyebiliriz. Kendisini zaten askeri eylemle sınırlamıştı, o da iki-üç eylemdi. 15 Temmuz sonrası tek eylemi, yukarıda sözünü ettiğimiz, içinde Kılıçdaroğlu’nun bulunduğu CHP konvoyuna saldırıdır.
Oysa bu birlik, kitlelere “Kürt hareketi ile Türkiye devrimci hareketinin birliği” olarak büyük vaadlerle duyurulmuştu. PKK liderlerinden Duran Kalkan 14 Haziran 2016 tarihli yazısında, “Bu birlik, demokratik bir Türkiye’yi ortaya çıkaracaktır” diyor ve onun dışında kalan “tüm devrimci sosyalist güçleri HBDH etrafında birleşmeye” çağırıyordu. Mustafa Karasu, 15 Mart 2016 tarihli Gündem gazetesinde HBDH’nin 12 Mart’ta duyurulmasına atıfta bulunarak, “faşizme karşı Mahirlerin, Denizlerin ve İbrahim Kaypakkayaların devrimci duruşuyla mücadelenin gerçekleştirileceğinin ilanıdır” diyordu. Oysa ’71 devrimcilerinin duruşu, anti-emperyalizmle, özelinde ise anti-ABD’yle karakterize olunur. Ne PKK ne HBDH ile ideolojik-siyasi, eylemsel hiç bir benzerliği yoktu.
Sadece PKK liderleri değil, HBDH içinde yeralan diğer bileşenler de bu birliğe büyük payeler biçtiler. Ancak öncesi bir yana, bu tür birliklere daha fazla ihtiyacın olduğu 15 Temmuz sonrasında bile bir varlık göstermedi.
15 Temmuz sonrası HBDH adı, asıl olarak TKP/ML’nin açıklaması ile duyuldu. “Kamuoyuna ve Dostlarımıza” başlıklı Eylül 2016 tarihli yazıda, HBDH’nin bileşenleri arasında yer alan TKP/ML, bu birlikten ayrıldığını duyurdu. Fakat “ayrılma sebebi” yeni bir gelişme üzerinden olmamıştı. HBDH’yi başından itibaren “ideolojik-politik, ilkesel düzeyde tartışmalı” bulduklarını söylüyorlar, “koşullardan kaynaklı bilgilendirme eksikliğinden” birliğin içinde yer aldıklarını bildiriyorlardı. Bu durumun 6 ay gibi uzunca bir süre devam etmesi, bazı soru işaretlerini de beraberinde getirdi. Kimileri sözkonusu açıklamanın, PYD’ye ait binalarda ABD bayraklarının asılmasının ardından yapıldığına dikkat çekerek, buna bir tepki şeklinde yorumladı. Ancak yazının içeriğinde buna dair ne tek bir satır vardı, ne de PYD-ABD ilişkilerinden rahatsızlık duyulduğunu çağrıştıran ifadeler yer alıyordu. Aksine Rojava dahil Kürt hareketiyle ilişkileri sürdürme istediği döne döne vurgulanıyordu.
TKP/ML açıklamasında, HBDH’yi “cephesel birlik” olarak tanımlıyor ve eleştirilerini o noktadan yapıyordu. HBDH programında yeralan “bölgesel devrim”, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, “Rojava devrimi” konusunda farklı düşündüklerini ortaya koyuyor; keza faşizm, emperyalist savaş gibi konularda geçmişten beri varolan değerlendirmelerini yineliyordu.
Haklı bulduğumuz ve ayrıştığımız yönleri bu yazı çerçevesinde ele alacak değiliz. Zaten TKP/ML’nin açıklamasını konu etmemizin nedeni de “birlik” konusudur. Açıklamanın asıl can alıcı noktası da yazının sonunda, “birlik”le ilgili sözlerindedir. Kendi deyimleriyle “ideolojik-siyasal, ilkesel düzeyde” onca eleştirinin ardından son bölümde şunlar söyleniyor:
“HBDH’yi devrimci zeminde hareket etmesinden dolayı önemsediğimizi ve en yakın müttefikimiz olduğunu belirtmemiz gerekiyor. HBDH programına imza atmaksızın bu oluşumla tüm alanlarımızda en güçlü ve etkili biçimde ortak eylem birliği ve mücadele hattı kurmayı önemsiyoruz… Siyasi, askeri, demokratik temelde düşmana karşı ortak hareket edecek koşulları yaratarak yürümeyi önemli görüyoruz… Aynı çabanın sizler tarafından gösterilmesi durumunda eylem birliği eksenindeki bakış açımızın, düşmanı zayıflatacak, tabanımıza doğru sirayet ederek güç oluşturacak bir konumlanışı sağlayacağına inancımız tamdır…”(abç)
HBDH hakkında yazdığımız yazıda da belirttiğimiz gibi cephe ile güç ve eylem birliği farklıdır kuşkusuz. TKP/ML, HBDH ile cephesel birliğe karşıyken, güç ve eylem birliğinden yana olabilir. Fakat bunu da nedenleriyle birlikte açıklayabilmiş değildir. Diğer yandan HBDH’nin içeriği, eylem çizgisi ve pratiği ortada iken ve TKP/ML tarafından birçok noktada eleştiri konusu yapılmışken, “en yakın müttefik” görmek, her alanda (askeri alan dahil) “en güçlü ve etkili” mücadele hattı kurulmasını istemek, neyin nesidir? Dahası “aynı çabanın sizler tarafından gösterilmesi durumunda” diyerek, HBDH’den ve tabi aslolarak onun kurucusu PKK’den anlayış ve davet beklenmektedir.
Son paragrafta yazdıklarıyla TKP/ML, üstte yaptığı eleştirileri etkisizleştirmiş, hatta anlamsız kılmıştır. Öyle ya, HBDH programına dair eleştirilerini, bu birlik içinde neden yer almayacağını anlatmak için yapmaktadır. Diğer yandan genel olarak birliğe, özelde cephe ve eylem birliklerine nasıl baktığına dair tek söz söylemeden, HBDH ile eylem birliğinde bu kadar ısrarcı olması, anlaşılamamaktadır.
Anlaşılan tek şey, TKP/ML’nin HBDH’den ayrılmak durumunda kaldığı için üzgün olduğu ve bu durumu telafi etmeye çalıştığıdır. TKP/ML’ye yakın yasal kurumlar zaten HDP-HDK içinde yer almaktadır. Fakat belli ki bu yetmiyor, HBDH içinde de birlikte olmak “siyasi, askeri, demokratik temelde” birlikte yürümek isteniyor.
Bu durumda TKP/ML’nin HBDH’ye karşı çıkış noktası, onun cephesel bir programa sahip olmasıdır; aynı bileşenlerle güç ve eylem birliği yapmakta bir sakınca görmemekte, dahası bunu ısrarla istemektedir. Oysa cephe gibi kapsamlı olmasa da, eylem birliklerinin de bir amacı ve o amaç doğrultusunda faaliyetleri vardır. Ona da ilkeli yaklaşmak gerekir. İdeolojik-siyasi görüşlerinize, eylem çizginize tamamen aykırı eylem birlikleri içinde yer alamazsınız. Ayrıca eylem birlikleri her alanı kapsamak durumunda değildir. “Siyasi, askeri, demokratik” hemen her alanı kapsayan birliktelikler, birbirlerine daha yakın örgütler arasında olabilir ancak. Hem bu kadar geniş bir alanda birlik istemek, hem de varolandan ayrılmak, kendi içinde çelişkili bir durumdur. Konumuz itibarıyla da birlikler konusunda kafa karışıklığının göstergesidir.
Sonuç yerine
Genel olarak birlikler, özelde güç ve eylem birlikleri, 15 Temmuz sonrası daha önemli hale geldi. Bunun en önemli nedeni, hiç bir siyasi hareketin tek başına varolan durumu değiştirme gücüne sahip olamamasıdır. Özellikle Türkiye devrimci hareketinin gerek nicel, gerekse nitel olarak ciddi bir gerileme yaşaması, karakteristik özelliklerini büyük oranda yitirmesidir. Bu durum varolan eylem birliklerinin devrimci bir tarzda yürütülememesinin de nedenidir.
15 Temmuz, tek tek siyasi hareketler için olduğu kadar, eylem birlikleri açısından da bir sınavdı. Ne yazık ki bu sınav iyi verilemedi. Varolanların eksiklerini tamamlayıp harekete geçirmek gerekirken, birlik çağrıları ve yeni birlik girişimleri ile zaman yitirildi. Bunlar, Engels’in “sahte birlikçiler” dediği birlik çığırtkanlarıydı.
“Birlik çığırtkanlıkları insanı yanıltmamalı” diyordu Engels ve şunları ekliyordu. “Bu sözcüğü dillerinden düşürmeyenler… çoğu kez ayrılık tohumlarını en çok ekenlerdir… Bundan ötürü en büyük sekterler, en büyük kavgacılar ve sahtekarlar, belirli anlarda, birlik için en çok bağırıp çağıranlardır. Yaşamımız boyunca kimse bize birlik çığırtkanları kadar yük olmamış ve oyun oynamamıştır.” (Seçme Yapıtlar- C II, sf. 515)
Varolan birlikler ise, böyle zamanlarda olması gereken refleksi gösteremedi. Askeri-sivil faşist darbelere karşı bir direniş örgütlemek yerine, toplantı üstüne toplantı yaparak ve buralarda gereksiz tartışmalar yürüterek oyalandılar. Bizans kuşatma altındayken meleklerin cinsini tartışan Bizanslı yöneticiler gibiydiler.
Birlikler mücadeleyi daha güçlü vermek için ve mücadele içinde kurulur. Amaç değil araçtır. Mücadelenin sıcak ateşinde piştikçe sağlamlaşır. Lenin’in belirttiği gibi “iş temeli üzerinde”, günün siyasal hedefleri, ihtiyaçları doğrultusunda kurulmalı ve çalışmalıdırlar. Aksi halde kuruluş amacına hizmet etmez; mücadeleye fayda değil zarar verirler. Ya yaşayan ölü durumuna düşer, ya da kısa sürede dağılıp giderler. Kurulan birçok birlik, malesef böyle sonuçlanmıştır.
Diğer yandan eylem birlikleri, siyasi yapıların bağımsız faaliyetlerine engel değildir. Fakat 15 Temmuz sonrası partilerden sendikalara hiçbir kurum bağımsız olarak da yaşanan duruma denk bir faaaliyet içinde olmadı. Faşizme karşı bir “çatı” olarak örgütlenen ve büyük umutlar beslenen HDP-HDK’nın durumunu yukarıda özetledik. Kendilerine devrimci diyen, fakat uzun süredir reformizmin elinde can çekişen sendikalar da tam anlamıyla etkisizdi.
Örneğin KESK, bizzat üyeleri işten atılıp hapsedilirken, tek bir eylem yapmadı. 5 ay sonra yapacağını duyurduğu miting ve gösterilere de izin verilmeyince, onlardan da vazgeçti. Buna karşın Dersim ve Hatay’da görevden alınan KESK üyesi öğretmenler direnerek işlerine geri dönebildiler. Tek başına direnişe geçenler oldu, fakat hiçbiri sendikalarını yanlarında göremedi. Zaten her geçen gün erimekte olan KESK, 15 Temmuz sonrası adeta silindi. Bu, aynı zamanda Kürt hareketinin sendikalardaki iflasıydı.
Reformizmin bir diğer kesimi CHP-ÖDP ağırlıklı DİSK için de benzer şeyler söylemek mümkün. Onlarla birlikte hareket eden TTB, TMMOB gibi meslek örgütleri de aynı durumdaydılar. TMMOB’un 15 Temmuz sonrası birliklerden ayrılma kararı, zor dönemlerde rengini ele veren bir tutumdu. Sonuçta hepsi bu süreç boyunca edilgen kaldılar.
Devrimci örgütler bakımından da durum parlak sayılmaz. Eylemsel güçte sınırlılık, uzunca bir süredir varolan, anlaşılabilir bir durumdur. Fakat ajitasyon-propaganda araçları yönüyle de 15 Temmuz öncesine kıyasla büyük bir gerileme sözkonusudur. Daha önce semtlerde, işçi havzalarında ve merkezi yerlerde yapılan afiş, yazılama, bildiri dağıtımı gibi faaliyetler; keza emekçi semtlerde bağımsız veya birleşik gösteriler iyice azalmıştır. 12 Eylül yıllarında olduğu gibi hızlı bir geri çekilme yaşanmış, yapılabilecekler bile yapılmaz olmuştur.
Bağımsız eylem ve faaliyetlerin düzeyi bu kadar düşükken, kimileri de, güç ve eylem birlikleri küçümsenmekte ve uzak durmaktadır.
**Örneğin Kızıl Bayrak, “belli bir tarihten beri” bu birliklere Kürt hareketinin damgasını vurduğunu, devrimci hareketlerin de onların eklentisi durumuna geldiğini iddia etmekte; hatta “dünün devrimci-sol hareketine gelince… devrim kategorik olarak onların da gündeminden düşmüştür. Onların programları da düzeni aşan programlar değildir” diyerek, kendi dışında devrimci kalmadığı söyleyebilmektedir. Buradan hareketle “güç ve eylem birlikleri devrimci bir platforma sahip, düzeni karşısına alan, devrimci siyasal mücadeleyi geliştiren, bu çerçevede de devrime hizmet eden ve tüm bunların toplamı olarak devrimci bir eksene sahip güç ve eylem birlikleri değildir” saptamasını yapmakta ve hepsinden uzak durmayı bu şekilde gerekçelendirmektedir. (Güç ve eylem birlikleri üzerine – D. Yusuf, 25.09.2016)
Varolan birliklerin “devrimci bir eksene sahip” olmaması, onların hepsinden uzak durmayı gerektirir mi? Kaldı ki yakın zamana kadar varolan devrimci birliklerin (Devrimci 1 Mayıs, Devrimci 8 Mart platformları vb.) dağılmasında oynadıkları rolü açıklayabilir mi? Dahası, bu kendine sevdalı yaklaşımdan, güç ve eylem birlikleri için gösterilmesi gereken yoğun çaba ve emek beklenebilir mi?**
(Yayınevinin notu: Yıldızla başlayan ve biten son iki paragraf, teknik bir neden yüzünden derginin matbaa baskısında yer almamaktadır. Sonradan farkettiğimiz bu durumu sitemizde düzelterek yazıyı yayınlıyoruz. Okurlarımızdan özür diliyoruz.)
Bu birliklerden “devrim ve sosyalizm” hedefli çalışma bekleyenler, eylem birliklerinin ideolojik-siyasi birlik olmadığını, devrim ve sosyalizm hedefi olmaksızın anti-faşist bir nitelikte olabileceğini, öne çıkan herhangi bir sorun etrafında biraya gelinebileceğini bilmiyor olamazlar. Devrim ve sosyalizm mücadelesini bir yana bırakalım, düzeniçi demokrasi mücadelesinin bile, devrimci-demokrat güçleri biraraya getiren örgütlenmeler olmadan başarıya ulaşması imkansızdır. Varolan devrimci birlik ve platformlardan çeşitli bahanelerle ayrılanlar, aslında kendi sağcılıklarını ve mücadele içindeki etkisizliklerini, sol görünerek örtbas etmeye çalışanlardır. Dolayısıyla bu tür sözler, samimiyetten uzak, kendi durumunu meşrulaştırmaya, kitlesini yatıştırmaya dönük demagojilerdir.
İçinde bulunulan durum, hem bağımsız hem birleşik mücadelenin yükseltilmesini zorunlu kılıyor. Bu yönde eskisinden çok daha sabır ve ısrarlı bir çabayı gerektiriyor. Hem merkezi hem yerel birlikler için böylesi bir çabaya girmeden, hepsini “tu kaka” ilan etmek, en kolay olanıdır. Genel olarak işçi ve emekçilere, özelde kendi kitlesine karşı sorumlu davranış, bu kolaycılığa düşmemeyi gerektirir. Hiç kimse elini taşın altına koymadan dışardan ahkam keserek varolan durumu değiştiremez.
Güçlü bir komünist partisinden yoksunluk, sınıf hareketinden kopukluk, çekim merkezi yaratacak bir yaklaşımdan ve anlayıştan uzaklık, devrimci harekete egemen olan küçük-burjuva sınıf karakteri gibi etkenler, güçlü birliklerin kurulmasını engellemektedir. Özellikle komünistlerin zayıflığı her alanda olduğu gibi birlikler konusunda da en önemli handikaptır. Bu teorik bir doğru olmanın ötesinde, pratik olarak yaşanan ve kendini her alanda hissetiren bir gerçektir.
Bütün bu olumsuz etkenlere rağmen birliklerden uzak durmak çözüm değildir. İlkesizliğe ve pragmatizme düşmeden; az laf çok iş üretmeyi, mücadeleyi yükseltmeyi esas alan birlikler için çaba gösterilmeli, varolanlar bu yönde zorlanmalıdır. İçinde bulunduğumuz durumu aşabilmenin başka bir yolu yoktur.