Haziran ayaklanmasının en önemli mesajı: ÖRGÜTLENELİM! SİLAHLANALIM!

ik 77

Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) Merkez Yayın Organı “İhtilalci Komünist”in Temmuz 2012 tarihli sayısının başyazısını güncel öneminden dolayı kısaltarak yayınlıyoruz.

* * *

Mayıs sonunda başlayıp Haziran’ın yarısına kadar uzanan sürede, Türkiye tarihinin en büyük halk hareketi yaşandı. Halen çeşitli biçimler altında direniş sürse de, ilk 15 günkü büyüklüğünü ve yaygınlığını yitirmiş durumda. Elbette direnişin nedenlerinden, direniş boyunca süren aşamalarına ve sonuçlarına dair söylenecek çok şey var. Bunlar üzerine daha çok konuşulacak, yazılacaktır. Biz burada direnişe dair öne çıkardığımız yönler üzerinde duracağız. Geleceğe bıraktığı mirası, dersleri not ederek, kendimizi bu doğrultuda geliştirmeyi amaç edineceğiz.

 

Direnişin nedenleri

Direniş, herkesin bildiği gibi, Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesiyle patladı. AKP hükümeti, Gezi Parkı yerine, tarihi “Topçu Kışlası”nın yeniden inşası adı altında alış-veriş merkezi (AVM), otel, rezidans vb. yapılacağını Başbakan’ın ağzından birkaç kere duyurmuştu. Öncesinde ise, “yayalaştırma” adı altında Taksim ve çevresi delik deşik edilmiş, hükümete yakın çevrelere yeni rant alanı olarak sunulmuştu. Bu duruma tepki gösteren çeşitli meslek odaları, çevre örgütleri, bazı parti ve kurumlar, bir araya geldiler, basın açıklamalarıyla, toplantılarla, bu projenin altında yatan hesapları ortaya koymaya çalıştılar. Fakat çok etkili olamadıkları bir gerçekti. İnşaatlar, tüm hızıyla sürüyordu.

Asıl fırtına, 1 Mayıs’ta koptu. Çünkü Taksim, İstanbul’un en önemli turizm ve eğlence merkezi olmanın ötesinde, siyasal anlamı büyük bir meydandı. ’77 1 Mayısı’nda yaşanan katliam, bu meydanda gerçekleşmişti. O günden sonra Taksim’in adı, devrimci-demokrat kesimlerin dilinde “1 Mayıs alanı” oldu. Buna karşın Taksim, 1 Mayıslar başta olmak üzere, işçi ve emekçi kitlelerin gösterilerine, mitinglerine kapatıldı. Taksim’i yeniden alabilmek, devletle, devrimci-demokrat kesimler arasında yıllarca süren bir mücadeleye konu oldu. Bu uğurda şehitler verildi, büyük çatışmalar yaşandı, ciddi yaralanmalar, kitlesel tutuklamalar oldu.

2007 yılından itibaren ise, adım adım Taksim alanı kazanılmaya başladı. Devletin sıkıyönetim uygulamaları, polis şiddeti, barikatları, bu büyük mücadeleyi durdurmaya yetmedi ve sonunda hükümet, geri adım atmak zorunda kaldı. 2010 yılında 1 Mayıs’ı resmi olarak tatil ilan ettiler ve Taksim alanını 1 Mayıs’lara açtılar. Son üç yıldır  1 Mayıslar giderek artan bir kitlesellikle Taksim’de kutlanmaya başladı. Geçen yıl, bir milyonu aşkın kitle ile rekor kırıldı. Düzene muhalif tüm kesimlerin buluşma ve taleplerini haykırma yeri oldu Taksim.

Bu durum, başta AKP olmak üzere egemen kesimleri rahatsız etmeye başladı. Kazanılmış bir hakkı açıktan almaya cesaret edemedikleri için, dolambaçlı yollara başvurdular. Taksim alanını hem yeni rant kapısı haline getirecek, hem de onun siyasal misyonunu ortadan kaldıracak bir projeyi başlattılar. Son 1 Mayıs’ta uzunca bir süre oyalama taktiği izledikten sonra, “çukur” edebiyatı yaparak, Taksim’i yeniden yasakladılar. Bir kez daha İstanbul, 1 Mayıs sabahına yasaklar zinciri ile uyandı.

Fakat tüm yasaklara-engellere rağmen, kitleler Taksim’e giden caddeleri doldurdu. Ve gün boyu süren çatışmalar yaşandı. Daha önceki yıllarda da bu meydan komünist ve devrimciler tarafından zorlanmıştı. Fakat bu kez artan bir kitlesellikle polisin üstüne üstüne gidiliyordu. Çok ağır yaralılar olmasına rağmen, korkuya kapılmamış, aksine daha büyük bir öfkeyle saldırıya geçilmişti. Herkes birbirini kolluyor, düşeni yerde bırakmıyor, büyük bir dayanışma yaşanıyordu. Bu, kitle eylemlerinde artık yeni bir dönemin açıldığının göstergesiydi.

1 Mayıs’tan sonraki günler, 6 Mayıs, 18 Mayıs ve diğer protesto gösterileri ile Taksim, fethedilmesi gereken bir alan olarak sürekli çatışmaların yaşandığı bir meydan haline geldi. Devlet, Taksim’i yasaklamakla kalmamış, her zaman eylemlerin yapıldığı Tünel-İstiklal hattını da gösterilere yasaklamıştı. Kazanılmış alanların gaspına dönük bu girişim, büyük bir tepki ve direniş ile karşılandı. Neredeyse her gün çatışma oluyor, tüm bölge gaza boğuluyordu. Yani 1 Mayıs’tan sonraki bir ay boyunca, burjuvazinin “turizm ve eğlence merkezi” Taksim, eylemcilerle polisin çatışma alanı oldu.

27 Mayıs sabahı ise, Gezi Parkı’ndaki ağaçlar kesilmeye başlayınca, başından beri buna tepki gösteren kesimler, parka gidip oturma eylemi yaptılar. O bölgeden seçilmiş olan BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in de çağrılmasıyla, eylem basına yansıdı. Önder’in milletvekili dokunulmazlığını kullanarak, ağaçların kesilmesini bir süreliğine durdurması, sanatçı ve aydınların artan katılımıyla, eylemin etkisi büyümeye başladı. Fakat asıl patlama noktası, 31 Mayıs günü sabahın erken saatlerinde polisin ve zabıta ekiplerinin parktaki eylemcilere saldırması, çadırlarının sökülüp yakılmasıyla oldu. En pasif eyleme dahi uygulanan bu şiddet, bardağı taşıran son damlaydı.

Kitleler akın akın Taksim’e yöneldi. 31 Mayıs sabahından, 1 Haziran günü öğleden sonraya kadar, kesintisiz biçimde çatışmalar yaşandı. Her yerden polise takviye yapıldığı halde, gelen kitleyi durdurmayı başaramadılar. Aksine kitlenin artan mücadele azmi ve ısrarı ile karşılaştılar ve bitik düşen onlar oldu. Kitlenin Taksim’i ve Gezi Parkı’nı zaptetmeden dağılmayacağı belli olmuştu. Daha da önemlisi, direniş sadece Taksim ve çevresinden çıkmış, İstanbul’un diğer bölgelerine ve başta Ankara, İzmir, Adana olmak üzere tüm illere yayılmıştı. Neye uğradıklarını şaşıran egemenler, iyice yorgun düşen polisi, Taksim’den çekmek zorunda kaldılar. Taksim ve Gezi Parkı, kitlelerin eline geçti. Günlerce sürecek olan direnişin ilk zaferi elde edilmişti böylece.

Direniş yayıldığı andan itibaren de, sorun Gezi Parkı’ndaki ağaçlar olmaktan çıktı. AKP hükümetinin 10 yıllık politikalarına şu ya da bu nedenle tepki duyan herkes sokakları doldurdu. Çünkü bu süre boyunca birçok hak gaspı yaşanmış ve bundan birçok kesim etkilenmişti. Başta örgütlenme ve ifade özgürlüğüne yönelik saldırılar, yoğun baskı ve tutuklamalar, taşeron sistemi, esnek çalışma, sağlık ve eğitimdeki yeni düzenlemeler, sanata ve sanatçılara saldırılar, Alevi inancını yok sayan yaklaşımlar, özel yaşama müdahaleler ve her alanda gericileşmenin artması, polisin aşırı şiddeti vb. pek çok neden, kitlelerdeki öfke ve tepkiyi biriktirdikçe, biriktirmişti.

Buna Türkiye’nin, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki koçbaşı olmasını eklemek gerekir. Esasında yukarıda sıraladığımız saldırıların tümü, emperyalist savaşın ve krizin doğrudan yansımalarıdır. Özellikle son iki yıldır Türkiye’nin başta Suriye olmak üzere tüm komşularla kavgalı hale gelmesi, tepkilerin önemli bir nedenidir. Gezi olayı patlamadan hemen önce gerçekleşen Reyhanlı’daki bombalı saldırı, emperyalist savaşın ülke topraklarına kadar girdiğinin görülmesi bakımından son derece sarsıcı olmuştur. Başlangıçta -Hatay dışında- ülke genelinde derin bir sessizliğin yaşanması aldatıcıydı. Bu, fırtına öncesi sessizlik gibiydi.

Türkiye halklarında ABD düşmanlığı oldukça gelişkindir. Hatta anti-emperyalizm, anti-ABD’cilikle özdeşleşmiştir. Türkiye’nin 2. Emperyalist savaştan bu yana ABD’nin yeni sömürgeciliği altına girmesi, dönemin sosyalist SB’sine karşı “ileri karakol” haline getirilmesi, ABD’yi devrimci hareketlerin hedefine çakmasına neden olmuştu. İsrail’e verdiği destek ile Filistin halkının topraklarının gasp edilmesi ise, sadece devrimcilerin değil, İslamcı kesimlerin de büyük tepkisine yol açmıştı. Son 10 yıldır Afganistan, Irak işgalleri, Libya’da ve Suriye’de yaptıkları, ABD düşmanlığını arttıran faktörler oldu.

AKP’nin giderek artan oranda ABD’nin Ortadoğu’daki paylaşımına angaje olması, ABD’ye olan tepkilerin AKP’ye de yönelmesini getirdi. Başlangıçta şişirilen Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “yeni Osmanlı” hayalleri, AKP’nin dış politikada demagojik olarak kullandığı “sıfır sorun”dan, tüm komşularıyla kavgalı hale getirince ve bu durum, ülke topraklarının daha fazla ABD ve NATO üslerine-füzelerine açılmasına, savaşın kendi topraklarımıza kadar girmesine, insanlarımızın katledilmesine varınca, işin rengi değişti. Belki de Reyhanlı’da patlayacak öfke, Gezi’ye kadar bekleyip orada patladı.

Kısacası, AKP hükümetinin özellikle de son yıllarda içeride-dışarıda artan pervasızlığı, yaşamın her alanına müdahaleleri, emperyalist savaşın taşeronluğunu üstlenmesi, krizin ve faşizmin ağır baskısı altında soluk alamaz hale gelen kitleleri, sonunda patlattı.

Bilindiği gibi Yunanistan başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde ve ardından Tunus ve Mısır’da krize karşı yükselen mücadele, benzer sorunlar yaşayan Türkiye halklarını da etkilemişti. Hatırlanacaktır, Mısır’daki halk isyanının ardından Mısır’ın diktatörü Hüsnü Mübarek devrilince, Türkiye’deki eylemlerde, “Erdoğan sonun Mübarek olsun” sloganı atılmıştı.

Hiç kuşkusuz bu ülkelerdeki direnişler, halkımızı da etkiledi, bilincinde yer etti. Benzer bir durum Türkiye’deki direnişin Brezilya’yı etkilemesinde görüldü. Bu da dünya işçi ve emekçi hareketinin birbirini etkileme sürecinin artık daha hızlı bir şekilde gerçekleştiğini ortaya koyuyor.

Elbette esas olan iç çelişkilerdir ve her ülkenin kendine özgü yönleri vardır. Fakat savaş ve kriz ortamları, yaşanan sorunları ve bunun halka yansımalarını daha fazla benzeştirmekte, bu da benzer reaksiyonları doğurmaktadır. Daha önce yaşanan dünya krizleri ve emperyalist savaş süreçlerinde de bu etkileşimler görülmüştü. Günümüzde kitle iletişim araçlarındaki gelişim, bunu daha da hızlandırdı.

 

Direniş, mücadeleye aydın bakışını yerle bir etti

Bütün bu gelişmelere rağmen Türkiye’deki patlama, başta egemen sınıflar ve AKP hükümeti olmak üzere, hemen her kesimi şaşkına uğrattı.

AKP hükümeti bir süre ne yapacağını bilemez hale geldi. Bugüne dek, çeşitli tepkilerle, direnişlerle karşılaşsalar bile, planlarını bir biçimde yaşama geçirmişlerdi. Böyle küçük görünen bir olaydan, bu kadar büyük bir direnişle karşılaşacaklarını hiç beklemiyorlardı. Direnişin zafer kazandığı ilk üç gün boyunca, başta hükümet olmak üzere hiçbir resmi açıklama yapılmadı. Ne Bakan, ne Vali, ne Belediye Başkanı, kimse görünmedi bile.

Tabii bu şaşkınlık, sadece Hükümet ve çevresiyle sınırlı değildi. Bugüne dek kendisini “solcu”, “demokrat”, hatta “sosyalist” olarak tanımlayıp da AKP’ye  bir biçimde destek vermiş liberaller ve bir bütün olarak reformistler de şaşkındılar. “Bu halk adam olmaz”la başlayan cümlelerle, kitlelere güvensizlikleri her fırsatta dile getirmişlerdi. Son yıllarda ise, AKP’nin işbaşına geldiği günden bu yana adım adım ilerlemesi karşısında iyice karamsarlığa kapılmışlar, “AKP, hatta Erdoğan ne isterse o olur” düşüncesi beyinlerine yer etmişti. Orduyu bile dize getiren AKP’yi kimse durduramazdı artık! Muhalefet olarak sadece CHP’yi görüyorlar, onun da etkisizliği karşısında umutlarını iyice yitiriyorlardı. Toplumsal muhalefeti, kitlelerin gücünü ise, hiç hesaba katmıyorlar; dahası küçümsüyorlardı.

Liberal aydınlar ve onların etkisindeki reformistler, halka güvensizliklerini Türkiye tarihi ile de temellendirip adeta teori düzeyine çıkarmışlardır. Onlara göre, “Türkiye’de temel hak ve özgürlükler aşağıdan yukarıya doğru kitlelerin mücadelesi sonucu alınmamış, bunlar Kemalist iktidar döneminde devlet tarafından verilmiştir! O yüzden bizde mücadele ile hak elde etme bilinci gelişmemiş, her şeyi devletten bekleyen biat kültürü oluşmuştur! (Kimileri buna Müslüman bir ülke olmasını da ekler.) Oysa Batı’da farklıdır; Avrupa ve Amerika’da hak ve özgürlükler, kitlelerin sokağa dökülmesiyle, halk ayaklanmalarıyla, devrimlerle gerçekleşmiştir. Onun için oralarda demokrasi gelişmiştir, Türkiye’de ise böyle güdük kalmıştır!”

En kısa haliyle bu şekilde özetleyebileceğimiz bir bakışaçısına sahiptirler ve bunu her vesileyle tekrarlayıp dururlar. Bu yaklaşımda, aydınların klasik Batı hayranlığını ve kitlelere güvensizliğini görürüz. Küçük-burjuva ruh haliyle güce taparlar. Bu gücü “Batı” dedikleri emperyalizmde görürler. Kendi ülkelerinde ise güç, devletin elindedir; o durumda devlete boyun eğerler. Bu ruh hali, onları 12 Eylül gibi askeri faşist bir darbeye bile gönüllü destek sunmaya, AKP gibi gerici-faşizan bir partiye ‘demokratlık’ payesi vermeye götürür. En ilerisinin yaptığı, bütün bu gelişmelere sessiz kalarak ortak olmaktır. Kitlelere güvensizliğin götüreceği yer de başka türlü olamaz.

Bu kesimler sayısal olarak toplumun küçük bir azınlığını oluşturmaktadır, fakat etki alanları çok büyüktür. Birçoğu sanatçı, yazar, akademisyen olarak      toplumu yönlendiren, esasında rejimin ideolojik yapısını besleyip güçlendiren kesimlerdir. İsimlerinin önlerine koyulan “prof”, “doktor”, “uzman” vb. sıfatlarla da “hikmetinden sual olmaz” hale gelirler. Birçoğu kendini “liberal”, “demokrat”, hatta “sosyalist” olarak tanımlayarak, etki güçleri daha da artırır. Geniş halk kesimleri, gazetelerden televizyon kanallarından sürekli bunları duyar. Yaptıkları araştırmalar, yazdıkları kitaplar, burjuva medya tarafından şişirilir ve kitlelerin bunları dinlemeleri-okumaları sağlanır vb…

Kısacası bu kesimlerin etki gücü, -sunulan olanaklar sayesinde- oldukça fazladır. Buna yenilgi dönemleri ve tasfiyeciliğin baskın hale gelmesi de eklenince, reformist partilerden, devrimci örgütlere kadar birçok kesimi etkisi altına almışlardır. “Bu halk adam olmaz”ın farklı versiyonlarını, kitlelere güvensiz yaklaşımı, aydın idealizmini, ML ilkelerden uzaklaşıp, onların teorilerine rağbet edilmesini, bu kesimlerde fazlasıyla gördük.

Genel olarak sosyalizmin prestijinin düşmesi, ML ideolojiden uzaklaşmayı ve burjuva ideolojisinden etkilenmeyi arttırmıştı. Dünyada ve ülkemizdeki toplumsal mücadeleler unutulmuş, tarihin sınıf mücadelesiyle oluştuğu ve bunu da kitlelerin yaptığı gerçeği karartılmıştı. İddia edildiği gibi ülkemizde de haklar “yukarıdan” devlet tarafından verilmiş değildi. Hiçbir hak yoktur ki, mücadele edilmeden kazanılmış olsun! Bu bazen yenilmiş bir direnişin arkasından gelebilir, bazen de dünyadaki konjonktür bu hakları vermeyi zorunlu kılabilir; ama her halükarda sözkonusu haklar, dünyada ve o ülkede verilen mücadeleler sonucu kazanılmıştır.

(…) Sonuç olarak, TC’nin kurulması ve sonrasında elde edilen tüm haklar, bu konjonktür içinde gerçekleşti. Kemalistler, iktidara gelebilmek ve orada tutunabilmek için, bu hakları tanımak zorundaydılar. Ama her egemen kesim gibi, bunları kendileri bahşetmiş olarak gösterdiler ve kendi aydınları sayesinde topluma bu şekilde empoze ettiler. Yıllardır da aynı teraneleri yineleyip duruyorlar.

Bunların devrimci kesimlerde etkili olabilmesi, genel olarak ML’den uzaklık, gelişmeleri diyalektik ve tarihsel materyalist bir bakışaçısıyla ele almada zayıflık, sınıflar mücadelesi, toplumlar tarihi ve bunun ülkemizdeki yansımaları konusunda bilgisizlik oluşturuyor. ’71 devrimcilerinin Kemalizmin etkilerinden kurtulamamaları da bu yüzdendir. Onları aşamayan devrimci yapılarda, bu etki halen sürmektedir. Buna bir de 12 Eylül sonrası yaşanan yenilgi ve tasfiyeci savruluşlar eklenince, burjuva ideolojisinin manyetik alanından sıyrılabilmeleri mümkün olamamıştır.

İki yıl kadar önce başlayan Arap halkının isyanları, bu havayı dağıtan ilk işaret fişeğiydi. Ayrıca başta Yunanistan olmak üzere Avrupa ve ABD’de krize karşı gelişen militan eylemler, genel grevler, umutları canlandırmaya başladı. Ne var ki, Arap halkının isyanını emperyalist güçlerin kullanması ve bu isyanlar sonrasında dinci gericiliğin yönetimlere gelmesi, bu hareketlere karşı güvensizliği doğurdu. Avrupa ve ABD’deki eylemlerin de giderek sönmeye başlaması, yeşeren umutların kırılmasına yol açtı.

Halbuki, sınıf mücadelesinin yasasıdır; kendiliğinden patlak veren hareketleri, her kesim kendi çıkarları doğrultusunda kullanır. Dahası, kim daha örgütlüyse, o yön vermeye çalışır ve sonuçta onlar kazanır. Fakat bu durum, hareketin kendisini mahkum etmeyi getirmez, getirmemelidir. Aksine komünist ve devrimcilerin etkisi olmadığı zaman, en güçlü halk hareketlerinin bile devrimle sonuçlanmayacağını bilince çıkarmak ve oradan kendi misyonumuzu yeniden hatırlamak gerekir.

İşte bunlar yapılmadığı ya da yeterince yapılamadığı için, birkaç yıl sonra benzer bir hareket kapımıza geldiğinde, böyle hazırlıksız ve şaşkın yakalanıldı. “Devrim kapımızı çaldı ama onu açmaya boyumuz yetmedi” sözü, bir anlamda doğrudur. Bu hareketin, “devrim” olarak tanımlanamayacağı ortadadır, fakat ona hazır olunmadığı koşulda, kitleler ne kadar ayaklansa da devrimin gerçekleşmeyeceği de, bir o kadar açıktır.

 

Devrimci hareketlerin durumu

Gezi Parkı ile başlayan büyük halk direnişi, devrimci hareketleri hazırlıksız yakaladı. Bir kez daha kitle hareketinin gerisinde kaldı, sürüklendi…

Öyle ki, direniş başladıktan sonra bile, birçoğu içine giremedi. Gecikmeli olarak girenler de hareketin boyutunu kestirmekten uzaktı. İlk başta kitlelerin bu kadar hızlı ve yığınlar halinde eyleme geçmesi ve polise karşı ölümüne direnişi beklenmiyordu. Sonrasında kitleler polisi püskürtüp Taksim alanını zaptettiğinde, direnişin biteceği sanıldı. Fakat ertesi gün akın akın meydan dolmaya, çadırlar kurulmaya başlayınca, gelenlerin sayısı da artmaya başladı.

Elbette polisin püskürtülmesinde, başta 1 Mayıslar olmak üzere devrimcilerin o güne kadar koydukları direnişlerin rolü büyüktü. Gezi Parkı’na polisin saldırısından sonra başlayan direnişe de katılan birçok devrimci vardı ve en önde çatıştılar. Keza devrimci hareketin bugüne dek yarattığı değerlerin kitlelere yansımaları da etkili oldu (barikat kurma, güvenliği sağlama, komün kurma vb)  Fakat bunlar, bir bütün olarak harekete müdahale ve ona önderlik etme anlamına gelmiyordu. Sadece çatışma sürecinde değil, Taksim alanında kalındığı süre içerisinde de bu durum aşılamadı. Her ne kadar sonrasında bazı çabalar olsa da, yetersiz kaldı.

Bugüne dek kitleselliği ile göz dolduran hareketler başta olmak üzere, genel olarak devrimci örgütlerin direniş üzerinde etkide bulunma ve ona yön verme bakışaçısından uzak olduğu görüldü. Uzun süre direnişin tek yönetim aygıtı olan “Taksim Dayanışma”nın toplantılarına dahi katılmadılar. En fazla kendi çadırlarını kurup, pankart ve flamalarını asmakla, yani kendileriyle meşguldüler. Devrimciler olarak biraraya gelme, çoğunluğunu reformistlerin oluşturduğu Taksim Dayanışma’nın toplantılarına, birleşik bir güç olarak gitme gibi bir çabaya bile girilmedi. Bu yöndeki girişimler “toplantı enflasyonu” denilerek, toplantılarda çok zaman yitirildiği söylenerek geri çevrildi. Toplantıların çok zaman aldığı doğruydu. Fakat direnişin genelini yönlendirmek için bu duruma katlanmak da bir zorunluluktu. Esasında sorun, devrimcilerin bakışaçısında düğümleniyordu. Direnişin geldiği boyutu, niteliğini kavrayamamak, dahası onun altında kalmaktı.

Devrimci hareketlerin direnişteki şaşkınlıkları ve sonrasında hareketi yönlendirmeyi başaramaması, ilkin ideolojik-siyasi olarak yaşanan erozyonla bağlantılıdır. Uzun yılları kapsayan tasfiyeciliğin etkisiyle ML teoriden uzaklaşması, legalist örgütlenme ve çalışma tarzıyla, reformizmden daha fazla etkilenmesi, bunun temel nedenidir. Teorik olarak kitlelerin gücüne vurgu yapılsa da, pratikte giderek güvensizleşen, karamsar ruh hali devrimci grupları da etkisine almıştı. Devleti AKP ile özdeşleştirme, AKP’yi de gözlerde büyütme, ordu üzerinde elde ettikleri üstünlükten dolayı kolay kolay devrilmeyeceklerini sanma, baskın hale gelmişti. Devrim “gündemde olan bir sorun” olmaktan çıkmış, çok uzak geleceğe bırakılmış, hatta “ütopya” halini almıştı. Tasfiyeciliğin en çok kullandığı kelimenin “ütopya” olması, boşuna mıdır? Bu bakışaçısıyla büyük kitle hareketlerine, halk ayaklanmalarına hazırlanmak mümkün olabilir mi?

Hiç kuşkusuz halk isyanlarının, ayaklanmaların ne zaman, hangi olay üzerinden ve hangi tarihte olacağını kimse bilemez. Fakat artan sömürü ve baskı koşullarında kitlelerin bir vesile ile patlayacağı sır değildir. Tarihte bunun pek çok örneği vardır. Komünist ve devrimciler, ne kadar örgütlü ve kitlelere ne kadar nüfuz edebilmiş ise, kendiliğinden patlayan hareketlere o ölçüde önderlik edebilir ve onun başarıyla sonuçlanmasını sağlayabilir. Yani bütün mesele, komünist ve devrimcilerin gücünde, hazırlığında düğümlenmektedir.

Bu konuda Lenin’in şu sözleri, oldukça öğreticidir:

“Hiçbir sosyalist, hiçbir zaman ve hiçbir yerde, (bundan sonrakilerin değil de) ille de bu savaşın, (yarın yaşanacak bir devrimci durumun değil de) ille de bugünkü devrimci durumun devrime yol açacağının garantisini vermemiştir. Burada sözkonusu olan, tüm sosyalistlerin en tartışılmaz ve en temel görevi; kitlelere devrimci durumun varlığını anlatmak, genişliğini ve derinliğini açıklamak, devrimci eylemlere geçmek ve bu yönde faaliyetler yürütmek için devrimci duruma uygun örgütler yaratmada ona yardımcı olmaktır… Halkı harekete geçirmek ve ayaklandırmak… Krizden kapitalizmin çöküşünü hızlandırmak için yararlanmak… Komün ve Ekim-Aralık 1905 örneklerini kendilerine kılavuz edinmek… İşte bu görevlerin bugünkü partiler tarafından yerine getirilmemesi, onların ihanetidir, politik ölümdür, rollerinden vazgeçmeleri anlamına gelir.” (Proleter Devrim ve Dönek Kautsky sf:161)

Devrimci hareketin, direniş boyunca en büyük zaafı da, işte bu “görevlerin yerine getirilmemesi”, rollerini-misyonlarını unutma halidir. Bu aynı zamanda direnişin de en önemli handikapı olmuştur.

Egemen sınıf sözcülerinin, direnişin örgütsüzlüğüne methiyeler dizmesi, bu zayıflığı bilmelerinden ve hep bu şekilde kalmasını istemelerindendir. Sürekli yapılan provokasyon edebiyatı ve “aranızda provokatörler olabilir” demagojisi ile direnişe geçen kitleleri, komünist ve devrimcilerden koparma çabası, bunun ürünüdür. Çünkü onların en büyük korkuları, kendiliğinden patlayan hareketin giderek örgütlü bir hale bürünmesi ve bu örgütlülüğün de komünist ve devrimciler öncülüğünde gerçekleşmesidir. Ne yazık ki, bu korkularını başlarına getirecek bir pratik ortaya koyulamamıştır.

Uzun yılları kapsayan yenilgi ruh halinin ve onun bir ürünü olan tasfiyeciliğin, bir direnişle ortadan kalması beklenemez. Direniş boyunca tasfiyeciliğin devrimci örgütler üzerinde yarattığı tahribat, adeta onları felç durumuna sokması, reformizmin etki alanından bir türlü çıkamamaları, bağımsız bir duruş ortaya koyamamaları, misyonlarını yitirmeleri vb. tüm boyutları ile bir kez daha yüzümüze çarptı.

Bundan doğru sonuçlar çıkarmasını bilenler, üzerlerindeki bu etkileri hızla aşmaya çalışacaklardır. Aşamayanları ise, halk hareketinin aşacağı ortadadır. O durumda Lenin’in belirttiği gibi, bu direnişte yaşanan “politik ölüm” gerçek bir ölümle, yani siyasi hayatın tamamen dışına atılmakla, yok olmakla tamamlanacaktır.

 

Kendimize dair

Yaşadığımız büyük direniş, kendiliğinden patlamıştır. Elbette bunun sinyalleri önceden verildi. Yukarıda belirttiğimiz gibi, son olarak 1 Mayıs, kitlelerde biriken öfkenin boyutunu ve mücadele azmini ortaya koymuştu. 1 Mayıs sonrası yaptığımız değerlendirmelerde, bundan sonraki kitle hareketlerinin farklı olacağını tespit etmiştik. Devletin tüm önlemlerine rağmen onbinlerin 1 Mayısı kutlamak için yollara dökülmesi ve polisin vahşi saldırılarına rağmen dağılmayıp tekrar tekrar toparlanması ve saldırıya geçmesi, yeni bir duruma işaret ediyordu. Korku duvarlarının parçalandığı, ölümün gözlerde küçüldüğü aşamaya gelinmişti. Demek ki, bir sonraki kitle hareketi buradan beslenecek ve bunun üzerine çıkacaktı. Taksim direnişi, böyle olduğunu gösterdi.

Bunu fark edebilmek, böyle bir siyasal öngörüde bulunabilmek, işin bir yanıdır. Kuşkusuz önemlidir de. Ama daha önemli olanı, yaklaşmakta olan bu büyük fırtınaya hazırlıklı olabilmektir.  Kendi adımıza birincisinde başarılı olduğumuzu, fakat ikincisine gücümüzün yetmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sonuçta doğru siyasal öngörü ile  -diğer siyasetlerden farklı olarak- direnişe kafa olarak daha hazırdık. Ama ona pratik olarak önderlik edebilmek, daha fazlasını gerektiriyordu. Bunların başında da niceliksel olarak da belli bir gücü oluşturmak geliyordu. (Bu temel sorunumuzun nedenleri ayrı bir yazı konusudur. Bunları daha önceki yazılarımızda ele aldığımız için burada girmeyeceğiz.)

Başından itibaren ortaya koyduğumuz pratiğimize baktığımızda, genel olarak doğru bir duruş sergilediğimizi, fakat birçok eksikliğimizin de olduğunu görürüz.

Gezi Parkı’na çadırlar kurulduğu andan itibaren, yoldaşlarımız oradaydı. Polisin saldırmasıyla birlikte tüm güçlerimizle direnişte yerimizi aldık. Gerek İstiklal, gerekse Harbiye tarafında saatlerce süren çatışmalarda ve Taksim Meydanı’nın özgürleştirildiği o tarihi anda, oraya giren ilk grubun içindeydik. Bu süre boyunca gözaltına alınan yoldaşlarımız oldu. Gözaltılara gösterilen direniş ve etrafı seferber etme çabası, sergilediğimiz güzel örneklerdi. Fakat sonrasında zayıf kaldığımız yönler ve eksikliklerimiz vardı. Gerek iç örgütlülüğün hızlı bir şekilde kurulamaması, gerekse görselliğe yeterince önem verilmemesi, bizi olduğumuzdan daha geri pozisyonda gösterdi.

Mesela çadır kurmakta, pankatların asılmasında geç kalındı. Bunlar biçimsel gibi görünebilir. Fakat alanda örgütsel olarak varlığını hissettirmek ve alana gelen başta taraftarlarımız, çevresel güçlerimiz olmak üzere, kitlenin dikkatini çekmesi, bizi arayan kişilerin bulması bakımından önemlidir. Benzer şekilde, pankart ve flamaların asılması da öyledir. Bunları en önemli şey haline getirmek, kendini esas olarak bu şekilde varetmek, kısacası işin özüyle değil, gösterişiyle ilgilenmek, hep eleştirdiğimiz bir konudur. Fakat bu durum, bütün bu araç ve biçimlerini küçümsemeyi, ihmal etmeyi getirmemelidir. Kaldı ki, bu direnişin merkezi Taksim’di ve sadece ülkenin değil, dünyanın gözü Taksim üzerindeydi. Oradaki görüntüler, direnişin sembolleri olarak tüm dünya tarafından izlendi, beyinlere nakşoldu. Dolayısıyla böyle bir olanağı çok daha iyi değerlendirmek gerektiği açıktı.

Direniş günlerinin Fatih yoldaşın ölüm yıldönümüne denk gelmesi üzerine, anmayı Taksim’de gerçekleştirmeye karar verdik. Böyle bir anma, çok daha anlamlıydı ve Fatih’e yaraşır olacaktı. Bir milyonu aşkın insanın Taksim’e toplandığı sırada gerçekleşen anma, miting sonrasına bırakıldığı için, istenildiği şekilde yapılamadı. Diğer yandan Fatih yoldaşın büyük bir pankartının alanı görecek şekilde asılmamış olması da, eksiklikti. Bu durum gecikmeli bir şekilde yaşama geçirildi…

Şehitlerimizi yaşatmak, onları direniş alanlarına da taşımaktan geçer. Esasında şehitlerimiz direnişin içindedir. Onların orada, yanıbaşımızda olduğunu bazen bir afiş, bir pankart ile, bazense anmalar, konuşmalar ile, bir biçimde göstermeliyiz. Yoldaşlarla konuşmalarımızda, kitle ajitasyonlarımızda şehitlerimiz mutlaka olmalıdır. Onlar, bize güç ve moral verir. Bulunduğumuz her yerde, şehitlerimizin de olduğunu unutmamak, unutturmamak gerekir. Her yoldaş, içine bulunan duruma uygun biçimler yaratarak, bunu olmazsa olmazlarımızdan biri haline getirmelidir.

Alanın çevresine bol miktarda afiş, ozalit, duvar yazısı yapıldı. Bunlar esas olarak Fatih yoldaş ve “Genel Grev” çağrımızı içeriyordu. Yanı sıra direniş boyunca (yaklaşık 20 günlük sürede) üç bildirinin çıkması ve yaygın dağıtımının gerçekleşmesi, olumluluklarımızdı. Bildirilere, sadece ap aracı gözüyle de bakılamaz. Onlar, hem direnişin geldiği aşamayı yorumlayan, hem de geleceğine dair öngörülerde bulunan siyasal değerlendirmeleri içeriyordu. Ve bunların doğruluğu an be an kanıtlandı.

Böyle anlarda legal, yarı-legal, illegal tüm araçları devreye sokmak gerekir. Direnişin yarattığı özgürlük ortamlarından, bir anlamda “devrimci legalizm”den yararlanılmalıdır. Elbette dikkati elden bırakmadan, fazla da gevşemeden hareket edilmelidir. Fakat eski kalıpları hızla kırmak gerektiği de açıktır. Yeni bir durum oluşmuştur ve ona uygun yenilikler yapmada daha inisiyatifli olunmalıdır.

Direnişe ap araçları ile müdahale etmek işin bir yanıdır. Diğer yanı ise, alınan kararlara etkide bulunmak, genelin örgütlenmesine kafa yormak, kendimizi ona göre konumlandırmaktır. Elbette bunun birinci koşulu, kendi iç örgütlülüğümüzü iyi bir şekilde organize etmektir.

Direnişin hemen başında kendi “direniş komitemizi” kurmak, komitede işbölümü yapmak ve her bir yoldaşın başında bulunacağı birimler oluşturmak, bunun başında gelir. Kendimizi örgütlemeden, kitleleri örgütleyebilmek mümkün değildir. Ve bu direnişte, kendi örgütlülüğümüzü oluşturmada yaşanan zafiyetler, bizi yapabileceklerimizin altına düşürmüştür.

Direnişin başından itibaren Dayanışma’nın içinde yer aldık ve orada düşüncelerimizi ifade ettik. Reformistlerin sürekli geriye çeken ve eylemi bitirmeye dönük girişimlerine sonuna dek direndik. “Mücadeleye devam” kararının alınması için yoğun bir uğraş verdik. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, devrimci örgütleri bir araya getirme ve toplantılara blok kararlarla gitme çabamız, yaşama geçmedi…

Direnişten hemen sonra oluşturulan “güvenlik birimi” içinde de yer aldık, ki bu da doğru bir karardı. Direnişin askeri olarak da korunması ve disiplini çok önemliydi. Buralarda genel olarak görülen eksiklikler ve çıkarmamız gereken dersler üzerine ayrıca durmak gerekiyor.

Direnişin diğer önemli kurumlarından olan kantin ve revirde de bir yoldaşımızı görevlendirmek mümkündü. Direnişte sürekli bulunan yoldaşlar sınırlıydı, ama buna rağmen direnişin belli başlı kurumlarının içinde yer almak, hem direnişin genelinde söz sahibi olabilmek, hem yoldaşlarımızın tecrübe kazanması ve daha fazla kitle ile tanışması bakımından yararlı olacaktı.

Kısacası direnişteki iç örgütlülüğümüz ve işbölümündeki eksikliklerimiz, direnişin geneline hakim olmada, oranın bir okul haline getirilmesinde, yoldaşların daha iyi organize edilmesinde sorunlar yarattı. Bunlara rağmen direnişin daha örgütlü ve disiplinli olması için gücümüzün üzerinde bir çaba gösterdiğimiz de ortadadır.

Yoldaşlarımız direnişin her anında yer aldılar. Yaralandılar, gözaltına alındılar, ama yılmadan bıkmadan yeniden kavga alanlarına döndüler. Sadece direnişin kalbi Taksim’de değil, bulunduğumuz tüm illerde ve yurtdışında da direnişi büyüten ve onu daha ileriye taşıyan bir çabanın içinde olduk. Militan ve başeğmez karakterimizi oralara yansıttık.

Her bir direniş mevzisi, kendi içinde olumluluklarını ve eksikliklerini ortaya koyup, dersler çıkarmalıdır. Bunların toplamı, örgüt olarak direnişteki yerimizi ortaya koyduğu gibi, kendimizi yenileme şansını da sunacaktır. Her zaman olduğu gibi eksiklerimizin, yanlışlarımızın üzerine gideceğiz. Hep daha iyiye, daha ileriye ulaşma çabamız sürecek.

 

Sonuç yerine

Türkiye tarihinin en büyük halk hareketini yaşadık. Henüz bu süreç bitmiş değil. Bazen alçalarak bazen yükselerek de olsa devam edeceği belli olmuştur. Kesin olan bir diğer şey ise, “bu halk adam olmaz” teranesinin artık son bulduğu, kitlelerin kendine güveninin geldiği, moral üstünlüğün devrim cephesine geçtiğidir. Ve kitlelerde artan politizasyonun, onları örgütlenmeye eskisinden daha açık hale getirdiğidir.

Bu durum, direnişin derslerini hızla özümseyerek, eksikliklerimizi olabildiğince çabuk gidermeyi ve yeni patlayacak direnişlere daha hazırlıklı girmeyi dayatıyor. Çünkü mücadele bizi beklemiyor! Direnişin yarattığı yeni biçimlere adapte olmalıyız. Şu sıralar parklarda forumlar halini alan biçimlere uzak kalmamalıyız. Oraları, bölgenin-alanın sorunlarının konuşulduğu bir yer haline getirmeye, örgütlenme modelleri yaratmaya çalışmalı ve daha geniş kesimlere açılmanın bir zemini olarak değerlendirmeliyiz.

Bir yandan öğrenecek, bir yandan savaşacağız! Dünya ve ülke tarihimizden, ML eserlerden, kendi geleneklerimizden öğrenmeliyiz. Onları bugünümüzü, somut durumu çözümlemek, değiştirip dönüştürmek için okuyoruz. Teoriyi yeniden pratiğe dökmeli ve kendimize mal etmeliyiz.

Mücadele, hem zaaflarımızı, eksiklerimizi gün yüzüne vuruyor; hem de bunları hızla gidermemizin olanaklarını sunuyor. Bunu iyi değerlendirmemiz gerekiyor.

Bu büyük direnişten çıkarılması gereken iki temel sonuç vardır: Birincisi örgütlenmektir; ki bu, hem öncünün örgütlülüğünün gelişip yetkinleşmesi, hem de kitlelerin çok değişik biçimler altında örgütlenmesi anlamına gelmektedir. İkincisi silahlanmaktır; ki bu, devletin artan şiddetine karşı hem kendimizi, hem kitleleri uygun araçlarla silahlandırmak, bunların yapılmasını, kullanılmasını öğrenmek ve öğretmek demektir.

Devlet, direnişi en çok bu iki konuda tehdit etmiştir. Bir yandan örgütsüzlüğe övgüler dizmiş, bir yandan da “taş ve molotof atanlar” diyerek, direnişin daha militan hale gelmesinin önünü almaya çalışmıştır.

Tarihte her zaman silaha ilk başvuranlar, egemenler olmuştur. Bu kez de öyle oldu. Direniş sürecinde bugüne kadar 4 kişi katledildi, onlarcası gözünü kaybetti, yüzlerce kişi ağır bir şekilde yaralandı. Her an yeni ölümler olabilir. Buna karşın birkaç polis hafif yaralandı. Direnişin bu tablosu bile, şiddetin kimler tarafından kullandığını ve devlet terörünün boyutlarını ortaya koyuyor.

Onların bu vahşi saldırılarına karşı, devrimci şiddet bir zorunluluktur. Ve bu zorunluluk, direniş içerisinde kitleler tarafından giderek daha net biçimde görülecektir.

Ustaların söylediği gibi, kitleler kendi deneyimleriyle eğitilirler. Ve yıllar boyunca öğrenemediklerini, direniş içinde çok kısa sürede öğrenirler. Şimdi öğrendikleri iki önemli şey; örgütlü olmak ve devletin saldırılarına karşı silahlanmak!

Elbette bunu bizlerin sürekli işlemesi ve hızla uygun biçimleri, araçları devreye sokması gerekiyor. Esasında direniş boyunca kendiliğinden ortaya çıkan biçimleri (devrim kantini, gönüllü doktorlar, komünler, forumlar vb) iyi bir şekilde değerlendirmeli, yetkinleştirmeliyiz. Bunlara hem dünya devrim tarihin- den, hem de kendi tarihimizden öğrendiklerimizi ekleyerek zenginleştirmeli- yiz.

Kitlelerin devrimci propagandaya her zamankinden daha açık hale geldiği bu elverişli ortamı, örgütlülüğümüzü daha da geliştirmek ve sağlamlaştırmak için kullanmalıyız.

Unutmamalıyız ki; devrim, ML partinin önderliğinde kitlelerin eseri olacaktır! 

 

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …