Burjuva seçimlerine yaklaşım, ilk ortaya çıktığı günden bu yana reformizm ile devrimciliğin temel ayraçlarından biri olmuştur. Bunun esasını parlamento seçimleri (genel seçimler) oluşturmakla birlikte, yerel seçimlere bakış da benzer şekilde farklı bakışaçılarını oluşturur.
Kapitalist sistemde seçimler, bir ülkenin “demokrasi” ile yönetilip yönetilmediğinin en önemli hatta tek göstergesi olarak sunulmaktadır. Oysa 4 ya da 5 yılda, halkın sandığa giderek oy kullanması, yönetimin halk tarafından belirlendiği yalanına giydirilen bir kılıftır. En ileri demokrasi örneği olarak sunulan İngiltere, ABD gibi emperyalist ülkelerde bile, bir “tahtaravelli” misali iki büyük parti arasında gidip gelen bir oyun oynanır. Düzenin bütün yasaları, kurumları, ideolojik argümanları, bu oyuna göre düzenlenmiştir. Egemen sınıflara bazen bu bile yetmez, seçim hileleri de devreye girer. Dolayısıyla bir “sandık demokrasisi”nden bile söz edilemez. Değil ki, demokrasinin diğer ilke ve kuralları….
Bu durum Türkiye gibi “burjuva demokrasisi” ile yönetilmeyen ülkelerde, çok daha ilkel ve amatörce yaşanır. Buna karşın benzer yalan ve demagojilerle seçimler, demokrasinin yegane göstergesi olarak yüceltilir. Her toplumsal hareket, sandığa davet edilir. Her sorunun çözümü, seçimlere bırakılır. Çünkü sandık ve seçimler, düzenin kendi minderidir. Baştan yeneceği belli olan bu alana çekerek, toplumsal muhalefeti elimine eder. Kendisine bir süre daha zaman kazanır.
Hal böyleyken, kendilerine “sosyalist” diyen reformist partiler aracılığıyla seçimler, özellikle de yerel seçimler, “demokrasinin beşiği” olarak kutsanmakta ve böylece burjuva düzenin değirmenine su taşınmaktadır. Özellikle de Kürt ulusal hareketinin “demokratik özerklik” projesiyle, yerel seçimlere atfedilen önem daha da artmış, yerel yönetimlerin ele geçirilmesi, adeta bir “devrim” gibi sunulmaya başlamıştır.
Bu vurguyu güçlendirmek için, tarihsel gerçekler çarpıtılmakta, belediyeler, “komün geleneğinin uzantısı” şeklinde sunulmaktadır. Dahası, yerel yönetimlerin “devlet ve ona bağlı idari aygıtların toplumsal yapı içindeki rollerini küçülten” bir rol oynadığı, “devlet kimlikli örgütlenmeleri aşarak toplumsal katılım ve demokrasiyi geliştiren örgütlenmeler” olduğu savunulmaktadır.
Kürt hareketinin başını çektiği “yerel yönetimler” üzerine bu çarpık görüşler, diğer reformist parti ve kurumları, oradan kimi devrimci hareketleri dalga dalga etkisi altına almıştır. Hepsinde ortak fikir; belediyelerin en ‘demokratik’, en halkçı, en önemli yönetim aygıtı olduğu, demokrasi ve uygarlığın ilk olarak burada ortaya çıktığı ve bu aygıtın ele geçirilerek adım adım iktidara yaklaşılacağıdır.
Bu yaklaşımdaki temel sorun, sınıfsal bakış açısından yoksunluktur. Oysa tarihsel ve siyasal olarak yerel yönetimler, sınıfsal koşullardan bağımsız olarak ele alınamazlar. Bu gerçeği somut olarak da görmek için, kentlerin gelişim sürecine ve ilk demokrasi örneklerine bakmakta yarar vardır.
Kentlerin gelişim süreci ve demokrasisi
Yerel yönetimlerin ya da bir başka deyişle kentlerin ilk ortaya çıkışı toplumsal dönüşümlerin bir ürünü olarak gerçekleşmiştir.
İlk basit yerleşim birimleri ilkel komünal toplum sürecinde ortaya çıkmıştır. Kabileler halinde yaşayan insanların, kendilerine kurdukları yaşam alanları, basit işbölümüne göre şekillenmişti. İlkel komünal toplumun komün yaşantısını sürdüren kabileler, birbirinden uzak alanlarda, basit tarıma ve avlanmaya olanak verecek mekanlarda, ilk yaşam alanlarını kurmuşlardı. Bu yerleşim birimlerindeki yönetim ilişkilerini demokrasi olarak değil, ilkel komünizm olarak nitelemek daha doğru olacaktır. Herkesin emeğine göre üretime katıldığı, herkesin ihtiyacı kadar pay aldığı bu ekonomik sistemde, sınıflı toplumlara özgü bir kavram olan demokrasinin varolması, zaten mümkün değildi.
Kentlerin ortaya çıkışı, asıl olarak ilkel komünal toplumdan köleci topluma geçiş sürecinde yaşanmıştır.
“Kentler yaradılışın başlamış olduğu yerde kurulmuştur. Babil, tanrıların oradan yeryüzüne indikleri ‘tanrının kapısı’dır. Gordon Childe, M.Ö. 3000 yıllarında Mısır, Mezopotamya ve İndüs vadisinde ortaya çıkan toplumsal değişiklikleri, ‘kentsel devrim’ olarak adlandırmaktadır. Child’e göre, bu bölgelerde, bu tarihlerde ortaya çıkanlar, artık ‘basit çiftliklerden oluşan küçük topluluklar değil, çeşitli meslek ve sınıfları içeren devletlerdir.’ Yeni kentler kapladıkları alan ve nüfus bakımından, eski yerleşim yerlerine oranla çok daha büyük ve kalabalıktır. Ayrıca bu kentler, -daha önemlisi- yeni bir toplumsal işbölümünü getirmekte, besin üretimi işinden uzaklaşmış rahipleri, prensleri, profesyonel askerleri, birçok alanda uzmanlaşmış zanaatkarları ve memurları barındırmaktadır. Kent, bu işbölümünü yansıtır biçimde şekillenmekte, tapınak, saray, anıtsal mezar, atölye gibi yapılar ön plana çıkmaktadır. Kentler artık önceki kültürden çok farklı bir politik, ekonomik ve dinsel düzenin, yani “uygarlığın” merkezidir. İnsanlık, ‘kentsel devrim’ ile, ‘ilkellik’ten ‘uygarlığa’, yani ‘devletsiz toplum’dan ‘devletli toplum’a geçmiştir. Kenti karakterize eden çizgiler herşeyden önce politiktir. ‘Kenti devlet yaratmakta, devlet temellerini kent üzerinde kurmaktadır.’” (Demokrasi Arayışında Kent, Kürşat Bumin, Ayrıntı Y. sf. 22)
Bir bütün olarak, toplumsal dönüşümün ürünüdür ilk kentler. Anaerkil toplumdan ataerkil topluma; sınıfsız toplumdan köle sahipleri ve köleler olarak şekillenen sınıflı topluma; basit işbölümünden mesleklere ayrıştırılmış yeni toplumsal işbölümüne geçiş süreci, kentleri yaratırken, tüm baskı organlarıyla birlikte devletleri de ortaya çıkarmıştır. Kent ve devlet, bu sürecin ürünü olarak doğmuş, birbirlerini güçlendirerek gelişmişlerdir.
Sınıflı toplumların ortaya çıkışı, demokrasi kavramının da ortaya çıkışıdır. Bu nedenle ‘kentler demokrasinin beşiğidir’ sözü gerçeği ifade etmektedir; ancak sadece bir yanıyla. Çünkü sınıflar mücadelesi soyut bir demokrasi kavramını tanımaz. Demokrasiden bahsedildiği zaman ‘hangi sınıf için’ sorusunu sormayı bilir. Çünkü demokrasi kavramı bir sınıf için demokrasi anlamını taşırken, bir sınıf için de diktatörlük anlamındadır.
Zaten ilk kentlerin yarattığı demokrasi de, devletin sahibi olan köleci sınıflar için bir demokrasi, yoksullar, kadınlar ve köleler için ise bir diktatörlük olmuştur. Doğrudan demokrasinin en iyi uygulandığı yerlerden biri sayılan Atina’da, ‘tüm yurttaşların’ bir meydana toplanarak kenti ilgilendiren kararlarla ilgili oy kullandıkları yaygın olarak bilinir. Bilinmeyen, ya da ‘resmi tarihçiler’ tarafından gözlerden gizlenmek istenen ise; kölelerin, kadınların ve yoksulların o meydana alınmadığı, çünkü onların ‘yurttaş’ olarak kabul edilmediğidir.
Kentlerin (ya da yerel yönetimlerin) özerk yönetimini “en iyi yönetim biçimi” olarak övenlerin üzerinden atladığı bir başka konu, o dönemde kentlerin aynı zamanda devlet olmasıdır. Her kentin kendi sınırları, surları, kralı, ordusu, din adamı, ekonomisi, bayrağı vardır. Ve bu ‘site-devlet’lerde yerel yönetim/genel yönetim ayrıştırmasını yapmak mümkün değildir.
Bugünkü anlamda kentlerin ortaya çıkışı, feodal toplum dönemine denk düşer. Avrupa’da 10. yüzyılda ortaya çıkmaya başlamışlardır. Feodal ortaçağ kentlerinin etrafında kurulan bu kentler, feodalizmin bağrında doğmakta olan burjuva sınıfın ürünüdür.
Bu dönemde, kendilerine yarı özerklik elde etmiş bulunan prenslerin, ‘tebaa’sını saldırılardan korumak için kurdukları kentler, aslında ‘kale-kentler’di. Burada yaşayan halk, geçimini çevre bölgelerden sağlanan gelirle elde ediyordu, basit bir tüketici konumundaydı. Ticaret ise olanaklı değildi. “Gezgin tüccarlar, uzun yolculuklarında sığındıkları dinsel ve kale kentlerin etrafında yeni yerleşim yerleri kurmuşlar, ticaretin çektiği zanaatçılarla birlikte, buraları, kısa sürede zengin bir kente dönüştürmüşlerdi. Kentler, bu şekilde ticaretin ayak izlerinden doğmuşlardır… Ortaçağ kentleri, zenginleşip kuvvetlendikçe yargısal ve yönetsel özerklikler elde ettiler. Flandr’dan çıkıp İtalya’ya giden kent insanlarına, kalıtımsal olarak aynı toprağı işleyen, her şeyden önce onları feodal otoriteden kurtaran, onları diledikleri yerde yaşam olanağı veren kişisel özgürlük hakkını kazanmak gerekti. Kentler böylece, ‘havasının özgür kıldığı’ yerler haline geldi. Evlerin, atölyelerin, depoların üzerinde kurulduğu kent toprağına, feodal engellerden kurtarılarak sahip çıkıldı; Burjuvaların yargılayıp, yargılanacağı özel mahkemeler kuruldu.” (age, sf. 51)
Feodal toplumun yerel yönetim anlayışı, merkezi bir devletin sınırları içinde bulunan beylikler, prenslikler vb’nin özerkliğinin korunmasıdır. Feodal krallıklar, topraklarına kattıkları küçük birimlerden vergi ve savaş dönemlerinde asker almaktadır. Bunun dışında bu prenslikler, içişlerinde özgür bırakılmıştır. Bu nedenle burjuvazi, kendi iç pazarını oluşturmak, yeni kapitalist devletin sınırlarını belirlemek istediğinde, yerel yönetimlere belli özerklikler bırakma ihtiyacı duymuştur. Böylece yerel yönetimler, uluslaşma sürecinde önemli bir rol oynamıştır.
“Fransa’da 1789’da eski province’lerin bağımsızlık istemlerinin dayanaksız bırakılması amacıyla, yeni bir düzenlemeye gidilmiş ve il (department) sistemi kurulmuştur. İtalya’da ilk yerel yönetim yasası, 1865 yılında, yani İtalyan Birliği sağlandıktan sonra çıkarılmıştır.” (Yerel Yönetimler, Prof. Dr. Ruşen Keleş-Prof. Fehmi Yavuz, sf. 31, Turhan kitabevi)
Köleci toplumda kent, aynı zamanda devletin tamamını ifade ettiğinden, ‘merkezi yönetimden özerklik’ten söz edilemez. Kapitalizmin kentlerindeki özerklik ise, feodalizmin kentleriyle kıyaslanamayacak kadar kısıtlıdır. Çünkü bir defa devlet sınırlarını oluşturan burjuvazi, sonrasında kentleri de daha fazla denetimine alma, daha doğrudan sömürme ihtiyacı duymuştur. Kentin demokrasisi ise, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi, egemenler için demokrasidir. Burjuvazi için devlet ne kadar demokratikse, emekçiler için de o kadar diktatörlük anlamına gelmektedir.
Buna karşın hem “kent”i hem de “demokrasi”yi, sınıfsal kimliğinden soyutlayarak ifade etmek, yerel yönetimleri, “halkın yönetime katılması, yöneticilerin halka danışma ve hesap verme sorumluluğu içinde bulunması” olarak sunmak, en hafifinden burjuvazinin ekmeğine yağ sürmektedir. Çünkü burjuva devletin genel olarak yaratmaya çalıştığı yanılsama da budur. Çünkü, “halkın yerel yönetime katılmasının, devlete bağlılığı ve güveni pekiştirdiği genellikle kabul edilmektedir.” (Yerel Yönetimler, sf. 32, Turhan Kitabevi)
Belediye sosyalizmi- ‘yerel iktidar’
Kürt hareketi, bir önceki yerel seçimlere, ‘önce yerelde iktidarlaşacağız, sonra genelde iktidarlaşacağız’ sloganıyla girmişti. Kürt illerini firesiz almanın yanısıra, metropollerde de önemli mevziler elde etmeyi amaçlıyordu. Böylece ‘Türkiye partisi’ olmaya geçiş yapılacaktı. Fakat olmadı. Bunun üzerine, önümüzdeki seçimlerde Kürt illerinde BDP, Türk illerinde HDP ile girilmesi kararlaştırıldı. Bunun da sonuçlarını göreceğiz. Fakat şimdiden şunu söyleyebiliriz ki, reformistlerin ‘yerel iktidardan genele’ politikası, her zaman fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Buna rağmen kitleleri düzen-içine, sandığa çekmek için, bu argümanlar kullanılagelmektedir.
Kitlelerin özgürlük istemleri, sınıflı toplumların ve insanın insanı sömürmesinin ortaya çıkışı kadar köklüdür. Bu istemler, doğal olarak çözüm yöntemleri konusunda arayışları da beraberinde getirmiştir. Tarih boyunca toplumsal yapılar değişmekle birlikte, bulunan yöntemler çok fazla değişmemiştir. Bunların tümünü de iki ayrı grupta toplamak mümkündür. Kimisi emekçi kitlelerin yıkıcı gücünü egemenlerin saltanatına yöneltir, kimisi de sistemin özüne dokunmaksızın çeşitli biçimlerde yaşam alanları yaratmaya çalışır. Birincisi devrimci bir nitelik taşıyıp, tarihi değiştiren hareketler yaratmışken, diğeri kitleleri boş hayaller peşinde sürüklemekten başka bir işe yaramamıştır.
Ütopik sosyalistler ile reformistlerin ortaklaştıkları nokta burada ortaya çıkar. Sistemin özüne hiç dokunmadan, gerçekleşmeyecek hayaller peşinde koşmak, her ikisi için de karakteristiktir.
Ütopikler, sisteme hiç dokunmadan, bir grup insanı bir adaya yerleştirmeyi ve orada sosyalizmi kurmayı hedeflemişlerdir. Reformistler ise, sistemin ‘kötü’ yanlarının törpülenmesini yeterli bulmaktadırlar. Burjuva devletin biraz daha demokratikleştirilmesini, sosyal devlet uygulamalarını, devletin işsizlere yeni iş olanakları açmasını, yaşam standartlarının biraz yükselmesini yeterli görürler. Reformlar için mücadeleyi, emekçi kitlelerin mücadele okulu işlevi üstlenen bir araç olarak değil, başlı başına bir amaç olarak ele alırlar. Tam da bundan dolayı, amaçlarına ulaşmayı asla başaramazlar. Çünkü sistemin özü, bir avuç sömürücünün geniş kitleleri baskı ve zor yoluyla sindirmesi, sömürmesi üzerine kuruludur. Bu öz değişmediği sürece, kimi zaman elde edilen kısmi kazanımlar, bir süre sonra mutlaka burjuva devletin yeni bir saldırısına maruz kalacak ve kaybedilecektir. Bu şekilde hiçbir zaman ekonomik-siyasi özgürlükler ve refah, gerçek anlamda elde edilemez.
Hatta tersten, kitleler devrimci bir önderlik arkasında, sistemi gerçek anlamda tehdit edecek kadar güçlü bir hareket yarattığında, hareketi yatıştırmak için burjuvazi bir takım reformlar yapabilir. Bu bir anlamda kitlelerin öfkesini yatıştıracak bir ‘sus payı’dır ve burjuvazinin, yeni saldırılarına zaman kazanmasını amaçlamaktadır. Reformların amacı, kitlelerin sisteme dönük tepkilerini törpülemek, sistemin düzeltilebileceğine, belli değişikliklerle bu sistem içinde de yaşanabileceğine olan inancı sağlamaktır.
Esasında reformistlerin, kendilerini gerçekleştirme olanağı bulabildikleri tek ortam da, devrimci hareketin yükseliş dönemleridir. Çünkü yükselen devrimci harekete karşı, devlet özellikle reformistlerin büyümesini ve etkinliğini artırmasını ister. Devrimin geriye çekilme dönemlerinde ise, reformist hareket, bütün uzlaşmacı politikalarına karşın, devlet tarafından daha da geriye itilir.
Burjuva devletin özüne dokunmadan, seçimler ya da reformlar yoluyla yerel iktidar odaklarının yaratılması, bu nedenle de mümkün değildir. Bununla birlikte bazı küçük-burjuva hareketlerin ‘kurtarılmış bölgeler’ yaratma politikası, devrimci bir kitle hareketiyle belli bir süre için olanaklı olabilir. Keza ulusal taleplerle yola çıkmış kimi devrimci hareketlerin, federasyon ya da özerklik elde etmeleri de mümkündür. Ancak bunlar, ‘merkezi devlet’ten kitlelerin devrimci gücüyle koparılmış, elde edilmişlerdir. Dolayısıyla reformistlerin ‘yerel iktidar’ söylemlerine denk düşmez.
Burjuva devlet, çok daha büyük kayıplarla karşılaşacağını farkettiğinde, başka bir yöntem kalmadığını anladığı noktalarda, devrimci hareketlerin büyük kitle gücünü eritmek amacıyla, öne sürülen talebin çok gerisinde bir hak kırıntısını verebilir. Ancak kendi ‘iktidarını’ ortadan kaldıracak hiçbir adımı atmaz, atılmasına da izin vermez. Çünkü, burjuva devletin sınırları, çizildiği andan itibaren burjuvazinin iç pazarı olarak şekillenmiştir. Bu sınırlar içinde, ekonomik ve siyasi olarak kendi iktidarı dışında bir iktidara izin vermeyecektir. Burjuvazinin, ülke sınırlarına yayılmış iktidarını yoksayarak ‘yerel iktidar odakları’ kurma fikrini savunmak, bu nedenlerden dolayı dayanaksızdır, gerçeklikten yoksunluktur.
Kaldı ki, ‘yerel iktidar’ların kurulacağının iddia edildiği belediyeler, yönetim olarak burjuvazinin genel bürokrasi mekanizmalarına, gevşetilemez bağlarla bağlanmıştır. Mesela illerin ‘en büyük mülki amiri’ olan valiler, devlet tarafından atama usulüyle göreve gelirler ve belediye başkanlarını görevden alma yetkisine sahiptirler. Yani bir ‘seçilmiş’ olarak işbaşına gelen belediye başkanları, kendilerini ‘seçen’lerin iradesi ve isteği yok sayılarak görevden alınabilir, yönlendirilebilir, özel bir baskıya maruz kalabilir.
Bu genel doğrular, yaşam içinde de defalarca sınanmıştır. Bugüne dek Kürt hareketinin kazandığı yerellerdeki belediyelerin, alternatif-halkçı belediyecilik anlamında bile, fazla bir varlık göstermemelerine rağmen, yine de özel bir baskıya maruz kaldıkları sır değildir.
Bu konuda en çarpıcı örnek, 12 Eylül öncesi Fatsa’da yaratılan belediyecilik örneğidir. Fatsa belediye başkanı Fikri Sönmez, genel olarak devrimci hareketin ve mensubu olduğu Dev-Yol’un güçlü mücadele pratiği üzerinden seçimleri kazanmıştır. Devrimcilerin aktif-eylemli kitle ve örgüt desteği ‘Terzi Fikri’nin arkasındadır. Yaptığı bütün işlerde, (çamura son kampanyası, bataklığın kurutulması, karaborsayla mücadele vb) kitlelerin onunla birlikte seferber olması, onun belediyecilik başarısından çok, belediyede devrimcilerin içinde yeraldığı bir halk konseyi ve halkın gerçek anlamda yönetimde söz sahibi olmasını sağlayan mahalle komitelerinin varlığıdır. Keza, bütün bunların 12 Eylül öncesi güçlü devrimci dalgasının dorukta olduğu, kitlelerin devrimcilerle bütünleşmesinin çok yüksek olduğu bir dönemde, 1980 yılında yaşandığını da eklemek gerekir.
Ancak arkasındaki bu büyük güce rağmen, devlet Fatsa’ya çok özel olarak yönelerek, çeşitli biçimlerde baskı uygulamıştır. En başta seçimlerden önce, kazanacağına kesin gözüyle bakılan Fikri Sönmez’e dönük, sivil faşistler eliyle birkaç kere silahlı saldırı ve öldürme girişiminde bulunulmuş, devletin gücünü kullanarak seçimleri kazanması, hatta Fatsa’da seçimlerin yapılması engellenmeye çalışılmıştır. Seçimlerden sonra ise, bütün belediyelere verilen ödeneğin verilmemesi, maddi kanalların ve olanakların tümüyle kapatılması gibi önlemler alınmıştır. Hatta iş, Tekel’in, Fatsa’daki tekel bayilerine sigara satışı yapmaması gibi özel baskı yöntemlerine kadar vardırılmıştır. Vali değiştirilmiş, atanan faşist vali, çevre ilçelerdeki sivil faşistleri örgütleyerek Fatsa’nın üzerine salmış, onlar eliyle saldırılar örgütlemiştir. Devletin güvenlik güçleri, haftada bir Fatsa’da operasyona-baskıya gelmiştir. Ve tüm bu baskıları yetmediği noktada, devlet, böyle bir belediyenin varlığına, halkçı-demokratik kimi uygulamalarıyla örnek olmasına daha fazla tahammül edememiş, 12 Eylül’ün gelmesini bile beklemeden ’80 Temmuzu’nda Fatsa’ya darbe indirerek belediye başkanı başta olmak üzere yüzlerce insanı gözaltına almıştır.
Yerel seçimlere nasıl katılmalı?
Bütün bu söylediklerimizden elbette ki, reformlar için mücadele edilmemeli, yerel yönetimler için aday gösterilmemeli sonucu çıkmıyor. Tersten, yukarıda da söylediğimiz gibi, reformlar mücadelesi, kitlelerin devrimci savaşım için eğitildikleri bir okuldur. Reformlar mücadelesi, bir taraftan kitlelere kendi gücünün büyüklüğünü ve etkisini gösterir; bir taraftan da mücadelenin önünü açar, yeni olanaklar sunar. Bununla birlikte, kazanılan reformların bu sistem içinde kalıcı ve gerçekten çözüm getirici olmadığını gösterir, kitleleri bu pratik içinde eğitir. Bu yönüyle kitlelerin devrimci savaşımın kaçınılmazlığını görmesini ve bu savaşımı yürütme yöntemlerini kavramasını kolaylaştırır. Onun içindir ki, reformlar mücadelesi, ML bilimin önemsediği, vazgeçilmez bulduğu bir araçtır. Ancak bu mücadelenin nasıl yürütüleceği önemlidir.
Yerel seçimlere “bağımsız aday”larla katılmak, genel olarak savunduğumuz bir politikadır. Ki daha önceki yıllarda muhtarlıktan, belediye başkanlığına kadar gösterdiğimiz adaylar olmuş, bunların kimisi kazanmıştır da. Fakat her halükarda aday gösterdiğimiz bölgeler, faaliyetlerimizin gelişkin olduğu ve seçimlerde hatırı sayılır bir oyun alınacağı düşünülen yerler olmuştur. Nitekim, alınan sonuçlar bunu göstermiştir. Ama seçimlere katılmaktaki asıl amaç, bu çalışma içinde yeni güçlere ulaşmak, varolanları daha işlevli ve kalıcı hale getirmek ve bölge genelinde güç ve etkinliği arttırmaktır. Bu yanıyla, kaybedilen yerlerde bile bu amaca ulaşılmıştır. Böylece yerel seçimlere katılmak gibi reformist ve yasal bir araç, devrimci tarzda kullanılabilmiştir.
Yaşadığımız pratik deneyimler de göstermektedir ki, “bağımsız aday”la seçimlere katılmanın, belirli nesnel ve öznel koşulları vardır. Bu koşullardan soyut biçimde her durumda “bağımsız aday” göstermek, doğru bir yaklaşım değildir. Fakat son yıllarda reformizmin etkisiyle devrimci hareketlere de sirayet eden “aday gösterme” furyası vardır. Ve sanki aday gösterilmeden seçim çalışması yapılamazmış gibi bir yanılsama yaratılmakta, hatta “apolitizm” denilerek, lanetlenmektedir.
Her devrimci faaliyette olduğu gibi, araç-amaç ilişkisi doğru kurulmalıdır. Yasal olanaklar, faaliyet yürütme zeminini güçlendirir. Bu durum daha geniş kitlelere ulaşmayı, daha fazla sayıda yüzyüze/doğrudan teması beraberinde getirir. Bunlar bilinen ve genel kabul gören doğrulardır. Ancak seçim döneminde kitlelere açılmanın ve bu elverişli ortamı değerlendirmenin tek yolu aday göstermek değildir.
“Seçim ortamının kitleleri daha fazla politize ettiği ve devrimcilerin de bu ortamı kendi lehlerine değerlendirmeleri gerektiği son derece açıktır. Fakat bunun tek yolunun ‘bağımsız adaylar’ olmadığı, aday göstermeksizin de pekala devrim ve sosyalizmin geniş kitlelere propaganda edilebileceği bir diğer gerçektir. Önemli olan tüm güçlerin bu yönde doğru bir şekilde seferber edilmesidir. Kaldı ki, ajitasyon-propaganda alanının genişliği, ‘bağımsız adaylar’dan ziyade komünist ve devrimcilerin gücüyle orantılıdır. Özgürlük alanlarının mücadele ile açıldığı bilinen ve pratik olarak da yaşanmış bir gerçektir.” (Savaş hazırlıklarında bir dönemeç: 3 Kasım Seçimleri, Yediveren Yay, sf; 68)
Sanıldığının aksine ‘bağımsız aday’ göstermek, her zaman daha geniş kitlelere açılımı ve büyümeyi getirmez. Zaten bu yapılar da hemen her seçim değerlendiremelerinde, o dönem kurulan kitle bağlarını kalıcılaştıramadıklarından, ‘materyal dağıtımına boğulmuş bir çalışma’dan dert yanarlar. Diğer yandan seçimler gibi politik zeminler, güçler dengesini ortaya koymasıyla da önemli bir mihenk taşıdır. Komik düzeylerde oy almak, (önceki seçimlerde 12 oy alan “bağımsız aday” vardır) kitlelerin gözünde güven değil, güvensizlik etkisi yaratacaktır. Bu durum kadrolarda bile, moral bozukluğuna yol açacaktır.
Ama daha önemlisi, her koşulda kitlelere sandığa gitmeyi, oy kullanmayı propaganda etmektir. Bu durumda, sisteme inançsızlaşmaya başlayan, sistemin kurumlarına güveni yitiren kitlelerin yüzü, yeniden sandığa döndürülmektedir. Bunu devrim ve sosyalizm söylemlerinin arkasına saklanarak yapmak, bu gerçeği değiştirmez. Yapılan şey, hangi gerekçeyle olursa olsun, kitlelerin sandığa çağrılması, yasalcılığın güçlenmesine zemini hazırlamaktır.
Yerel seçimlere katılımın bir diğer yönü, devrimci-demokrat adayların desteklenmesi, bu doğrultuda ittifakların kurulmasıdır. Ancak bu da, her dönem ve her koşulda, devrimcilerin çıkardığı adayları desteklemek anlamına gelmez. Dönem, koşullar ve adayın kimliği, aday çıkaran siyasetle ortaklaşan programın niteliği gibi etkenler, her seçim döneminde daha özel tanımlamaların yapılmasını gerektirir.
Her genel seçimde boykot taktiği uygulanamayacağı gibi, her yerel seçimde de aday çıkarmak ya da çıkarılan adayları desteklemek gibi bir zorunluluk yoktur.