AKP-Cemaat çatışması nereye?

erdogan

17 Aralık operasyonuyla günyüzüne çıkan AKP-Cemaat çatışmasının son perdesinde kaset savaşları tüm hızıyla sürüyor. Son deşifre edilen kaset, Erdoğan’la “Bilal oğlan” arasında geçen, “saraydan para kaçırma” konuşmaları üzerineydi.

17 Aralık hükümet depremi başladığı andan itibaren, ortaya saçılan bilgilerin haddi hesabı yok. En başta da hırsızlıkların haddi hesabı yok. Halk Bankası müdürünün evinden çıkan 4.5 milyon dolar; eski İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlunun “evde fazla para yok, sadece 1 trilyon var” söyleri; ve en son Bilal Erdoğan’ın, babasına “paranın çoğunu dağıttık, sadece 30 milyon euro kaldı” deyişi, geniş kitlelerde büyük bir öfke ve tepki yaratıyor.

Asgari ücret sadece 840 TL; milyonlarca insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor; kıdem tazminatı gaspedilerek işçilerin en önemli güvencelerinden birisi ellerinden alınıyor; “bütçede para yok” bahanesiyle işçi ve memur maaşlarına yüzde 3-4 civarında zam yapılarak adeta alay ediliyor… Ama diğer taraftan, devletin her kademesinde, milyonlarca dolarlar uçuşuyor, ayakkabı kutularında servetler taşınıyor, rüşvetlerin, rantın haddi hesabı bilinmiyor…

Cemaat ile AKP arasında kıran kırana bir savaş sürüyor. Bu savaş, bütün kirli çamaşırların tek tek ortaya dökülmesine, devletin gerçek yüzünün teşhir olmasına neden oluyor. Kitleler, en “halktan” olduğunu iddia eden (öyle ya, Erdoğan Kasımpaşa’nın “bağrından” kopup gelmişti) görünenlerin, “müslümanlık” üzerinden “adil ve hakkaniyetli” olduğunu iddia edenlerin, gerçekte sadece ve sadece kendi kasalarını doldurmayı hedeflediğini çarpıcı biçimde öğreniyor. Ve kendi yaşamıyla egemenlerin yaşamları arasındaki büyük açı farkını olanca acımasızlığı ile anlayıp, büyük bir tepki duyuyor.

Bu arada, ABD emperyalizminin icazetinden geçerek, ABD’nin tam desteğini arkasına alıp 2002 yılından bu yana hükümetini sürdüren Erdoğan’ın, bu desteği nasıl kaybettiği konusunda pekçok soru işareti peşpeşe diziliyor. Keza kendisini uyaran her kesime, en başta TÜSİAD’a bile bu kadar pervasızca haraket etmesi, hiçbirşey olmamış gibi yeni yasalar, kendini sağlama alacak düzenlemeler yapmaya çalışması, cemaat kadrolarını tasfiye için hamleler gerçekleştirmesi, belli bir şaşkınlık da yaratıyor. Özellikle, kimin “iktidar”, kimin “hükümet” olduğu konusundaki yanılsama, bu toz duman arasında iyice bulanıklaşıyor, Erdoğan’ın neye ve kime güvendiği sorusu kafa karıştırıyor.

 

Erdoğan “iktidar” mı, “hükümet” mi?

“AKP iktidarı” sözü, bu toz-duman içinde giderek daha geniş bir kesim tarafından dillendirilmeye başlandı. Öyle ya, hem TÜSİAD’a, hem de ABD’ye meydan okuduğuna göre, AKP’nin kimseye bağımlılığı yoktu; kendi iktidarını kurmuştu!

Oysa böyle bir değerlendirme; sistemin işleyişine, yaşamın doğasına aykırı, son derece yüzeysel bir bakış açısının göstergesidir.

“İktidar”, ekonomik gücü elinde tutan kesimdir, egemen sınıftır; kapitalizm koşullarında burjuvazidir. Bizim ülkemizdeki egemen sınıf, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleridir. Devlet, egemen sınıfın kendi iktidarını korumak ve güvence altına almak için kullandığı bir araçtır. Üç ayak üzerine oturur devlet mekanizması: silahlı kolluk kuvvetleri (ordu, polis, kontgerilla vb), bürokrasi (parlamento, hükümet, vergi mekanizması vb) ve hukuk sistemi (yasalar, mahkeme ve hapishaneler). Bu üç unsur, devleti oluşturur. Ve her devlet, egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda, ezilen sınıfa karşı bir diktatörlüktür. Egemen sınıflar, bu üç ayağı kullanarak kitleler üzerinde baskı kurar, kitleleri yönetir, kendi servetlerini garanti alır, kendisine dönük her tür tehdidi bertaraf eder.

Örneğin burjuvazi, taşeron sisteminin yaygınlaştırılmasını ister; hükümet bununla ilgili yasayı çıkartır, polis bu yasaya karşı eyleme geçenlere saldırır, hukuk sistemi taşerona karşı eylem yapanları suçlu ilan ederek hapse atar. “İktidar” burjuvazidir, kararlar gerçekte ondan çıkar, devlet bu kararların uygulayıcısıdır, hükümet (ve başbakan) ise onun bir parçasıdır.

Hükümet, gerçek iktidarın, yani ekonomik gücü elinde bulunduran sınıf yada sınıfların basit bir aleti olmanın ötesinde bir anlam taşımaz. Egemen sınıfın çıkarlarını gerçekleştirmek için cansiperane çalışır, kitleler nezdinde yıprandığı anda, yine egemen sınıf tarafından değiştirilir. Çünkü, kendisi bir ekonomik güç değildir. Ancak çok önemli bir misyonu vardır; hükümet-başbakan devletin vitrinindedir. Arka plandaki gerçek iktidarı perdeleme görevini, asıl olarak hükümet üstlenir. Devletin iç ve dış politikasına, ekonomik-siyasi-askeri saldırılarına, kitlelerin üzerinde estirilen teröre karar veren asli unsurun burjuvazi olduğu gerçeğini, gözlerden gizlemekle görevlidir. Böylece saldırılardan bunalan kitlelerin öfkesi burjuvaziden uzaklaşmakta; hükümet bu öfkeyi üzerine çeken “paratoner” olmaktadır.

Hizmetleri karşılığında burjuvazi tarafından fazlasıyla ödüllendirilir elbette. Şimdi Erdoğan’dan ve bürokratlardan duyduğumuz milyon dolarlar, bu ödülün bir kısmını ifade etmektedir.

Ancak burjuvazinin elinde tuttuğu gerçek ekonomik güç, hem miktar olarak bundan çok daha büyüktür, hem de “yastıkaltı”nda, “ayakkabı kutuları”nda biriktirilen değil, doğrudan üretime dönük olarak kullanılan “sermaye” niteliğini taşımaktadır; bugün görüp-duyduklarımız, uşaklarına verdiği kırıntılardan ibarettir. “Bal tutan parmağını yalar” misali, yaladıkları baldır.

Erdoğan da gücünü elbette ki işbirlikçi burjuvaziden ve 2002’den buyana kendisine en büyük desteği veren ABD emperyalizminden almaktadır. Ancak hem bu destek, hem de bugün kendisine yönelen saldırı, son derece karmaşık bir siyasal-ekonomik atmosferin izlerini taşımaktadır.

 

Erdoğan’dan neden vazgeçtiler?

Erdoğan, ABD emperyalizminin ve işbirlikçisi burjuvazinin bu kadar büyük desteğiyle hükümeti kurmuşken, bugün aynı kesimler tarafından bu kadar büyük bir saldırıya maruz kalması, hem içeride, hem de dışarıda yaşanan gelişmelerle doğrudan bağlantılıdır. Son yıllarda yaşananlardan dolayı bazı kesimler Erdoğan’a verdikleri desteği kesmişlerdir; ancak önemli bir destek de hala arkasında durmaktadır; Erdoğan da direniş gücünü bu kesimden almaktadır.

İçteki en önemli gelişme, Erdoğan’ın kitle desteğini kaybetmekte oluşu, geniş kitleler nezdinde yaşadığı büyük yıpranmadır. 12 yıl boyunca, genel olarak devlet içindeki kadrolaşmasını güçlendirmiş, sadece burjuvazinin ve burjuva aydınların değil, geniş kitlelerin de desteğini almış olan Erdoğan, bu süre içinde iki defa ciddi sarsıntı geçirmiş, ciddi bir oy kaybına uğramıştır. İlki 2010 Ocak-Şubat aylarına damgasını vuran büyük Tekel direnişidir; ikincisi ise bütün ülkeye yayılan Haziran Ayaklanması… Özellikle Haziran sonrasında, burjuvazinin önemli bir kesimi, Erdoğan’ın artık miadını doldurduğunu, kitleleri kandırma ve kontrol altında tutma gücünü kaybettiğini düşünmeye ve alternatif arayışına yönelmeye başladılar.

Uluslararası konjonkürdeki belirleyici unsur ise, Erdoğan’ın, başta Ortadoğu olmak üzere birçok konuda ABD’nin çıkarları ile çelişen adımlar atmasıdır. Irak ve Suriye politikaları, ABD için en önemli sorun odaklarıdır. Erdoğan Irak’ta Kürdistan Federe Bölgesi ile petrol anlaşmaları imzalamaktadır. Oysa bu anlaşmalar, Irak’ın kendi içindeki çatışmayı büyütmektedir. Petrol nedeniyle Irak’ta bir iç çatışma çıkması ve hatta bölünme ihtimali, ABD’nin çıkarlarına aykırıdır; ancak Erdoğan, ABD’nin uyarılarına rağmen bu konudaki çabalarını sürdürmektedir.

Keza Suriye’de El Kaide’nin güçlenmesinde AKP hükümetinin belirleyici rolü vardır. Erdoğan Suriye’de en büyük tehdidi Rojava’nın güçlenmesinde, bu durumun Türkiye Kürdistanı’ndaki özerklik talebini arttırmasında görmektedir. Bu nedenle El Kaideci çetelerin lojistik ihtiyaçlarını karşılayarak, hatta doğrudan askeri destek göndererek Rojava’ya karşı savaştırmaktadır. ABD’nin Suriye’de liberal muhalefeti güçlendirerek Esad’ın karşısına çıkarma politikası çoktan iflas etmiştir. Türkiye’nin attığı adımlar ise Suriye’yi bölünmenin eşiğine götüren adımlardır. Bugün Suriye’de bütün dünyanın tepkisini çeken bir biçimde El Kaide’nin güçlenmesi, Katar ve Suudi Arabistan’dan aldığı destekle onlara yardım eden Türkiye’nin eseridir. Bu koşullarda ABD, salt El Kaide’nin güçlenmesini durdurabilmek için Esad’ı devirme hedefinden vazgeçmek, “Esad’lı çözüm”ü tartışmaya başlamak zorunda kalmıştır. ABD emperyalizmi, bu geri adımı atmasına neden olan Erdoğan’a büyük bir öfke duymaktadır.

AKP’nin Irak ve Suriye politikaları, açıkça ABD’nin çıkarlarınını bozan bir hal almaktadır. Ve bununla sınırlı değildir. ABD’nin ambargo uyguladığı İran’la “petrol karşılığı altın” ticareti yapması, İsrail ile ilişkileri düzeltmemesi ve hepsinden önemlisi Çin’den füze sistemi almak için anlaşma imzalaması, ABD’nin çıkarlarına zarar veren ciddi bir soruna dönüşmüş durumdadır. ABD’nin mutlak uşağı durumundaki Cemaat’in, Erdoğan’a saldırıya geçişinin perde arkasında, bu tablonun önemli bir rolü vardır. Cemaat’in saldırılarının arkasında, ABD’nin Erdoğan’a dönük rahatsızlığı olduğu kesindir.

Bu tablo şaşırtıcı görünebilir. ABD emperyalizminin uşağı konumundaki Erdoğan’ın, ABD’ye rağmen bu hamleleri yapması ve ABD’yi bu kadar karşısına alması, olağan bir durum değildir. Ancak içinden geçmekte olduğumuz uluslararası konjonktürle doğrudan bağlantılıdır.

ABD ile Çin arasında sürmekte olan hegemonya savaşı, başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın pekçok yerinde dengeleri yerinden oynatmıştır. ABD dünya hegemonyasını her geçen gün biraz daha kaybetmektedir. Çin ise yükselen emperyalist konumundadır, ancak henüz imparatorluk tahtına oturduğu da kesinleşmemiştir. Bu durum, özellikle stratejik öneme sahip ve çelişkilerin keskin olduğu bölgelerde boşluklar yaratmaktadır. Geçmişte ABD işbirlikçisi, hatta ABD uşağı olan kesimlerde, bunun sonuçları iki farklı biçimde kendini göstermektedir.

Eski ABD işbirlikçilerinden bazıları, doğrudan Çin’e yakınlaşmakta ve onun hegemonyası altına girmektedir. ABD’nin ‘arka bahçesi’ konumunda olan Latin Amerika’nın durumu çarpıcıdır. Burada Çin’in ağırlığı her geçen gün artarken, ABD emperyalizmi neredeyse ayak basacak yer bulmakta zorlanmaya başlamıştır. Dünyanın pekçok ülkesinde benzer bir yön değiştirme sözkonusudur. Bunlar, durumu daha net olan kesimlerdir.

ABD’nin eksi işbirlikçilerinden belli bir kesimi ise, kendine daha karmaşık bir yol çizmektedir. Bir yandan ABD ile işbirliğini sürdürürken, diğer taraftan çıkar çatışmasına girişilen bir yoldur bu. Üstelik burada Çin ile belki dolaylı ilişkiler sözkonusu olsa bile, doğrudan bir ilişki de yoktur.

El Kaide bunun en belirgin örneğidir. ABD’nin yetiştirdiği El Kaide, 2001 sonrasında ABD’ye düşman hale gelmiştir. Bir taraftan Libya’da ve Su-riye’de ABD ile birlikte yönetime karşı savaşmakta, ancak ABD’den ekonomik ve askeri yardım alarak gerçekleştirdiği bu savaşta, siyasi olarak ABD karşıtı bir hat izlemektedir. Libya’da Kaddafi’yi devirmek için El Kaide’den destek alan ABD, Kaddafi sonrasında El Kaide’yle baş edemez hale gelmiş, hatta El Kaide Amerikan konsolosluğuna saldırarak Amerikan büyükelçisini öldürmüştür.

Bu durum, ABD’nin hegemonyacı politikaları ile gerçekteki güçsüzlüğü arasındaki çelişkinin ürünüdür.

Erdoğan’ın son dönemde ABD ile kurduğu ilişkiyi benzer bir yaklaşımla ele almak gerekir. Çin’den füze sistemi satın almak, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılma talebinde bulunmak gibi hamleleri, Erdoğan’ın Çin ve Rusya’ya döndüğü anlamına gelmemektedir. Ancak ABD’nin direktifleri ile kendi çıkarları çatıştığında, daha rahat davranabilmektedir. Bu tutum da, boşluktan yararlanma anlamını taşımaktadır. Yarın değişen dengeler içinde, kendi pazarlık gücünü artırmak için bugünden harekete geçmiş bulunmaktadır.

 

Erdoğan’ın gücü nereden geliyor?

Erdoğan bu manevra alanını, elbette ki, emperyalistlerin ve işbirlikçi burjuvazinin kendi içindeki çatışmalarından alıyor. Yukarıda Erdoğan için söylediğimiz her şeyin arkasında, onu destekleyen burjuva klikler olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Attığı adımların hiçbiri, kendi kişisel hamlesi değil, temsil ettiği kliğin çıkarlarının gereğidir. Üstelik bu kesimler, bazılarının iddia ettiği gibi MÜSİAD’la sınırlı “yeşil sermaye” değil, doğrudan TÜSİAD patronlarıdır. Sabancı’sından Ağaoğlu’na, Çalık’tan Zorlu’ya kadar pekçok holding, Erdoğan’ın arkasında durmaktadır. Bugün desteğini azalttığı için çatışmaya başladığı Koç grubu bile, Erdoğan’ın ilk yıllarında ona güçlü bir destek sunmuştur.

Zaten ABD ve Cemaat karşısında hala bu kadar güçlü durabilmesinin nedeni de budur. Erdoğan, 2002 yılında burjuva kliklerin uzlaşması sonucunda, güçlü bir desteği arkasına alarak hükümeti kurmuştu; bugün bunların önemli bir kısmı desteğini çekmiş olmakla birlikte, hala kendisini destekleyen işbirlikçi tekellerin gücüyle ayakta kalmakta ve savaşmaya devam etmektedir.

Bu savaşta Erdoğan’ın kimi avantajları da bulunuyor. En başta, 1960 darbesi ve Menderes’in asılmasının yarattığı tarihsel baskı, onun lehine bir tablo yaratıyor. Burjuva kliklerin hiçbirisi, bir hükümet darbesi ya da kitle eyleminin gücüyle hükümetin düşmesini, yeniden bir başbakanın asılmasını istemiyor. Türkiye’nin dünya genelindeki imajını olumsuz etkileyecek, Türkiye’ye sıcak paranın akışını durdurarak zaten yerle bir olmuş ekonomisini iyice çökertecek böyle bir hamleden uzak duruyorlar. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin hiçbir kliği, en azından şu aşamada bunu tercih etmiyor.

Bu nedenle, “kaset savaşları” kıran kırana sürmekle birlikte, ortaya çıkan vahim tablo karşısında düzen-içi muhalefet, kitlelerin tepkisini eyleme dökecek adımlardan sakınıyorlar. Kitlelerin büyük öfkesine yol açan gelişmeleri, “mizah” unsuru ile gevşetiyorlar. Kitlelere sandığı adres gösteriyor, herşeyin “demokrasi içinde” yürütülmesi için çaba harcıyorlar. Ve asıl olarak Erdoğan’ı anlaşmaya zorlamak istiyor; sandık sonuçlarını sessiz-sedasız kabullenerek çekilmesini sağlamak için her yolu deniyorlar. Hatta herbiri Erdoğan’ı yerle bir edecek güçteki bilgileri ifşa ederken bile, bunu belli bir dozda tutmaya, kesin hamleyi seçim sonuçlarına bırakmaya özen gösteriyor.

Diğer taraftan, Erdoğan’ın arkasında duran tekeller, Türkiye’de cemaate ve ABD’nin politikalarına karşı olan kesimi birleştirmeye çalışıyor. “Ergenekon” operasyonuyla ciddi bir darbe yiyen Avrasyacıların (Türkiye’deki Rus ve Çin işbirlikçisi kesimin) önemli bir kısmı, cemaate karşı Erdoğan’la birlikte hareket etmeye istekli görünüyor. Ergenekon operasyonları elbette cemaatin Erdoğan’la birlikte yürüttüğü operasyonlardı. Ancak şimdi, Erdoğan bu operasyonların faturasını cemaate çıkararak, “yeniden yargılanma-tahliye” rüşveti ile, Ergenekoncuları arkasına almayı hedefliyor.

Bugüne kadar Erdoğan’ı destekleyen önemli bir dinamiği de Kürt hareketi oluşturdu. Her ne kadar Rojava’ya karşı Erdoğan’ın kirli bir savaş yürüttüğünü bilseler de, Kürt hareketi, yine de “çözüm süreci”ni Erdoğan’la götürüyorlardı. Bu nedenle, ne sorun yaşanırsa yaşansın, Erdoğan’a destek açıklamalarından vazgeçmediler. Öyle ki, bütün ülkenin ayağa kalktığı Haziran direnişinde, “çözüm sürecine zarar vermesi” ve “hükümeti yıpratması” gibi kaygılarla eylemden uzak durdular. “Hükümet istifa” sloganının atılmasına karşı çıktılar. Keza 17 Aralık operasyonları başladığı andan itibaren doğrudan Erdoğan’ın yanında yer aldılar. Ta ki, Erdoğan ile oğlunun para kaçırma konuşmaları medyaya yansıyana, kitlelerin öfkesi bütün açıklığıyla kendini gösterene kadar… Kendi tabanlarında bile Erdoğan’a karşı tepkinin ayyuka çıktığı noktada, Kürt hareketi de eleştirel bir tutuma geçmeye başladı.

* * *

Erdoğan-cemaat nezdinde, burjuva kliklerin çatışması bütün hızıyla sürüyor. İki taraf da birbirine üstün gelmeye çalışıyor. Erdoğan’ın arkasındaki sermaye desteği sürmekle birlikte, kitle desteğinin giderek erimekte, hatta öfkeye dönüşmekte oluşu, burjuvazinin tedirgin olmasına neden oluyor.

Erdoğan, bu çatışmada Kürt ulusal hareketinden ve “ulusalcı” kesimlerden bazılarının desteğini alarak kendini güçlendirmeye çalıştı. Fakat son gelişmeler, bu kesimlerden aldığı desteği de zayıflattı ve giderek daha da yalnızlaşmaya başladı.

Bu koşullarda burjuvazi “vitrin”de bir değişiklik yapmak zorunda olduğunu biliyor. Seçimlerde İstanbul başta olmak üzere bazı metropollerde CHP’nin güçlü çıkması, Erdoğan’ın yerine AKP içinden başka bir ismin öne çıkarılması gibi seçenekler gündeme gelebilir.

Burjuvazinin asıl tercihi, kitlelerin asıl olarak sandığa çekilmesi, seçim sonuçlarına umut bağlamasıdır. Çünkü seçimlere duyulan güven, aynı zamanda sisteme duyulan güvendir. Seçimler, kitlelerin düzene karşı zayıflayan bağlarını sağlamlaştırma misyonu üstlenirler. Bu nedenle Erdoğan’a asıl darbeyi seçimlerde indirmeyi planlıyorlar.

Ancak burjuvazinin planları her zaman yaşama uymaz. Burjuvazinin rotası ne olursa olsun, önümüzdeki süreci kitlelerin hareketi belirleyecektir. Peşpeşe patlatılan Erdoğan’ın ses kasetlerinin bugün yarattığı öfke, ya da seçim sonuçlarına ilişkin oluşacak bir güvensizlik, burjuvazinin beklemediği patlamalara neden olabilir. Haziran direnişi sırasında, kitleler kendi güçlerine güvenmeyi öğrendiler. Önderlik boşluğu nedeniyle, başlayan hareketin daha ileriye taşıması, hatta devrimle taçlanması mümkün olmadı. Fakat kitleler, sokaklara çıktıklarında devleti nasıl sarstıklarını gördüler, kendi pratikleriyle bunu öğrendiler. Bugün de burjuvazinin hesapları ne olursa olsun, Erdoğan’a asıl darbeyi indirecek olan, kitlelerdeki öfkenin yarattığı dinamik olacaktır.

 

eli-cebinde

Bilal Erdoğan’ın artan serveti

Erdoğan ile oğlu Bilal arasında geçen telefon konuşmaları, soygun ve hırsızlığın “aileboyu” olduğunu gösteriyor.Erdoğan, çocuklarını da kendisi gibi yetiştiriyor, alınacak rüşveti toplama görevini onlara veriyor. Sadece bu da değil, trilyonlara varan servetinin birarada kalarak tehlikeye girmesini istemediği için, çocuklarının evlerini “kasa”olarak kullanıyor; sıkıştığı zaman parayı dağıtma, “sıfırlama” görevini de onlara veriyor. Çocukları, aynı zamanda parasal konularda en güvendiği “elemanları”! Bütün bakan çocukları, babalarının “tahsildar”ı olarak konumlanmış durumda. Babaların bağladığı işlerin tahsilatı çocuklara düşüyor. Ve elbette ki, soruşturmanın yönü onlara döndüğünde, cansiperane korunuyorlar.

Günler öncesinden savcılığa çağrıldığı halde gitmeyen, “zorla getirilme” kararına rağmen getirilmeyen, dahası bu çağrıyı çıkaran savcının görevden alındığı; buna karşın babası ile birlikte mezarlığa ve camiye giderken görüntülenen “Bilal oğlan” AKP döneminde önlenemez bir şekilde servet sahibi oldu. Harvard Üniversitesi “kamu yönetimi” bölümünden mezun olan Bilal, babası Başbakan olduktan sonra, Dünya Bankası’nda çalışmaya başladı. Ve  AKP’nin işbaşına geldiği 2002 yılından bu yana, Allah “yürü ya kulum” dedi. Kuyumculuktan gıdaya, sabunculuktan kozmetiğe kadar birçok alana el attı, şirketler kurdu, şirketlere ortak oldu.

Açığa çıkan serveti şöyle:

Tapu kayıtlarına 1 milyon lira olarak yazılan Kısıklı’da villa. 24 Ağustos 2005 tarihinde ABD’nin Maryland eyaleti, College Park’ta bir ev. BMZ Group Denizcilik ve İnşaat AŞ şirketi ile denizcilik sektörüne de el attı. Kuruluş sermayesi 3 milyon lira olan şirketin hissedarları arasında amcası Mustafa Erdoğan da var.  ABD’li makyaj malzemesi üreticisi Bellapierre Cosmetics’in ürünlerini Türkiye’de satan Maye Dış Ticaret isimli şirkete ortak oldu. MİS Hediyelik Eşya şirketi ile meyve kokulu sabun işine girdi. Cevahir AVM’DE 3, Antalya’da 1 stand açan şirket, ABD’ye ihrataca başladı. Doruk Izgara Limited Şirketi ile de gıda sektörüne el attı. Bu şirket aracılığıyla, fırıncılıktan tabldot yemeğe, kuruyemişçilikten aktarlığa kadar pekçok alanda faaliyet yürütmeye başladı. Keza abisinin eşi ile birlikte Atatürk Havalimanı’nda Atagold’un kuyumculuk mağazasına ortak oldu.

Bilindiği gibi Erdoğan’ın büyük oğlu Burak Erdoğan da “gemicikleri” ile gündeme gelmişti. Bu “gemiciği” de kendisine burs veren Remzi Gür’ün kayınbiraderinden satın aldığı söylenmişti. Başbakanın 4 çocuğu da yurtdışında eğitim aldı. Bu eğitim masraflarını işadamı Remzi Gür üstlenmişti.

Erdoğan ailesinin sahibi olduğu TÜRGEV Vakfı, 1996 yılında 5 bin TL malvarlığı ile kuruldu; 2012 yılında 156 milyon 890 bin liralık malvarlığı olduğu açıklandı. Erdoğan ve ailesi, belediye başkanlığından buyana, haddi hesabı olmayan bir servete, gayrimenkule, şirket ortaklıklarına, kayıtdışı paraya sahip oldu.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …