Sarı sendikacılık, genel olarak işçi sınıfına ihanet anlamına geliyor. Sınıf mücadelesinin düşük olduğu dönemlerde ise, bu ihanet çok daha boyutlu hale geliyor.
Bu ihanetin en önemli görüntülerinden birisi de, işçilerin ücretlerinden kesilen aidatların, sendika yöneticileri tarafından pervasızca kullanılması. Genel olarak, sendikaların bu konuda sicillerinin kötü olduğu biliniyor. Son olarak Tarım-iş Sendikası’nda yaşanan skandal, bu gerçeği bir kere daha gözler önüne serdi.
Tarım-iş’in yurtdışı gezileri
Sendikanın Karar Defteri’ndeki kayıtlar, sendika yöneticilerinin işçilerin alınterini nasıl pervasızca sömürdüğünü, lüks içindeki gezip tozmalarını açıkça ortaya koyuyor.
Karar Defteri’ne göre, Nisan 2015 ile Ekim 2018 tarihleri arasında, 47 yurtdışı gezisi gerçekleşmiş. Kayıtlarda 4 yıl boyunca neredeyse her ay bir yurtdışı gezisi (bazı aylarda 2 gezi) görünüyor. Ve bu geziler en az 3 gün, çoğunlukla 5-6 gün sürmüş.
Bu kadar çok yurtdışı gezisi ne için yapıldı diye bakıldığında, bazıları Tarım-iş Sendikası’nın üye olduğu uluslararası sendikaların toplantısı için olduğu görülüyor. Ancak toplantı 1 gün sürmüş, gezi 5 gün.
Bazıları “Başkanlar Kurulu Toplantısı” için düzenlenmiş; 18 kişinin katıldığı bu toplantıların neden yurtiçinde yapılmadığı belli değil.
Bazı geziler, o ülkenin ilgili sendikası ile görüşme yapmak üzere düzenlenmiş; ama geziler haftasonu yapılmış. Hafta sonu bu sendikalar açık mıdır, Tarım-iş yöneticileri için özel olarak mesai mi yapılmıştır, kayıtlarda yok.
Hafta sonu gezilerinin önemli bir bölümü KKTC’ye yapılmış; hani şu kumarhaneleri ve otelleri ile ünlü olan KKTC’ye.
Bazı gezilerin harcama kalemlerine ilişkin olarak “oda ekstraları, minibar ekstraları” gibi kayıtlar var. “Minibar” zaten otel odasının içinde olduğu için, ayrıca “oda ekstraları” diye ifade edilen harcama nedir, hangi hizmetin karşılığıdır, belli değil.
Yurtdışı gezilerinde, otel ve yol paraları sendika tarafından karşılanmış, yanısıra günlük 600 dolar harcırah (bazı gezilerde yarım harcırah) ödenmiş. Masrafları karşılanmasına rağmen, üstüne bir de yüzlerce dolar harcırahlar sözkonusu. Ve toplamda, sadece 4 yıl içinde bu geziler için yapılan harcamalar, 550 bin doları aşıyor. (Kaynak Yıldırım Koç, 7 Ocak 2019 tarihli yazısı)
Tarım işkolunda, Çalışma Bakanlığı’nın verilerine göre yaklaşık 157 bin işçi çalışıyor. Tarım-iş Sendikası’nda örgütlü olan işçi sayısı ise, Temmuz 2018’de 9 bin 838.
Bugünkü yönetimin işbaşına geldiği Ocak 2015 tarihinde, Tarım-iş’in üye sayısı 11 bin 179 iken, Temmuz 2018’de 9 bin 838’e düşmüş. Yani İlhami Polat başkanlığındaki Tarım-iş sendikası yöneticileri, zaman ve enerjilerini işçi örgütlemeye, işçilerin çıkarlarını savunmaya değil, yurtdışı gezilerine harcamışlar. Ve bu gezilerde işçinin ücretlerinden kesilen paralarla biriktirilmiş 550 bin doları, har vurup harman savunmuşlar.
“İşçi” gibi değil, “patron” gibi yaşamak
İşçilerin aidatları konusunda böylesine pervasızca davranan, lüks içinde yaşayan tek sendika elbette Tarım-iş değil. Lüks yaşama konusundaki tek yöntem de yurtdışı gezileri değil.
Mesela Türk-iş eski başkanlarından Mustafa Kumlu’nun malvarlığı dehşet verici düzeydeydi. Kendisinin, eşinin, oğlunun ve kızının adına onlarca daire, villalar, arsalar, lüks otomobiller sözkonusuydu. Öyle ki, M. Kumlu karısının adına cami bile yaptırmıştı.
Yine Türk-iş eski başkanlarından Bayram Meral’in 2008 yılında tespit edilen malvarlığı listesine göre, eşi ve çocuklarının üzerine, çoğu lüks konut-villa olmak üzere, 63 adet gayrimenkul görünüyordu.
Faşist Türk-metal sendikasının eski başkanı Mustafa Özbek’in mal varlığı listesi de, lüks villalar, lüks otomobiller, lüks konutlar, Kıbrıs’ta kumarhaneler vb. ile uzayıp gidiyordu.
Örnekler sınırsızca artırılabilir. Sarı sendikacılığın, uzlaşmacı-işbirlikçi sendikacılığın özünde bu var. Hak-iş ve Türk-iş’e bağlı sendikalar başta olmak üzere, sınıfın çıkarları doğrultusunda konumlanmayan tüm sendikalar, her tür yolsuzluğu, usulsüzlüğü gerçekleştiriyorlar.
En başta, sendika yöneticilerinin aldıkları ücretler bu durumu gözler önüne seriyor. Sınıf sendikacılığı, sözkonusu sendikanın imzaladığı toplusözleşmelerdeki ücretin, sendika yöneticisi için de geçerli olmasını öngörür. Yani bir sendikacı, kendi üyesi olan işçilerin aldıkları ücretten daha yüksek ücret alamaz, almamalıdır. Ülkemizdeki sendikaların ezici çoğunluğunda ise, bir şirket CEO’su kadar ücret alan, aylık 40-50 bin liraları küçümseyen sendika yöneticileri sözkonusudur.
Üstelik bununla da yetinmezler. Şişirilmiş benzin faturaları, yemek faturaları vb. üzerinden de kayda değer bir “ek gelir” elde ederler. Buna, sendikanın tesislerinden bedava yararlanmak, kendi tatillerini bedavaya getirmek, sendikanın olanaklarını kendi kişisel çıkarları için kullanmak gibi sayısız gelir kaynağı da eklenir.
Hükümet ve patronlar lehine çalışmasının karşılığını, hem parasal hem de statü olarak fazlasıyla alırlar. İşçilerin toplu sözleşmelerinde verilmeyen zamlardan fazlası, sendikacılara “hediye” olarak sunulur. Lüks ve sefahat içindeki ayrıcalıklı yaşamları, burjuva sistem tarafından teşvik edilir, korunur. Yıllarca bir sendikanın başına çöreklenip nemalandıktan sonra da, düzen partilerinden birinin milletvekili olarak meclise girerler. Kimisi bakan bile olur. Bu şekilde kazançlarını sürekli arttırarak bir patron gibi yaşarlar. Zaten onların sınıfla bağları çoktan kopmuş, dahası “sınıf atlamış”lardır.
“İşçi Aristokrasisi” patron temsilcisidir
Böyle yaşayan, böyle para harcayan sendikacıların, sınıfın yanında olması, işçi ve emekçinin çıkarlarını savunması mümkün müdür? Onlar da zaten işçilerin değil, burjuvazinin çıkarlarını gözetirler. Bu türden sendikacılığın varlık nedeni, burjuvazinin çıkarlarını korumaktır.
İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu adlı eserinde, Engels sendikaların durumunu şöyle açıklar:
“Durumlarının 1848’den beri önemli ölçüde iyileştiğinden hiç kuşku yoktur; bunun en iyi kanıtı da onbeş yılı aşkın bir zamandan bu yana, yalnızca işverenlerinin onlarla değil, onların da işverenleriyle gayet iyi geçinmekte oluşudur. Bunlar işçi sınıfı içinde bir aristokrasi oluştururlar; kendileri için göreli olarak rahat bir konum yaratmayı başarmışlardır ve bunu tartışmaya bile yanaşmazlar. Bunlar Leone Levi ve Giffen bayların model işçileridir ve şimdilerde herhangi bir makul kapitalistin ve genelde tüm kapitalist sınıfın birlikte çalışabileceği çok kibar insanlardır.” (sf 23-24)
Burjuvazi, işçi sınıfının içinden kendisi için işbirlikçiler yaratmak zorundadır. Bu işbirlikçiler aracılığı ile sınıf hareketini daha rahat kontrol altında tutmayı, mücadelesini etkisizleştirmeyi hedefler. Satın-alınmış kişilerdir bu işbirlikçiler. Paraya boğulmuş, “doyurulmuş”tur. Onun için Engels bu kesimi “işçi aristokrasisi” olarak tanımlamıştır. Bizim işçilerimizin dilinde “sendika ağaları”dır. Yani artık sınıftan kopmuş, karşı tarafa geçmişlerdir.
Bu sendikacılar görünürde halen “işçi”dir; yasal görevleri işçi sınıfının çıkarlarını korumaktır. Gerçekte ise patronların isteklerini işçilere kabul ettirmek için konumlanırlar. İşçiler, sendikacıları dinlemek, sözlerine inanmak konusunda daha savunmasızdır çünkü. Patron “karşı” sınıftandır, ama sendikacı işçi sınıfının içinden çıkmış, geçmişte işçi olarak kendisiyle birlikte çalışmış kişidir. Bu nedenle, burjuvazinin işçi sınıfına dönük en ağır saldırılarını, işçilere kabullendirmek gibi özel bir görevleri vardır sarı sendikacıların.
Sendika Ağalığı’na karşı da mücadele
Fransa’da Sarı Yeleklilerin eylemlerindeki taleplerden birisi, sadece “asgari” ücretin değil, “azami” ücretin de belirlenmesi olmuştu. Bir tarafta asgari ücretle yaşam savaşı veren yığınların yanında, hayal bile edilemeyecek rakamlarla ücret alınmasına duyulan tepkiydi bu.
Sendikacılar söz konusu olduğunda, bu tepki daha da büyümektedir. Proletaryanın yaşam ve çalışma koşullarına böylesine yabancılaşmış kesimlerin, “proletaryanın temsilcisi” olarak ortaya çıkması, işçilerin sendikalara yabancılaşmasını getirmektedir.
TÜİK verilerine göre, Ağustos 2018 tarihinde 16.8 milyon kişi işçi olarak çalışmaktadır. Bu kitlenin ancak 1 milyonu toplu iş sözleşmesinden yararlanan sendikalı işçidir. Geride kalan 15.8 milyonluk devasa işçi kitlesi sendikasızdır.
Bu kitlenin sendikasız olmasının bir çok nedeni vardır. İşçi sınıfı üzerinde artan baskı, sendikalaşma konusundaki siyasi-hukuki engeller vb. En önemli nedenlerden birisi de, işçi sınıfının sendikalara olan güvensizliğidir. Sendikacıların lüks yaşamları da, işçilerin çıkarlarını savunmada geri ve pasif tutumları da işçiler tarafından görülmekte, fark edilmektedir. Bu koşullarda işçi sınıfının büyük kesimi, sendikal örgütlenmenin gerektirdiği ağır bedelleri ödemekten geri durmaktadır.
Sınıf mücadelesi, sadece patronlara karşı verilen hak mücadelesi ile sınırlı değildir. Bu mücadelenin en önemli hedeflerinden birisi de, sınıf içindeki işbirlikçilerdir.
Geçmişte bunun önemli örnekleri görmüş, yaşamıştık. Mesela Türk-iş eski başkanı Bayram Meral, işçilerin öfkesinden kurtulmak için ağaca çıkmak zorunda kalmıştı. Tek Gıda iş Başkanı Mustafa Türkel, Tekel direnişindeki işbirlikçi tutumundan dolayı işçilerin tepkisini görünce bir işhanına sığınmıştı. Bir başka Türk-iş eski başkanı olan Mustafa Kumlu ise, 2010 1 Mayısı’nda Taksim’de kurulan kürsüye çıktığında işçilerin protestosu üzerine alandan kaçmak zorunda kalmıştı.
Bu örnekleri bundan sonra daha sık yaşayacağımız da ortadadır.
İşçiler, kendi böğürlerine saplanmış bir hançer olan sendika ağalarına karşı mücadeleyi yükseltmeden çıkarlarını koruyamaz ve hiçbir hak elde edemezler. İşçiler sendikalarına sahip çıkmalı, sendika ağalarını alaşağı edip devrimci işçileri sendika yönetimlerine getirmelidirler.