İşçi ve emekçilerin, ezilen halkların çok büyük bedeller ödeyerek kazandığı haklar, kazanımlar vardır. Ve sonrasında bu günlerden bazıları “bayram” ya da “tatil” ilan edilerek, her yıl kutlanmaya başlanmıştır. Kimisi uluslararası bir gün haline gelmiştir, kimisi bölge halklarıyla, ya da bir ülke ile sınırlı olabilir.
Bunların başında hiç kuşkusuz 1 Mayıs geliyor. Ardından 8 Mart’ı, Ekim Devrimi’ni, Paris Komünü’nü sıralayabiliriz. Bunlar işçi sınıfının uluslarası bir nitelik kazanmış mücadele günleridir. Diğer yandan Newroz gibi Ortadoğu halklarının kutladığı isyan ve direnişle simgelenmiş günler, ya da 15-16 Haziran büyük işçi direnişi gibi ülkemizle sınırlı mücadele günleri vardır.
Bunların nasıl ele alınması, yıldönümlerindeki etkinliklerin nasıl yapılması gerektiği giderek daha fazla tartışılan bir konu haline gelmiştir. Bu günler bir kutlama mı, yoksa anma mıdır? Bu konuda bir kafa karışıklığı yaşandığı görülmektedir.
Son olarak geçtiğimiz günlerde kutladığımız 8 Mart’ta bu kafa karışıklığı ile karşı karşıya kaldık. 8 Mart’ın kutlama ile mi, anma ile mi geçirileceği; kutlama yapılacaksa bunun niteliğinin ne olması gerektiği konusunda farklı görüşler ve tutumlar ortaya çıktı.
8 Mart’ı “kutlamak” isteyen bir kesimin, yemekli-içkili toplantılar düzenlediği biliniyor. Böylesine yozlaşmış bir 8 Mart anlayışı zaten bizim gündemimizin dışında olduğu için, bunu dikkate almıyor, baştan reddediyoruz. Bizi asıl ilgilendiren, 8 Mart’ı “sınıfsal” içeriğine uygun bir “mücadele günü” olarak kutlamak isteyen kesimlerin içinde yaşanan görüş farklılığı…
Bazı işçi sendikaları, 8 Mart’ın bir “anma” günü olduğunu ileri sürerek, işçilere de böyle anlatıyorlar. Aslında kendi içlerinde önemli bir çelişkiyi de yaşıyorlar. Kadınlara karanfil vermenin kendisi bir kutlama iken, konuşmalarında ağız alışkanlığı ile “8 Mart kutlaması”nı ifade ederken, hemen düzeltiyor ve 8 Mart’ın aslında bir anma günü olduğunu belirtme zorunluluğu duyuyorlar. Ve gerekçesini de şöyle açıklıyorlar: 8 Mart günü kadınlar öldü! Onları anıyoruz!
Şehitlerin verilmediği bir “mücadele günü”
yoktur
Tarihe mal olmuş her mücadele gününde mutlaka şehitler verilmiştir. Daha net ifade edersek; şehit verilmeden tarihsel bir gün yaratılamaz. Çünkü sömürü ve zorbalığa karşı her başkaldırıyı, egemenler büyük bir şiddetle bastırmaya kalkarlar. Bu başkaldırı, yenilgiyle de zaferle de sonuçlansa, büyük kayıplar yaşanır. Dolayısıyla her mücadele ve direniş günü, aynı zamanda bu uğurda şehit düşenleri anma günüdür. Yani tarihsel bir günün, bir “yıldönümü”nün anma mı, kutlama mı olduğunu belirleyen şey, şehitlerin olması, ya da şehitlerin sayısı değildir.
Böyle bakılırsa, hiçbir tarihsel gün için “kutlama” yapamayız. 1 Mayıs, Gezi Ayaklanması, Paris Komünü, Ekim Devrimi… Örneğin Gezi Ayaklanması’nda 8 gencimizi kaybettik. Ekim Devrimi, Paris Komünü gibi büyük devrimlerde ise sayısız şehit vardır. İşçi direnişlerinde bile yüzlerce kişi katledildi. Örneğin 1 Mayıs’ı 1 Mayıs yapan ABD’deki “8 saatlik işgünü” mücadelesinde onlarca işçi katledildi, 4 işçi lideri asıldı. Dünyanın pekçok yerinde 1 Mayıs kutlamaları kana boyandı. Ülkemizde de sadece 1977 1 Mayısı’nda 38 emekçi katledildi..
Ama bu durum, bu günleri kutlamamıza engel değildir. Çünkü belirleyici olan, kaç insanın şehit düştüğü değil, sözkonusu eylem ya da sürecin, mücadele tarihine ne kattığıdır. Eğer şehitlere rağmen bir kazanım, sınıf mücadelesini ileriye taşıyan bir adım sözkonusu ise, o bir kutlama unsuru olur. Tersten hareket ya da direniş yenilgiye uğramışsa, ya da elde edilen kazanım daha genel ve belirsiz kalmışsa, şehitlerle ödenen bedel, kazanımdan daha ağırsa, o gün bir anma günü halini alır.
8 Mart 1957’de NewYork’ta çoğu kadın 40 bin dokuma işçisinin, ağır çalışma koşullarına karşı düzenledikleri grev sırasında 129 kadın işçi yanarak can verdi; 1910 yılında Kopenhag’da toplanan Sosyalist Kadınların İkinci Konferansı’nda Clara Zetkin’in önerisiyle 8 Mart, emekçi kadınların mücadele günü ilan edildi. Kadın işçilerin ölümü pahasına, 8 Mart emekçi kadınların mücadele gününe dönüştüğü için, dünya emekçi kadınları tarafından kutlanmaya başladı. Elbette bir “mücadele günü” olarak!
1 Mayıs’ta öne çıkan 8 saatlik işgünü talebinin yasalaşması sürecinde, dünyanın pek çok ülkesinde yüzlerce, binlerce şehit verilmiştir. Ancak 8 saatlik işgününün kabulü, sınıf mücadelesinde öylesine büyük ve önemli bir kazanımdır ki, 1 Mayıs bir kutlama günü olmuştur. Tabi ki bu kutlama, içi boş karnaval havasında bir kutlama değil, bir “mücadele günü” kutlamasıdır.
Ekim Devrimi sadece Rusya’da değil, dünyanın bütün ülkelerinde devrimciler tarafından kutlanır. Bu devrimin emperyalist-kapitalist sisteme indirdiği darbe, proletarya hareketine kazandırdıkları, verilen kayıplarla kıyaslanmayacak kadar önemli, değerli ve büyüktür çünkü.
Bizden bir örnek olması bakımından; Gezi Direnişi, Türkiye tarihindeki en büyük halk ayaklanmasına dönüşmüştür. Somut kazanımı Taksim’deki parkın korunmasının çok ötesinde, kitlelerde bir bilinç sıçraması yaratmış olmasıdır.
Keza 15-16 Haziran büyük işçi direnişinde de hem somut kazanım elde edilmiştir, hem de çok büyük bir siyasal kazanım sözkonusudur.
Diğer yandan 1995 Gazi Direnişi bir anmadır. Yeni bir kazanım elde etmekten çok, devletin ağır bir saldırısının şehitlerle püskürtülmesi sözkonusudur orada.
Maraş, Sivas, Madımak, Dersim katliamları, anmadır. Her birinde belli düzeylerde direniş yaşanmış olmakla birlikte, devrim safları, gerici-faşist saldırganlık karşısında ağır kayıplar vermiştir.
Tarihsel günler, bu bakış açısıyla ele alınmalıdır.
Her biri “mücadele günü”dür
“Her sınıfın kendi bayramları vardır” der Stalin, 1 Mayıs’ın önemini anlattığı bir konuşmasında. Çünkü 1 Mayıs, işçi sınıfının bayramıdır. Tıpkı 8 Mart gibi, 15-16 Haziran gibi…
Bu günlerin her biri, burjuvazi karşısında çetin bir mücadele verilerek, şehitler pahasına kazanılmıştır. Ama aynı zamanda burjuvazinin sınıf olarak, işçi sınıfı karşısında yenildiği günlerdir. Tam da bu nedenle, en görkemli biçimde kutlamak, coşkun bir “mücadele günü” olduğunu göstermek, burjuvazinin içine yeniden korku salmak gerekir.
Sınıf mücadelesinin en önemli zafer günlerini bir “karnaval” havasına çevirmek de, içkili salon toplantılarının mezesi haline getirmek de onu yozlaştırmak, içini boşaltmaktır; burjuvazinin istediği de böylesi “zararsız” kutlama biçimidir.
Bu günleri yozlaştırmak, içeriğini boşaltmak kadar, “anma” adı altında bir onu yas törenine çevirmek de yanlıştır. Oradaki kazanımların önemini zayıflatmaktır. Ölenlerin yasını tutmaya odaklanarak zaferin büyüklüğünü karartmaktır. Şehitsiz zafer olmaz; şehitlerin varlığı zaferlerin görkemini azaltmaz!
İster anma olsun, ister kutlama; ister büyük zaferler getirsin, isterse ağır kayıplar, ölümler… Tarihsel günlerin her biri “mücadele günü”dür. O güne ilişkin tüm etkinlikler bu kararlılıkla, inançla ve coşku ile düzenlenmeli, sloganlar bu bilinçle yükseltmeli, konuşmalar bu gerçeği hatırlatmalıdır.
Ve bu günlerin her biri, egemen sınıflarla hesaplaşma bilincini güçlendirmeye hizmet etmelidir.
Önümüz 1 Mayıs! Burjuvazinin ve onun işçi sınıfı içindeki uzantılarının, özünden en fazla kopartmaya çalıştıkları, şenlik ve karnaval havasında yozlaştırılmasını istedikleri bir gündür 1 Mayıs.
İşçi sınıfı ve onun gerçek dostları ve öncüleri ise, 1 Mayıs’ı bir mücadele günü olarak görür ve öyle kutlanmasını için çabalar.
Bu 1 Mayısı da özüne uygun şekilde kutlamak için hazırlanmalı, sulandırılmasına, içinin boşaltılmasına izin vermemeliyiz.