Özgecan’ın anısına…

ozgecan

Onun hayata umutla bakan gözleri ile, yaşadığı korkunç vahşet arasındaki uçurum öylesine sarsıcı ki…

Gencecik bir kız… Okuldan eve dönmek için minibüse bindiğinde… Savaşmış Özgecan, yaşamını korumak için… Aşağılık hayvan ellerini kesmiş… Yaralı bedenini yakmışlar… Katilin babası da yardım etmiş…

                                   * * *

Bu topraklarda hergün kadınlar tecavüze uğruyor, katlediliyor. Ama ilk defa bir tecavüz ve cinayet, kitlelerde böylesine bir infial yarattı, bütün bir halkın ayağa kalkmasına neden oldu. Daha haberin duyulduğu gün, pekçok yerde protestolar gerçekleştirildi, eylemler yapıldı.

Dahası, kitlelerin öfkesi katil(ler)den ziyade, hükümete-devlete yöneldi; eylemlerde asıl olarak devleti hedefe çakan konuşmalar yapıldı, sloganlar atıldı. Çünkü bir genç kız, tümüyle masum biçimde, devletin politikalarının kurbanı olarak tecavüze uğramış, bütün gücüyle direnmiş ve katledilmişti.

Kitlelerin infiali, Berkin’in katledilmesine gösterilen öfke patlamasına benziyordu. Aslında hem Berkin, hem de Özgecan, aynı sürecin öne çıkan parçasıydılar. Berkin, kitleleri susturma, sindirme saldırısının sonucu olarak polis tarafından katledilmişti; Özgecan ise, toplumun dokusunu değiştirme, dinci-gericiliği hakim kılarak sindirme politikasının sonucu bir faşist tarafından katledildi. Ve ikisi de, bir direniş sembolüne dönüştü.

Özgecan’a saldıran katilin faşist olması çarpıcıdır; ama yaşamın doğasına da uygundur. Ancak bir faşist, tesadüfen karşısına Çıkan bir insana karşı bu kadar vahşi ve psikopatça bir saldırı gerçekleştirebilir.

Bir kadın cinayetine karşı böylesine büyük bir öfke patlaması yaşanmasının nedenleri tartışılıyor. Bu çok açık aslında. Ne kadar aksi iddia edilse de, toplumda genel olarak kadın cinayetlerinde bir “meşruiyet” algısı oluşturulmuş durumda. Bir koca karısını öldürdüğünde, mahkemedeki savunmasını “kıskançlık” üzerine kurabiliyor mesela. Ya da bir baba-abi, “töre” nedeniyle evin kız çocuğunu vahşetle öldürebiliyor. Ve bunlar, mahkemede “hafifletici” unsur olarak dikkate alınıyor, ceza indirimi uygulanıyor! Sömürücü toplumlarda “kadın”ın, erkeğe “ait” bir “mülk” olarak görülmesi, yaşamındaki bir erkeğin, onun bedeni ve yaşamı üzerinde her tür tasarruf hakkına sahip olmasını sağlıyor çünkü. Ya da tecavüz olgusu, kadının “tahrik” unsuru oluşturması üzerinden tartışılabiliyor.

Oysa Özgecan’a dönük saldırıda bunların hiçbiri yoktu. Sıradan bir genç kız, öylesine tesadüfi biçimde bu saldırının kurbanı olmuştu ki; ve saldırı öylesine vahşi ve pervasızdı ki; kitlelerdeki sahiplenme, özdeşleşme ve ortaya çıkan tablonun her bir unsuruna karşı öfke, son derece büyük oldu.

Elbette her geçen yıl katlanarak artan kadın üzerindeki baskıya, tacize, tecavüze ve neredeyse her gün işlenen kadın cinayetlerine karşı, biriken öfke bir yerde patlayacaktı. Genel olarak AKP hükümetinin gemi azıya alan saldırılarına tepkiler zaten büyüyordu. Özgecan’ın katlinden birkaç gün önce Antep’teki esnaflara polis amirinin zoruyla sıkılan biber gazı, büyük bir tepki toplamış, bunun üzerine polis amiri görevden alınmıştı. Keza laik, bilimsel, anadilde eğitim için gerçekleşen boykot ve boykota karşı yapılan saldırılar, tepkileri arttırmıştı. Özgecan’ın masumiyeti ve cinayetin vahşeti, bardağı taşıran son damla oldu ve bir sel olup sokağa taştı.

       * * *

Devlet bu olayda inisiyatifi ele almak için hızla harekete geçti. Hatta Erdoğan, iki kızını hemen Özgecan’ın ailesine taziyeye gönderdi. Aileyi sindirmek için atılan adımların yanısıra, saldırıyı bahane ederek “idam” tartışmalarını yeniden başlattılar. Bu durumu, kitle üzerindeki denetim, tahakküm, kontrol ve baskıyı artırma bahanesine çevirmeye çalışıyorlar. Yaşanan saldırının nedenlerini bir kenara bırakarak sonuçlarını hedefe çakıyor, kitlelerin dikkatini de buraya çekmeye uğraşıyorlar. Sorunları çözmenin tek yöntemi olarak daha fazla “güvenlik” diyerek, yeni saldırılarına zemin hazırlıyorlar.

Ve bu türden devlet kontrolünü artıran adımlar ya da “idam” türü uygulamaların yeniden tartışmaya açılmasında asıl hedef, özel olarak devrimci-demokrat güçler, genel olarak da Haziran ayaklanması gibi, eğitim boykotu gibi muhalif kitle hareketleridir. İdam cezasının yasal olduğu dönemde, en çok devrimcilere uygulanması; genel kitle güvenliği için kurulduğu söylenen mobese sisteminin devrimci-muhalif eylemlere katılanları tespit etmek için kullanılması vb. bunun somut göstergeleridir.

Diğer taraftan yasal düzenlemeler, kendi başına asla caydırıcı değildir, olamaz da. Yasalar caydırıcı olsaydı, mesela şeriatın geçerli olduğu ülkelerde hiç suç işlenmemesi gerekirdi. Ya da idam cezasının olduğu ülkelerde, idama neden olan suçlar sıfırlanırdı. Oysa öyle olmuyor.

Yasal düzenlemeler tek başına yeterli değildir, ama önemlidir. İnsanlığa karşı işlenen suçlarda en ağır cezalar verilmelidir. Ülkemizde tecavüz ve kadın cinayetlerinde “tahrik”, “töre”, “iyi hal” vb. adlar altında indirimler yapılmaktadır. Tecavüz davalarında sanıklar genellikle tutuksuz yargılanmakta, kadın cinayetlerinde ise birkaç yıl yatıp çıkmaktadır. Keza bu davalarda, bir biçimde suç kadının üzerine yıkılmaktadır. Hatta 15 yaşın üstünde tecavüze uğrayan kızların “rıza”sı olduğu varsayılmakta, tecavüz kadar ağır bir suçun meşruiyeti oluşturulmaktadır. Yasalar daha ağır cezaları öngörse bile, hukuk sistemi, mahkemenin “taktiri” ile en hafif cezaları vermekte, hatta genellikle ceza vermemektedir. Öncelikle bu durum değiştirilmelidir.

Daha önemlisi ise, bu suçların bu kadar artmasına neden olan, toplumsal dokuyu değiştirmektir.

Birincisi, hangi gerekçeyle olursa olsun, kadınla erkeği ayrıştıran, birbirine yabancılaştıran her tür yaklaşım kesin olarak reddedilmelidir. Burjuva ideologlar “erkekler mantığıyla, kadınlar duygularıyla hareket eder” diyerek kadınla erkeğin farklı dünyalarda yaşadığını iddia eder. Faşistler kadını evle sınırlar, toplumsal yaşamda kadına yer bırakmaz. Dinci gericiler, kadının bir “tahrik unsuru” olduğunu iddia ederek erkeğin gözünden uzak durması gerektiğini vaazeder. (Mesela dinci-gerici FEM dersanesi, üniversite sınavına hazırlanan çocukları “homojen” sınıflarda okutma gerekçesini “karma sınıflarda karşı cinsle birlikte eğitim yapmak, dikkat dağıtıcı oluyor” diye açıklıyor. Aynı gerekçeyle AKP de “karma eğitime karşı” açıklamalar yapıyor.) Feministler, kadınların yaşam ve mücadele alanlarını erkeklere yasaklar, eylemlerden erkekleri kovar, kadınları erkeklere karşı tepki ile hareket etmeye teşvik eder. (Mesela Özgecan’ın katledilmesine, kadınıyla erkeğiyle milyonlarca insan tepki gösterirken, feministler sürekli “kadınlar Özgecan’a sahip çıktı” sözleriyle bu tepkiyi nüfusun kadın yarısıyla sınırlamaya, kitleleri bölerek güçten düşürmeye çalıştılar. Ama onlar bile bu defa erkekleri eylemlerden dışlamayı başaramadılar.)

Bu yaklaşımların herbirisi, kadınla erkeğin dünyalarını ayrıştıran unsurlardır. Ve yaşamı, mücadeleyi, eğitimi, günlük hayatı paylaşmayan, duyguları ve düşünceleri ortaklaşmayan kadınla erkeğin, ortaklaşacağı tek bir konu kalır geriye; cinsel yaşam. Bunu da her kesim kendi meşrebince yaşar; gerici-faşist, insanlıktan çıkmış kesimlerin meşrebi de kadına tecavüz etmektir.

İkincisi, olgu ve olaylara cins kimliğiyle yaklaşmaktan kesin olarak kaçınmak gerekir. Mesela Özgecan katliamının arkasından, solcu-demokrat erkekler bile “erkekliğimizden utandık” dediler. Oysa “kadın” ya da “erkek” olma halleri üzerinde bu kadar durmak yerine, “insan” olmak, “insanlaşmak” üzerine durmak daha doğrudur.

Üçüncüsü, son on yılda, devletin bilinçli biçimde laiklik karşıtı olarak attığı her adım, sorunu derinleştirmiştir. Devletin her kademesinden, “erkek çocuk, annesinin dizinden yukarısını görürse tahrik olur”, “6 yaşındaki kızla evlenmek caizdir”, “kadınların gülmesi tahrik edicidir”, “hamile kadının gezmesi ayıptır” türü konuşmalar yapılmakta, okul öncesi kız çocukları türbana sokularak “erkekleri tahrik etmesi engellenmekte”dir. Dinci-gericiliğin doğası, kadını sadece bir cinsel meta olarak tanımlamakta ve kadına dönük her tür saldırıyı meşru görmektedir. Dinci-gericilik arttıkça, kadının aşağılanması da, kadına dönük şiddet de artmaktadır. Kapanan kadınların sayısı çoğaldıkça, tecavüz, ensest ve kadın cinayetlerinin sayısında büyük bir artış yaşanmaktadır. Aradaki ilişki son derece doğrudan ve nettir.

Dördüncüsü, burjuvazi kitlelerin dikkatini dağıtmak, mücadeleden uzaklaştırmak için cinselliği kışkırtmaktadır. Televizyondaki giyim yarışması programlarından erotik bir hazla kek yiyen kadın reklamlarına, kız çocuklarının facebook’a kendilerini cinsel bir metaya dönüştüren fotoğraflarını yükleme modasından dizilerde tecavüzlerin meşrulaştırılmasına kadar her alanda yozlaşma körüklenmekte; cinsel yaşam doğallığından uzaklaştırılarak “yaşamın tek anlamlı yönü” haline getirilmektedir. Böyle olunca, cinsel sorunu olanlar artmakta; çığrından çıkarak, kendisine kapitalizm tarafından “vaadedilen”lere ulaşmak için en aşağılık yöntemleri bile kullanacak hale gelmektedir.

Tüm bu nedenlerden dolayı, iki temel konu vazgeçilmez önemdedir. Birincisi kadını metalaştıran, ikincisi kadınla erkeği birbirine yabancılaştıran-ayrıştıran her tür unsura karşı mutlak biçimde mücadele edilmelidir. ıster burjuva yozlukla, ister faşist saldırganlıkla, ister dinci gerici tutuculukla, ister feminist ayrımcılıkla olsun, kadınla erkeği yaşamın gerçek sorunlarından, sınıfsal sömürüden uzaklaştırarak sadece cins kimliklerine odaklandıran tüm yaklaşımlar son bulmalıdır.

Tecavüzden enseste, kadına saldırıdan kadın cinayetlerine kadar her tür cinsel saldırının, geri bıraktırılmış ülkelerde yoğun olduğu iddia edilmektedir. Oysa Hindistan’dan ABD’ye, Suudi Arabistan’dan İngiltere’ye kadar, kapitalist dünyanın her bir türünde bu saldırganlık yaşanmaktadır. Çünkü kaynağını sömürücü toplumsal yapıdan almaktadır. ılkenin özelliklerine göre farklılaşan tek unsur, yaşanma biçimi ve yarattığı etkidir.

Bu saldırganlığın azalmasının tek yolu ise, kadın ve erkek emekçilerin (salt kadınların değil), sisteme karşı sınıf mücadelesinin (salt kadın hakları mücadelesinin değil) yükseltilmesidir. Tıpkı Haziran ayaklanması günlerinde olduğu gibi, tıpkı 2010 Tekel direnişinde olduğu gibi, tıpkı ‘80 öncesi devrimci dalgasında olduğu gibi…

                           * * *

Özgecan için yapılan eylemlerin, sadece katili değil, sistemi hedeflemesi; devletin cinayete ortak olduğunun görülüp devletten hesap sorulması; “yasta değil isyandayız” sloganı etrafında birleşmesi son derece önemlidir.

Özgecan, kendi canı pahasına, tıpkı Berkin gibi, kitle hareketini ateşleyen, en geri kesimleri bile sokaklara döken bir rol oynamıştır. O kendi hayatını korumak için savaşırken, geride kalanlara da savaşma gücü aşılamıştır. Bu gücü görmek ve iyi değerlendirmek gerekir.

16 Şubat 2015

 

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …