Koronavirüsten işçi ölümleri artıyor; YAŞAMAK DİRENMEKTİR!

İşçi ve emekçiler koronavirüs döneminde işsiz ve aç kalmamak için en ağır koşullara bile katlanmaya çalışırken, patronlar karlarını artırmanın yollarını buldular. Ve işçilerin yaşamlarını daha da ağırlaştırma pahasına, sömürüyü katmerlendiren adımlar attılar.

“Kısa çalışma ödeneği” bu yöntemlerin en önemlilerinden biri oldu. “İşçi çıkarmayı yasakladık” diye bir müjde olarak duyurdular bu kararı. Gerçekte ise, işten çıkartılan işçi, hem tazminat hem de işsizlik maaşıyla belli bir süre idare etme olanağı elde edebilirken, şimdi günde 38 liraya açlık çekmekle karşı karşıya bırakılmış durumda. Onun için patronlar “kısa çalışma ödeneği”nin süresinin uzatılmasını istedi. Erdoğan da bu isteğe uyarak süreyi 12 Eylül’e kadar uzattı.

Ancak patronların saldırıları bununla sınırlı kalmadı. “Çarklar dönecek” politikasıyla en insanlıkdışı yöntemleri uygulamaya soktular.

 

Dardanel’de işçiler fabrikaya kapatıldı

Dardanel fabrikasında çalışmakta olan işçiler, koronavirüs bahane edilerek fabrikaya kapatıldı. Üstelik bu, Çanakkale Valiliği’nin, İl Hıfzısıhha Kurul Kararı doğrultusunda gerçekleştirildi.

Konserve ton balığı üreten fabrikadaki işçilerde koronavirüs vakalarının artmasının ardından fabrikanın kapatılması ve tüm işçilere test yapılarak ücretli izne gönderilmesi gerekiyordu. Ancak tam tersi yapıldı. Yıllık izinde olan personelin yıllık izinleri iptal edildi, resmi sağlık raporu olmayanlara işbaşı yapma zorunluluğu getirildi. “Ev izolasyonu” kararı “14 gün gözetimli karantina”ya çevrilerek 27 Temmuz-9 Ağustos tarihleri arasında, işçilerin fabrikadan dışarı çıkması yasaklandı. Gündüz mesaisinde işe gidecek olan işçiler, akşam da “belirlenecek yurtlarda” kalmaya zorlandı. Ve bütün bunlar, fabrikanın değil, devletin (İl Hıfzısıhha Kurulu) kararı olarak işçilere bildirildi.

“Kapalı çalışma sistemi” adı verilen bu yöntem, koronavirüs bahanesiyle patronların sömürüyü katmerlendirmesinde yeni ve daha vahşi bir aşamayı ifade ediyor. Hem fabrika hem de hıfzısıhha kurulu, bu kararın işçilerin sağlığı ve korunması için alındığını ileri sürüyorlar. Oysa en başta, fabrikada “zorunlu karantina”, hukuka aykırı bir uygulamadır. Yasalara göre “karantina”, ancak sağlık merkezlerinde, sağlık şartları taşıyan merkezlerde ya da evlerde uygulanabilir. “İşyeri” bu listede yer almaz. Bu nedenle “zorunlu karantina”, gerçekte “zorla çalıştırma kampı” anlamına gelmektedir.

İkincisi, işçilerin “çalışmaktan kaçınma hakkı”nı kullanmasının engellenmesi de yasalara aykırıdır. Yasalar işçilere “kapalı devre çalışma”yı değil, “çalışmaktan kaçınma”yı “hak” olarak tanımıştır.

Üçüncüsü, salgın ve virüsün bulaşma riskinin olduğu koşullarda, işçileri virüs taşıma ihtimali olan iş arkadaşları ile aynı ortamda çalışmaya ve kalmaya zorlamak, insanlık dışı bir uygulamadır.

Üstelik bu uygulama, Çanakkale’nin CHP’li belediye başkanının da imzaladığı, “oybirliği” ile alınmış bir karar sonucunda yürürlüğe konmuştur. Yani işçileri sömürme konusunda, düzen partileri arasında bir fark yoktur. Bu partilerin önemsediği tek şey, patronların azami karı gerçekleştirmesi, işçiler üzerindeki insanlıkdışı ve vahşi sömürünün sürdürülmesidir.

 

Vestel işçisi ölüyor

Vestel’de çok ağır koşullarda çalıştırılan işçiler arasında giderek artan bir biçimde koronavirüs yayılıyor. Bugüne kadar 7 işçinin koronavirüs nedeniyle öldüğü, 380 işçinin de virüse yakalandığı ortaya çıktı.

Vestel, Manisa’da 1,1 milyon metrekare alan üzerinde kurulu “Vestel City” üretim alanı ile, Avrupa’nın “tek lokasyonda üretim yapan en büyük endüstri komplekslerinden biri” olarak tanımlanıyor. Türkiye’nin en büyük sanayi üreticilerinden birisi; Türkiye pazarındaki televizyon satışlarında ilk sırada, beyaz eşya ürünlerinde ise 3. sırada bulunuyor.

Vestel’in bu büyüklüğü, elbette yoğun işçi sömürüsü üzerinden gerçekleşiyor. Manisa’daki üretim tesisinde 16 bin işçi çalışıyor. Bu işçilerin çalışma süreleri, haftalık 60 saat gibi çok uzun bir süre. Koronavirüs salgının bu fabrikada artması da çalışma koşullarından bağımsız değil. Buna rağmen, Vestel’e TSE “güvenli üretim belgesi” verilmiş. Yani sömürü, patron ve devlet işbirliği ile sürdürülüyor ve işçiler ölümüne çalıştırılıyor.

Patronlar salgın koşullarını kendi çıkarları için kullanıyorlar. İşçiler arasında yüzlerce vaka ortaya çıkıp karantinalar gündeme gelince, işgücü kaybını telafi etmek isteyen patronlar, işçileri haftada 7 gün 12 saatlik vardiyalarla çalıştırmaya başlamışlar. İşçiler bu duruma tepkilerini “aylardır ekmek arası bir kaşık yemek ve bir kase çorba ile karnımızı doyurmaya çalışıyoruz” diye ifade ediyorlar. Ayrıca üretimin 12 saatlik 2 vardiya ile kesintisiz devam ettiğini, bu koşullarda fabrikanın dezenfekte edilemediğini belirtiyorlar.

İşçiler bu koşullarda virüse yakalanıyorlar. Ve göz göre göre, virüs karşısında savunmasız bırakılıyorlar. Üstelik testi pozitif çıkan işçilerin, bunu arkadaşlarından saklamaları dayatılıyor.

 

İşçiler ölüyor, patronların karı artıyor

Koronavirüs salgını başladığı günden bu yana gerek dünyada gerekse ülkemizde en çok işçi ve emekçiler öldü. Yaşam gibi ölüm de adil değildi çünkü. Buna karşın patronların karları daha da arttı. Çünkü koronavirüsü bir fırsata çevirdiler. Daha ağır çalışma koşullarında daha az ücretle çalışmanın yollarını buldular. Her zaman olduğu gibi hükümetler de onların istekleri doğrultusunda yasalar çıkardı, kararlar aldı.

Koronavirüs salgını “aynı gemideyiz” yalanını daha fazla açığa vurdu. Sınıfsal farklılıkları net biçimde gözler önüne serdi. Bu koşullarda işçi ve emekçilerin de sınıf tavrını ortaya koyması gerekiyor. Başta “işten kaçınma hakkı” olmak üzere haklarını kullanmalı, çarkın bu şekilde dönmesine izin vermemeliler. Yaşamak için direnmek dışında başka bir yol yoktur!

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …